Blog
A’lâ sûresinde şöyle buyurulmuştur:
“Gerçek şu ki bunlar önceki sayfalarda da vardır.
İbrahim ve Musa’nın sayfalarında.” (A’lâ, 87/18-19)
“İbrahim ve Musa (a.s.)’ın sayfaları” onlara verilen kitaplar anlamındadır. Bu iki ayette Kur’an ile önceki ilahi kitaplar arasındaki ilişkiye işaret edilmektedir.
Yukarıdaki ayetlerde geçen suhuf (صحف) kelimesi sayfa (صحيفة) kelimesinin çoğuludur. Sayfa, “üzerine yazı yazılan şey” anlamına gelir. Kitap, sayfaların toplamından oluştuğu için bazen kitap anlamında suhuf kullanılır. Zaten sözlüklerde sayfanın, “üzerine yazılan şey” olarak tanımlanması, sayfa ile kastedilenin kayıt olduğunu gösterir. Kayıt pek çok şey üzerine yapılır. Kur’an bunlardan “kırtas”ı örnek veriyor. Kırtas, üzerine yazılmış sayfa olarak tanımlanıyor. Sayfa, kırtas dahil pek çok şeyle olur.
İbn Kesir’de de geçtiği üzere, A’lâ sûresinin yukarıdaki ayetleriyle Mekkî olan Necm sûresinin 36. ilâ 42. ayetleri arasında bir irtibat gözükmektedir. Necm sûresinin 38. ayetinden itibaren zikredilen hususların 36. ve 37. ayetlerde Musa ve İbrahim (a.s.)’ın sayfalarında da bulunduğu ifade edilmektedir (أَمْ لَمْ يُنَبَّأْ بِمَا فِي صُحُفِ مُوسَى وَإِبْرَاهِيمَ الَّذِي وَفَّى).
Tıpkı yukarıdaki A’lâ sûresi gibi Tâ Hâ sûresinin 133. ayeti de Kur’an ile önceki kitaplar arasındaki ilişkiyi göstermektedir. Ayet şöyledir:
“Dediler ki: ‘Bize Rabbinden bir belge getirseydi ya?’ Önceki sayfalarda olan açık delil onlara ulaşmadı mı?” ( Tâ Hâ, 20/133)
Mekkî olan Tâ Hâ sûresinin yukarıdaki ayetinde, Muhammed (s.a.v.)’den, nübüvvetine delil olarak belge isteyenlere, cevaben, bu konudaki açık delili öncekilerin sayfalarında aramaları tavsiye edilmektedir. Ehl-i Kitab’a hitap ettiğini düşündüğümüz bu ayet, Muhammed (s.a.v.)’e indirilen ile Ehl-i Kitab’ın elindeki kitaplar arasındaki tasdik ilişkisine atıfta bulunmakta, bir nebînin nübüvvetinin en güçlü delillerinden biri olarak onun ve ona indirilenin önceki kitapları tasdik ediyor olma vasfına dikkat çekilmektedir.
Sonuç olarak Kur’an’da geçen ve “sayfalar” anlamına gelen suhuf kelimesi, tüm nebilere verilen vahiyleri kapsar nitelikte kullanılmakta olup bu kelimenin sadece bazı nebilere verilen vahiylerle kayıtlanması doğru olmaz.
KAYNAK: Fatih Orum, Tasdik Tebyin ve Nesih, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. s. 112-113.
Her nebîye kitap verildiğine dair geniş bilgi için aşağıdaki linkte bulunan Kur’an’a ve Geleneğe Göre Kitap ve Hikmet başlıklı yazımızı okumanızı tavsiye ederiz:
www.suleymaniyevakfi.org/kutsanan-gelenek-ve-kuran/kitap-ve-hikmet.html
Zuhruf sûresinin 31. ayetinde Mekkeliler’in, “Kur’an iki şehirden birine indirilmesi gerekirdi” diye düşündüklerini öğreniyoruz. Kastedilen iki şehirden birinin Mekke olduğunda şüphe yoktur. Kur’an’ın iki ayetinde, Mekke kastedilerek, şehirlerin anası ve çevresindekilerin uyarılması için (لِتُنْذِرَ أُمَّ الْقُرَى وَمَنْ حَوْلَهَا) Kur’an’ın indirildiği bildirilmektedir.
“Anakent” veya “başkent” olarak dilimize çevirebileceğimiz Ümmü’l-kurâ ifadesinin anaşehir anlamına gelen İngilizce “metropolis” kelimesine tekabul ettiği söylenir. Çevre bölgelerden insanların buraya hac yapmak için gelmeleri sebebiyle, Mekke’nin, Resûlullah’tan önce de bu adla anıldığı söylenir. Mekke’nin Rasûlullah’tan önce de bu adla anılması Kur’an’la örtüşmektedir. Hatta bu ifadenin Mekke için kullanılması Mekke’nin sadece dini değil, ticari ve kültürel öncülüğünden de kaynaklanıyor olabilir.
KAYNAK: Fatih Orum, Tasdik Tebyin ve Nesih, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 91.
“Yukarıdaki ayetin tamamı şöyledir:
“Sabır göstererek ve namaz kılarak yardım isteyiniz. Bu, saygılı olanlardan başkasına gerçekten ağır bir görevdir.” (Bakara, 2/45)
Huşû sahibi olmak, saygılı olmaktır, bir ruh kıvamına ulaşmak değildir. Bu, kendini düşük, Allah’ı yüce mertebede görenlerde olur. İnsan bundan dolayı Allah’a boyun eğer. Bu olmasa kimse namazı sürekli kılmaz. Çünkü namaz zevk için değil, Allah emrettiği için kılınır. Bazen kişinin elinde olsa ne abdest alır ne namaz kılar. Ama Allah’ın emrine uyma inancı ona o namazı kıldırır. İşte kulluk budur. Yani bir şeyi, kendi istediği için değil, Allah istediği için yapmaktır. Kulluğun verdiği zevki de hiçbir şey veremez.
Mâûn sûresinde şu ayetler geçer:
“Yazıklar olsun o, namaza duranlara ki onlar, namazlarının farkında olmazlar. Onlar gösteriş yaparlar. Yardımdan alıkoyarlar.” (Maûn, 107/4-7)
Müslüman namazı başkaları görsün diye değil, Allah’ın emri yerine gelsin diye kılar.
Münafık, içten inanmadığı halde inanmış gözüken kişidir. O, namazı, Allah için değil, toplumdan dışlanmamak için kılar. Onun namazı Müslümanın namazıyla kıyaslanamaz.”[1]
Namazda akla çeşitli düşüncelerin gelmesi gayet doğaldır. Buhârî’de geçen bir rivayete göre Hz. Ömer “Ben namazda iken (kafamda) ordumun mühimmatını hazırlar, tertip ve tanzim ederim!” demiştir. (Buhârî, el-Amel fi’s-Salât, 18)
Yine Buhârî’de geçen bir rivayete göre Peygamberimizin de namazdayken aklına çeşitli düşünceler gelirmiş. İlgili rivayet şöyledir:
Ukbe b. Hâris radıyallâhu anh şöyle demiştir: “Ben Hz. Peygamber ile beraber ikindi namazını kıldım. O, selam verince, süratle kalktı; acele acele hanımlarından birinin yanına girdi. Sonra dışarı çıktı ve süratle gitmesinden dolayı cemaatin yüzlerindeki hayretlerini gördü ve şöyle buyurdu:
‘Ben namazda iken bizde biraz altın bulunduğunu hatırladım. Ve bizim yanımızda akşama ulaşmasını (veya) bizim yanımızda gecelemesini istemedim de onun taksim edilip dağıtılmasını emrettim.” (Buhârî, el-Amel fi’s-Salât, 18.)
Şeytan, Allah Teâlâ’dan kıyamete kadar süre alınca şöyle demişti:
“…. Ant olsun ki ben de onlar için, senin doğru yolunun üzerinde oturacağım. Sonra onlara; önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım. Onların çoğunu sana şükreder bulamayacaksın.” (A’râf, 7/16-17)
Şeytana genel bir izin verildiği için onun vesvesesinden peygamberler bile kurtulamamışlardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Senden önce gönderdiğimiz bir tek nebî ve elçi yoktur ki bir şeyi arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna vesvese karıştırmış olmasın. Allah şeytanın karıştırdığını giderir, sonra Allah kendi ayetlerini pekiştirir. Allah bilendir, hakîmdir.” (Hacc, 22/52)
Ayetlerden anlaşıldığında göre namaz gibi önemli ibadetlerle uğraşan insanlara bu tür vesveselerin gelmesi gayet normaldir. Önemli olan, bu vesveselere kapılmamak ve ibadetleri terk etmemektir.
KAYNAK: Yahya Şenol-Enes Alimoğlu, İnsanlık Tarihi Boyunca O Namaz, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 143-145.
[1] Bu cevap Abdülaziz Bayındır’ın Altınoluk Dergisi’nde yayımlanan bir röportajından alıntılanmıştır. Yıl: 2001, sayı: 182. Röportajın yayımlandığı yer için bkz: http://www.suleymaniyevakfi.org/elestiriler/altinoluk-dergisinin-roportaji.html