Skip to content Skip to main navigation Skip to footer

Blog

Resûlullâh’a Kitapla birlikte indirilmiş olan hikmet nedir?

Nebîlere Kitap verilir. Onlara verilen Kitap, içinde hikmeti de barındırdığı için nebîlere Kitap ve hikmet indirilmiş olur. Kitab’ın ve hikmetin indirilmiş ve verilmiş olmasının anlamı budur. Bu tıpkı dünyaya gelene, yaşama hakkının yanı sıra yeryüzündekilerin tamamının da verilmesi gibidir. Kişi gayret göstermeden yaşarsa sadece köyünde yaşamış ve orada ömrünü tamamlamış olur. Ancak gayret gösterirse dünyadaki her şey onun kullanımına sunulur. Yüce Allah şöyle buyurur:

وَاذْكُرُواْ نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَمَا أَنزَلَ عَلَيْكُمْ مِّنَ الْكِتَابِ وَالْحِكْمَةِ يَعِظُكُم بِهِ

“Allah’ın üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek için indirdiği Kitab’ı ve hikmeti hatırlayın…”  (Bakara, 2/231)

Görüldüğü gibi âyette “bihimâ” değil “bihî” ifadesi kullanılmaktadır. Yani Kitap ve hikmetten bahsedildikten sonra bu ikisine atıfta bulunulurken “o ikisi” değil de “o” denmiştir. Buradan hareketle Kitap ve hikmetin birbirinden ayrı şeyler olmadığı anlaşılmaktadır. Âyette geçen Kitap; Kur’ân-ı Hakîm’dir. Hikmet de; Kur’ân’daki hükümlerdir. Resûlullah’ın Sünneti, onun Kur’ân’dan çıkardığı doğru hükümler ve bunların uygulamalarıdır. Bunlar, ayrı bir vahiyle ona indirilmiş şeyler değildir.

Hikmetin İndirilmesi (İnzâli)

وَأَنزَلَ اللّهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ وَكَانَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكَ عَظِيمًا

“Allah sana Kitab’ı (Kur’ân’ı) ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana lütfu çok büyüktür.” (Nisâ, 4/113)

Kitab’ın ve içinde barındırdığı hikmetin indirilmesiyle insanlar, daha önce bilmediklerini öğrenirler. Bu, onları geliştirir. Kevnî âyetler üzerinde çalışıp, Yüce Allah’ın tabiata yerleştirmiş olduğu hikmetleri bulanlar da gelişme sağlarlar.

Hikmetin Tilavet Edilmesi

Hikmet yani doğru hükümler vahyedilen âyetlerin içinde olduğu için âyetlerin tilavet edilmesi durumunda hikmet de tilavet edilmiş olur. Şu âyet bu açıdan önemlidir:

وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلٰى ف۪ي بُيُوتِكُنَّ مِنْ اٰيَاتِ اللّٰهِ وَالْحِكْمَةِ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ لَط۪يفًا خَب۪يرًا

Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti kafalarınıza yerleştirin. Şurası gerçek ki Allah lâtiftir ve her şeyden haberdardır. (Ahzâb, 33/34)

Benzer bir âyette kitabın ve hikmetin tilavetinden şöyle bahsedilmektedir:

ذٰلِكَ نَتْلُوهُ عَلَيْكَ مِنَ الْاٰيَاتِ وَالذِّكْرِ الْحَك۪يمِ

“İşte kural böyledir; bunu sana âyetlerimizden, doğru hükümleri ihtiva eden bu Zikir’den (Kur’ân’dan) okuyoruz.” (Âl-i İmrân, 3/58)

Hikmetin Vahyedilmesi

Yüce Allah, âyetler arası ilişkileri göz önünde bulundurarak, kulların zaten ulaşabilecekleri hikmetlerden bir kısmını Kitap’ta belirtmiştir. Bunlardan hikmetin vahyi olarak bahsedilmektedir. İsrâ sûresinin 22. âyetinden itibaren Yüce Allah, şirk koşmamak, ana-babaya iyi davranmak, yakın akrabaya ve ihtiyaç sahiplerine hakkını vermek, israf etmemek, güzel söz söylemek, cimrilik yapmamak, saçıp savurmamak, geçim sıkıntısı korkusuyla çocukları öldürmemek, zinaya yaklaşmamak, haksız yere cana kıymamak, yetim malı yememek, sözünde durmak, ölçü ve tartıda hile yapmamak, bilmediğin şeyin ardına düşmemek, büyüklenmemek konularında emir, yasak ve tavsiyelerde bulunmaktadır. 39. âyette de bunların vahyedilen hikmet olduğu şöyle bildirilmektedir.

ذَلِكَ مِمَّا أَوْحَى إِلَيْكَ رَبُّكَ مِنَ الْحِكْمَةِ وَلاَ تَجْعَلْ مَعَ اللّهِ إِلَهًا آخَرَ فَتُلْقَى فِي جَهَنَّمَ مَلُومًا مَّدْحُورًا

Bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetler  (doğru hükümler)dir. Allah’ın yanında bir başka tanrı oluşturma; yoksa yerilmiş ve kovulmuş olarak Cehennem’e atılırsın.

KAYNAK: Fatih Orum, Hikmet (Kur’an’ın Öğrettiği Kavramlar), Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2017.

Kitaba aşağıdaki linkten ulaşılabilir:

www.suleymaniyevakfi.com/kuranin-ogrettigi-kavramlar-hikmet-fatih-orum

Kur’an’da bazı ayetlerde niçin “Arapça Kur’an” vurgusu yapılıyor?

Sorunuz kur’an kelimesinin Kur’an-ı Kerim’de hangi anlamlarda kullanıldığı ile alakalıdır. Kur’an kelimesi pek çok ayette, Rabbimizin gönderdiği kitabın bir “özelliği” olarak kullanılmaktadır. Bunlardan biri şöyledir:

الر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْمُبِينِ  إِنَّا أَنزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَّعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ

“Elif! Lâm! Râ! Bunlar her şeyi açıkça ortaya koyan Kitap’ın ayetleridir. Belki aklınızı kullanırsınız diye biz bunu Arapça kur’anlar şeklinde indirdik.” (Yusuf, 12/1-2)

Yukarıdaki ayetlerde kitap ve kur’an kelimeleri ayrı ayrı kullanılmaktadır. İlk ayette “Kitabın ayetleri” denildiği halde ikinci ayette “Arapça kur’an şeklinde” ifadesi kullanılarak kur’an olmasının kitabın bir vasfı olduğu ortaya konmuştur. Bir diğer ayet şöyledir:

وَكَذَلِكَ أَنزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا وَصَرَّفْنَا فِيهِ مِنَ الْوَعِيدِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ أَوْ يُحْدِثُ لَهُمْ ذِكْرًا

“Böylece onu Arapça kur’ânlar olarak indirdik. Belki çekinirler ya da bilgi edinirler diye tehditleri onun içine, değişik şekillerde yerleştirdik.” (Tâhâ, 20/113)

“Onu indirdik” denilerek Kur’an’dan bahsedilmesi ve “Arapça kur’an olarak” ifadesinin kullanılması yine kitabın bu özelliğinden bahsedildiğini göstermektedir. Aşağıdaki ayetlerde ise Arapça kur’an olma özelliği bu kez kitabın özel ismi olan Kur’an ifadesi de kullanılarak belirtilmektedir:

وَلَقَدْ ضَرَبْنَا لِلنَّاسِ فِي هَذَا الْقُرْآنِ مِن كُلِّ مَثَلٍ لَّعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ  قُرآنًا عَرَبِيًّا غَيْرَ ذِي عِوَجٍ لَّعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ

“Biz bu Kur’an’da insanlar için her konuyu örnekledik ki akıllarını başlarına toplasınlar. (Örnekleri) Yanıltıcı olmayan ve Arapça kur’an’lar halinde verdik ki kendilerini koruyabilsinler.” (Zümer, 39/27-28)

Burada da kur’an kelimesi Rasulullah’a indirilen kitabın özel ismi olarak kullanıldığı halde, o kitabın bir özelliği olarak ikinci kez geçmektedir. Kısacası kur’an, kitabımızın adı olmanın yanı sıra en önemli özelliklerinden biridir.

Kur’an’ın kur’an olması, hatta Arapça kur’an olması kelimenin kök anlamı olan bir araya getirme, kümeleştirme anlamları ile ilgilidir. Rabbimiz kur’an kelimesinin “toplanma, bir araya gelme, kümelenme” anlamını, yarattığı ayetlerle ilgili olarak da kullanmış, böylece kelimenin kök anlamını bizlere göstermiştir:

أَقِمِ الصَّلاَةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ إِلَى غَسَقِ اللَّيْلِ وَقُرْآنَ الْفَجْرِ إِنَّ قُرْآنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا

“Namazı, güneşin zevalinden (batı tarafına yönelmesinden) gecenin karanlığının bastırmasına kadar, bir de kızıl (şafak) ışıklarının kümeleştiği (toplaştığı) sırada kıl. Kızıl ışıklardaki kümeleşme gözle görülür.” (İsrâ, 17/78)

Kur’an’ın “kur’an” olması ya da “Arapça kur’an’lar” oluşturacak şekilde düzenlenmiş olması, Kur’an’ı anlama ve ondan çözüm üretme (hikmet) metodu ile ilgili bir konudur. Rabbimiz ayetlerini birbirleriyle anlam kümeleri (kur’an) oluşturacak şekilde dizayn etmiş, bu kümeleri oluşturmanın yöntemini de bizlere bildirmiştir. Çalışılan konuyla ilgili oluşturulan ayet kümeleri (kur’an) ne kadar çok ayetten oluşursa konuyla ilgili o kadar detaya ulaşmak mümkün olur. Nitekim yine Kitab’ın bu özelliğini bildiren bir ayette kur’an olma özelliğinin Kitab’ın açıklanması ile ilgili olduğu belirtilir:

كِتَابٌ فُصِّلَتْ آيَاتُهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ

“Bu bir kitaptır ki ayetleri, bilenler topluluğu için Arapça kur’ânlar (kümeler) halinde açıklanmıştır.” (Fussilet, 41/3)

KAYNAK: Erdem Uygan, Kur’an (Kur’an’ın Öğrettiği Kavramlar), Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2017.

Kitaba aşağıdaki linkten ulaşılabilir:

www.suleymaniyevakfi.com/kuranin-ogrettigi-kavramlar

A’râf 30. ayet ile Tevbe 17. ayet arasında nasıl bir bağlantı var?

İlgili ayetler mealen şöyledir:

“Allah bir kesimin doğru yolda olduğunu onaylar. Bir kesim de sapık sayılmayı hak eder. Onlar şeytanları Allah’tan yakın konumda tutar, üstelik doğru yolda olduklarını sanırlar.” (A’râf, 7/30)

“Müşrikler, kendi kâfirliklerine kendileri şahitken Allah’ın mescitlerine hizmete yetkili değillerdir. Onların çalışmaları boşunadır. Onlar hep ateş içinde ölümsüz olacaklardır.” (Tevbe, 9/17)

Yanlış iş yapanlar kendilerini bir şekilde kandırırlar. Mesela faizli kredi alan bir kişi faizin Allah tarafından haram kılındığını bilir; ama faizi almazsa başka şekilde iş yapamayacağını düşünerek kendini haklı görür.

Müşrikler de böyledir. Şirkin en büyük günah olduğunu bilirler, bunun farkındadırlar; ama Allah ile aralarına aracı koymadan işlerini yürütemeyeceğini düşünür ve bu yüzden kendilerini doğru yolda kabul ederler.

“Müminler boş şeylerden yüz çevirirler” ayeti ile ne kast ediliyor?

Mü’minûn sûresi 3. ayette geçen “lağv” kelimesi ‘her türlü haram ve mekruh işler ile, insanın yapmaya mecbur olmadığı (bazı) mubah işler’, ‘sadece haram olan işler’ ve ‘konuşma esnasında işlenen günahlar’ gibi değişik şekillerde tarif edilmiştir.

Bu kelime Kur’an’da başka ayetlerde de geçmektedir. Mesela Bakara 225 ve Mâide 89. ayetlerde ‘düşünmeden yapılan yemin’ anlamındadır. Meryem 62, Vâkıa 25 ve Nebe 35. ayetlerde cennette boş sözler işitilmeyeceği ifade edilirken yine aynı kelime kullanılmıştır. Fussilet sûresinin 26. ayetinde ise şöyle geçmektedir:

“Ayetleri görmezlikten gelenler (kafirler) şöyle derler: Bu Kur’an’ı dinlemeyin, boş şeyler (lağv) söyleyin, belki baskın gelirsiniz.”

İşte bu ayette geçen “lağv”, kişileri haktan/gerçekten şaşırtacak şekilde söylenmiş olan söz ve davranışlar anlamındadır. Mü’minûn sûresi 3. ayette yer alan “lağv” kelimesini de ‘kişinin kurtuluşuna engel olacak boş ve değersiz şeyler’ olarak algılamak daha doğru gözükmektedir. Yoksa gezmek, dolaşmak, oyun oynamak vs. gibi mubah olan davranışlar bu ayetin kapsamında değildir.

Hırsızlık yapan kişi pişman olursa cezasını nasıl öder?

Suç olarak kabul edilen fiiller toplumsal, kişisel ve Allah hakkı kapsamında ihlaller ortaya çıkarmaktadır. Herhangi bir suç, sadece Allah hakkı kapsamında bir ihlal olabileceği gibi, bazen her üç hak ihlaline de yol açan bir yapıda olabilmektedir. Mesela hırsızlık suçu dava yargıya intikal edip kamusallaşmadan önce kişisel ve Allah hakkı (hakku’l-ibâd ve hakkullâh) kapsamında hak ihlallerini bünyesinde barındırmaktadır. Bu seviyede mağdur ile failin uzlaşması mümkündür. Dava yargıya intikal ettikten sonra ihlal toplum/kamu hakları kapsamı seviyesine yükseldiği için af ve uzlaşma söz konusu olmaktan çıkmaktadır. Nitekim Nebîmizin yargıya intikal eden bir hırsızlık davasında af taleplerine karşılık “…Kızım Fatıma hırsızlık yapmış olsaydı onun da elini keserdim” (Buhârî,  Hudûd, 12. Müslim, Hudûd, 8, 9) şeklinde karşılık vermiştir.

Hırsızlık suçunda dava, kamu kapsamında yer alsa da kişisel haklar her hâlükârda bakidir. Yani mağdurun hak kaybı tazmin edilecektir. Dolayısıyla hırsızlık suçunu işleyen kişi her hâlükârda mağdurla uzlaşmak, onun hakkını ödemek ve ardından onunla helalleşmek durumundadır. Allah hakkı kapsamındaki hak ihlalinin telafisi, diğer bir deyişle haram (günah) olan bir fiilin işlenmesi sonucu Allah’tan af dilemek, kişi dünyasını değiştirmediği sürece mümkündür. Hırsızlık suçu ile ilgili ayetler de bu hususu ortaya koymaktadır.

“Erkek hırsız ile kadın hırsızın ellerini kesin ki kazandıklarına karşılık bir ceza, Allah tarafından bir caydırma olsun. Üstün olan ve doğru kararlar veren Allah’tır.

Kim, yaptığı bu yanlıştan sonra dönüş yapar ve kendini düzeltirse Allah onun dönüşünü (tevbesini) kabul eder. Çünkü Allah bağışlar, ikramı boldur.” (Mâide, 5/38-39)

Lütfen aşağıdaki linki de tıklayınız:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/hirsizlarin-elleri-caldiklari-mali-geri-veremeyecekleri-zaman-mi-kesilir.html

Konu ile ilgili olarak Süleymaniye Vakfı Yayınlarından çıkan Kur’an ve Sünnet Işığında Suç Ceza Uygunluğu (Suat Erdoğan) isimli kitaptan daha detaylı bilgiye ulaşılabilir.

Müslümanla gayrimüslim birbirlerine mirasçı olabilirler mi?

Mirasla ilgili ayetlerde miras bırakan veya mirasçı olacak kişinin Müslüman olup olmadığına ilişkin herhangi bir sınırlandırma bulunmamaktadır. (Bk. Nisâ 4/11, 12, 176).

Müslümanların kitap ehliyle evlenebileceklerine dair bir ayette şöyle buyurulmuştur:

“Bugün size, temiz olanlar helâl kılındı. Kendilerine Kitap verilmiş olanların yiyeceği size helâl, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mehirlerini verir, namuslu olur, gizli dost tutmazsanız, iffetli (namuslu) mümin kadınlar ile kendilerine Kitap verilmiş olanların iffetlileri size helaldir. Kim imanını göz ardı ederse yaptıkları boşa gider, Ahirette kaybedenlere karışır.” (Mâide, 5/5)

Karı-kocanın birbirlerine mirasçılığında ise aşağıda görüldüğü gibi eşlerin Müslüman olup olmadığına ilişkin kayıt bulunmamaktadır. Ayetteki “hanımlarınız” ifadesi Müslüman eşleri kapsayabileceği gibi gayrimüslim eşleri de kapsamına almaktadır.

“Hanımlarınızın çocukları yoksa bıraktıklarının yarısı sizindir; çocukları varsa bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Bunlar, yaptığı vasiyetin yerine getirilmesinden veya borcunun ödenmesinden sonra olur. Sizin çocuğunuz yoksa ettiğiniz vasiyet veya borç çıktıktan sonra bıraktıklarınızın dörtte biri hanımlarınızındır; çocuğunuz varsa bıraktıklarınızın sekizde biri onlarındır…” (Nisâ, 4/12)

Sahabeden Muaz b. Cebel’in Müslüman olan kişinin gayrimüslim akrabasına mirasçı olmasıyla ilgili Nebîmizin “Müslüman olmak artırır, eksilmeye sebep olmaz”  (Ebû Dâvûd, Ferâiz, 10; Ahmed b. Hanbel, 5/230) buyurduğunu belirterek mirasçı yaptığı belirtilmektedir. Aynı şekilde Muâviye b. Ebî Süfyân, Mesrûk, Said b. Müseyyeb ve Şu’be gibi sahabi ve tabiinin de Müslümanları gayrimüslimlere mirasçı yaptığı kaynaklarda yer almaktadır.

Hanefî, Şâfiî ve Mâlikî mezheplerinin oluşturduğu çoğunluğa göre ise Müslümanlar gayrimüslimlere, gayrimüslimler de Müslümanlara mirasçı olamazlar, yalnızca mirasın üçte birini vasiyet edebilirler. Onların delili ise “Müslüman kâfire mirasçı olamaz, kâfir de Müslümana mirasçı olamaz.” (Buhârî, Ferâiz, 25; Müslim, Ferâiz, 23) şeklindeki rivayettir.

Bununla ilgili görüntülü bir cevaplarımız için lütfen aşağıdaki linkleri tıklayınız:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/miras-paylasiminda-din-farkinin-bir-onemi-var-midir.html

www.fetva.net/miras-yazili-fetvalar/din-farki-miras-paylasimina-engel-midir.html

Bir tüccar malını nereden ve kaç liraya aldığını söylemek zorunda mı?

Bir tüccarın sattığı malları nereden, kimden ve kaç paradan aldığını söyleme zorunluluğu yoktur. Dolayısıyla söylenmediği takdirde dinen yanlış bir şey yapılmış olmaz.

İmamla birlikte namaz kılarken cemaat ne zaman selam vermeli?

Kendisinden rivayet edilen bir görüşe göre Ebû Hanife, cemaatin imamla birlikte selam vermesi gerektiğini söylemiştir. Onun delili, Buhârî’de geçen ve İtbân b. Mâlik el-Ensârî’nin rivayet ettiği “Biz Resûlullâh ile birlikte namaz kıldık, o selam verdiği vakit biz de verdik” (Buhârî, Ezân, 153) hadisidir.

Kendisinden rivayet edilen diğer görüşe göre Ebû Hanife ve Hanefi mezhebinin diğer âlimleri İmam Muhammed ve Ebû Yusuf ile diğer mezhep imamları İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel ise cemaatin imamdan sonra selam vermesi gerektiğini söylemişlerdir. Bu görüşte olanlara göre cemaat, imama tabidir. Tabi olan ise arkadan gelir. Eğer imamla beraber selam verirlerse tabi olmaktan çıkmış, birlikte hareket etmiş olurlar. Bundan dolayı cemaat, imamdan sonra selam vermelidir.

Meşhur muhaddislerden İbn Hacer, yukarıdaki hadisle ilgili olarak Zeyn b. Müneyyir’in şöyle dediğini nakletmiştir:

“Buhârî’nin bu hadisi buraya alması iki ihtimale göredir:

Birincisi: Cemaat, imam selama başladıktan sonra selam vermeye başlar. Yani imam selamı bitirmeden cemaat da selama başlamış olur.

İkincisi: Cemaat, imam selamı bitirdiği zaman selam vermeye başlar. Buna göre şunu söylemek mümkündür: İmam Buhârî’nin kullandığı bu konu (bâb) başlığı iki anlama da gelebildiğine göre müçtehit gerekli inceleme ve araştırmaları yaptıktan sonra dilediği görüşü tercih edebilecektir.”

Daha sonra İbn Hacer kendisi şöyle demiştir: “Bir ihtimal de şudur: İmam Buhârî, ikincisinin şart olmadığını söylemiş olabilir. Çünkü buradaki lafız ikincisinin şart olmadığını, her iki şekilde de selam verilebileceğini, cemaatin hangisini yaparsa yapsın her ikisinin de caiz olacağını göstermektedir.” (Ebu’l-Fadl Şihâbuddîn Ahmed İbn Ali İbn Hacer el-Askalânî: Fethu’l-Bârî bi Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, Ta’lîk: Abdurraûf Sa’d vd., Mektebetu’l-Külliyyâti’l-Ezheriyye, y.y., 1978; c: 4, s. 250, 831. hadisin şerhi.)

Bize göre de imam sağa selam verdikten sonra cemaat sağa, imam sola selam verdikten sonra cemaat de sola selam vermelidir. Yani imamla aynı anda değil, imamdan sonra…

Burada namaz kıldıran kişilere, özellikle de cami imamlarına, uzatarak selam vermemeleri gerektiğini hatırlatmak faydalı olacaktır. Zira selamı uzatarak değil, uzatmaksızın vermek sünnettir. Ebû Hureyre radıyallâhu anh’tan gelen rivayete göre, o şöyle demiştir:

“Selamı(n kelime ve harflerini) uzatmamak sünnettir.” (Tirmizî, Salât, 224; Ebû Dâvûd, Salât, 185-186)

Bu rivayeti naklettikten sonra İmam Tirmizî, şu açıklamayı yapmıştır:

“Bu hadis hasen sahihtir. İlim adamları bu şekli müstehap görmüşlerdir. İbrahim en-Nehaî’nin şöyle dediği rivayet olunur: Tekbir ve selam uzatılmaksızın yapılmalıdır.”

“İbn Seyyidi’n-Nâs: Ulemâ, selam lâfızlarını tek tek söylemenin ve onu uzatmamanın müstehap olduğunu söylemişlerdir. Bu konuda ulemâ arasında ihtilâf bilmiyorum der. Namazda sadece selamın değil, intikal tekbirlerinin de imam tarafından uzatılmaması gerekir. Çünkü bu uzatma imamın muktedîden (kendisine uyanlardan) sonraya kalmasına sebep olmaktadır.” (Sünen-i Ebû Dâvûd Tercüme ve Şerhi, Necati Yeniel, Hüseyin Kayapınar, Kontrol: Mehmed Savaş, Şamil Yayınevi, İstanbul, 1988, c: 4, s. 57)

Cevabın yayımlandığı yer için bkz: Yahya Şenol-Enes Alimoğlu, İnsanlık Tarihi Boyunca O Namaz, Süleymaniye Vakfı Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2016, s. 182-184.