Skip to content Skip to main navigation Skip to footer

Blog

“Müminler boş şeylerden yüz çevirirler” ayeti ile ne kast ediliyor?

Mü’minûn sûresi 3. ayette geçen “lağv” kelimesi ‘her türlü haram ve mekruh işler ile, insanın yapmaya mecbur olmadığı (bazı) mubah işler’, ‘sadece haram olan işler’ ve ‘konuşma esnasında işlenen günahlar’ gibi değişik şekillerde tarif edilmiştir.

Bu kelime Kur’an’da başka ayetlerde de geçmektedir. Mesela Bakara 225 ve Mâide 89. ayetlerde ‘düşünmeden yapılan yemin’ anlamındadır. Meryem 62, Vâkıa 25 ve Nebe 35. ayetlerde cennette boş sözler işitilmeyeceği ifade edilirken yine aynı kelime kullanılmıştır. Fussilet sûresinin 26. ayetinde ise şöyle geçmektedir:

“Ayetleri görmezlikten gelenler (kafirler) şöyle derler: Bu Kur’an’ı dinlemeyin, boş şeyler (lağv) söyleyin, belki baskın gelirsiniz.”

İşte bu ayette geçen “lağv”, kişileri haktan/gerçekten şaşırtacak şekilde söylenmiş olan söz ve davranışlar anlamındadır. Mü’minûn sûresi 3. ayette yer alan “lağv” kelimesini de ‘kişinin kurtuluşuna engel olacak boş ve değersiz şeyler’ olarak algılamak daha doğru gözükmektedir. Yoksa gezmek, dolaşmak, oyun oynamak vs. gibi mubah olan davranışlar bu ayetin kapsamında değildir.

Hırsızlık yapan kişi pişman olursa cezasını nasıl öder?

Suç olarak kabul edilen fiiller toplumsal, kişisel ve Allah hakkı kapsamında ihlaller ortaya çıkarmaktadır. Herhangi bir suç, sadece Allah hakkı kapsamında bir ihlal olabileceği gibi, bazen her üç hak ihlaline de yol açan bir yapıda olabilmektedir. Mesela hırsızlık suçu dava yargıya intikal edip kamusallaşmadan önce kişisel ve Allah hakkı (hakku’l-ibâd ve hakkullâh) kapsamında hak ihlallerini bünyesinde barındırmaktadır. Bu seviyede mağdur ile failin uzlaşması mümkündür. Dava yargıya intikal ettikten sonra ihlal toplum/kamu hakları kapsamı seviyesine yükseldiği için af ve uzlaşma söz konusu olmaktan çıkmaktadır. Nitekim Nebîmizin yargıya intikal eden bir hırsızlık davasında af taleplerine karşılık “…Kızım Fatıma hırsızlık yapmış olsaydı onun da elini keserdim” (Buhârî,  Hudûd, 12. Müslim, Hudûd, 8, 9) şeklinde karşılık vermiştir.

Hırsızlık suçunda dava, kamu kapsamında yer alsa da kişisel haklar her hâlükârda bakidir. Yani mağdurun hak kaybı tazmin edilecektir. Dolayısıyla hırsızlık suçunu işleyen kişi her hâlükârda mağdurla uzlaşmak, onun hakkını ödemek ve ardından onunla helalleşmek durumundadır. Allah hakkı kapsamındaki hak ihlalinin telafisi, diğer bir deyişle haram (günah) olan bir fiilin işlenmesi sonucu Allah’tan af dilemek, kişi dünyasını değiştirmediği sürece mümkündür. Hırsızlık suçu ile ilgili ayetler de bu hususu ortaya koymaktadır.

“Erkek hırsız ile kadın hırsızın ellerini kesin ki kazandıklarına karşılık bir ceza, Allah tarafından bir caydırma olsun. Üstün olan ve doğru kararlar veren Allah’tır.

Kim, yaptığı bu yanlıştan sonra dönüş yapar ve kendini düzeltirse Allah onun dönüşünü (tevbesini) kabul eder. Çünkü Allah bağışlar, ikramı boldur.” (Mâide, 5/38-39)

Lütfen aşağıdaki linki de tıklayınız:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/hirsizlarin-elleri-caldiklari-mali-geri-veremeyecekleri-zaman-mi-kesilir.html

Konu ile ilgili olarak Süleymaniye Vakfı Yayınlarından çıkan Kur’an ve Sünnet Işığında Suç Ceza Uygunluğu (Suat Erdoğan) isimli kitaptan daha detaylı bilgiye ulaşılabilir.

Müslümanla gayrimüslim birbirlerine mirasçı olabilirler mi?

Mirasla ilgili ayetlerde miras bırakan veya mirasçı olacak kişinin Müslüman olup olmadığına ilişkin herhangi bir sınırlandırma bulunmamaktadır. (Bk. Nisâ 4/11, 12, 176).

Müslümanların kitap ehliyle evlenebileceklerine dair bir ayette şöyle buyurulmuştur:

“Bugün size, temiz olanlar helâl kılındı. Kendilerine Kitap verilmiş olanların yiyeceği size helâl, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mehirlerini verir, namuslu olur, gizli dost tutmazsanız, iffetli (namuslu) mümin kadınlar ile kendilerine Kitap verilmiş olanların iffetlileri size helaldir. Kim imanını göz ardı ederse yaptıkları boşa gider, Ahirette kaybedenlere karışır.” (Mâide, 5/5)

Karı-kocanın birbirlerine mirasçılığında ise aşağıda görüldüğü gibi eşlerin Müslüman olup olmadığına ilişkin kayıt bulunmamaktadır. Ayetteki “hanımlarınız” ifadesi Müslüman eşleri kapsayabileceği gibi gayrimüslim eşleri de kapsamına almaktadır.

“Hanımlarınızın çocukları yoksa bıraktıklarının yarısı sizindir; çocukları varsa bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Bunlar, yaptığı vasiyetin yerine getirilmesinden veya borcunun ödenmesinden sonra olur. Sizin çocuğunuz yoksa ettiğiniz vasiyet veya borç çıktıktan sonra bıraktıklarınızın dörtte biri hanımlarınızındır; çocuğunuz varsa bıraktıklarınızın sekizde biri onlarındır…” (Nisâ, 4/12)

Sahabeden Muaz b. Cebel’in Müslüman olan kişinin gayrimüslim akrabasına mirasçı olmasıyla ilgili Nebîmizin “Müslüman olmak artırır, eksilmeye sebep olmaz”  (Ebû Dâvûd, Ferâiz, 10; Ahmed b. Hanbel, 5/230) buyurduğunu belirterek mirasçı yaptığı belirtilmektedir. Aynı şekilde Muâviye b. Ebî Süfyân, Mesrûk, Said b. Müseyyeb ve Şu’be gibi sahabi ve tabiinin de Müslümanları gayrimüslimlere mirasçı yaptığı kaynaklarda yer almaktadır.

Hanefî, Şâfiî ve Mâlikî mezheplerinin oluşturduğu çoğunluğa göre ise Müslümanlar gayrimüslimlere, gayrimüslimler de Müslümanlara mirasçı olamazlar, yalnızca mirasın üçte birini vasiyet edebilirler. Onların delili ise “Müslüman kâfire mirasçı olamaz, kâfir de Müslümana mirasçı olamaz.” (Buhârî, Ferâiz, 25; Müslim, Ferâiz, 23) şeklindeki rivayettir.

Bununla ilgili görüntülü bir cevaplarımız için lütfen aşağıdaki linkleri tıklayınız:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/miras-paylasiminda-din-farkinin-bir-onemi-var-midir.html

www.fetva.net/miras-yazili-fetvalar/din-farki-miras-paylasimina-engel-midir.html

Bir tüccar malını nereden ve kaç liraya aldığını söylemek zorunda mı?

Bir tüccarın sattığı malları nereden, kimden ve kaç paradan aldığını söyleme zorunluluğu yoktur. Dolayısıyla söylenmediği takdirde dinen yanlış bir şey yapılmış olmaz.

İmamla birlikte namaz kılarken cemaat ne zaman selam vermeli?

Kendisinden rivayet edilen bir görüşe göre Ebû Hanife, cemaatin imamla birlikte selam vermesi gerektiğini söylemiştir. Onun delili, Buhârî’de geçen ve İtbân b. Mâlik el-Ensârî’nin rivayet ettiği “Biz Resûlullâh ile birlikte namaz kıldık, o selam verdiği vakit biz de verdik” (Buhârî, Ezân, 153) hadisidir.

Kendisinden rivayet edilen diğer görüşe göre Ebû Hanife ve Hanefi mezhebinin diğer âlimleri İmam Muhammed ve Ebû Yusuf ile diğer mezhep imamları İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel ise cemaatin imamdan sonra selam vermesi gerektiğini söylemişlerdir. Bu görüşte olanlara göre cemaat, imama tabidir. Tabi olan ise arkadan gelir. Eğer imamla beraber selam verirlerse tabi olmaktan çıkmış, birlikte hareket etmiş olurlar. Bundan dolayı cemaat, imamdan sonra selam vermelidir.

Meşhur muhaddislerden İbn Hacer, yukarıdaki hadisle ilgili olarak Zeyn b. Müneyyir’in şöyle dediğini nakletmiştir:

“Buhârî’nin bu hadisi buraya alması iki ihtimale göredir:

Birincisi: Cemaat, imam selama başladıktan sonra selam vermeye başlar. Yani imam selamı bitirmeden cemaat da selama başlamış olur.

İkincisi: Cemaat, imam selamı bitirdiği zaman selam vermeye başlar. Buna göre şunu söylemek mümkündür: İmam Buhârî’nin kullandığı bu konu (bâb) başlığı iki anlama da gelebildiğine göre müçtehit gerekli inceleme ve araştırmaları yaptıktan sonra dilediği görüşü tercih edebilecektir.”

Daha sonra İbn Hacer kendisi şöyle demiştir: “Bir ihtimal de şudur: İmam Buhârî, ikincisinin şart olmadığını söylemiş olabilir. Çünkü buradaki lafız ikincisinin şart olmadığını, her iki şekilde de selam verilebileceğini, cemaatin hangisini yaparsa yapsın her ikisinin de caiz olacağını göstermektedir.” (Ebu’l-Fadl Şihâbuddîn Ahmed İbn Ali İbn Hacer el-Askalânî: Fethu’l-Bârî bi Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, Ta’lîk: Abdurraûf Sa’d vd., Mektebetu’l-Külliyyâti’l-Ezheriyye, y.y., 1978; c: 4, s. 250, 831. hadisin şerhi.)

Bize göre de imam sağa selam verdikten sonra cemaat sağa, imam sola selam verdikten sonra cemaat de sola selam vermelidir. Yani imamla aynı anda değil, imamdan sonra…

Burada namaz kıldıran kişilere, özellikle de cami imamlarına, uzatarak selam vermemeleri gerektiğini hatırlatmak faydalı olacaktır. Zira selamı uzatarak değil, uzatmaksızın vermek sünnettir. Ebû Hureyre radıyallâhu anh’tan gelen rivayete göre, o şöyle demiştir:

“Selamı(n kelime ve harflerini) uzatmamak sünnettir.” (Tirmizî, Salât, 224; Ebû Dâvûd, Salât, 185-186)

Bu rivayeti naklettikten sonra İmam Tirmizî, şu açıklamayı yapmıştır:

“Bu hadis hasen sahihtir. İlim adamları bu şekli müstehap görmüşlerdir. İbrahim en-Nehaî’nin şöyle dediği rivayet olunur: Tekbir ve selam uzatılmaksızın yapılmalıdır.”

“İbn Seyyidi’n-Nâs: Ulemâ, selam lâfızlarını tek tek söylemenin ve onu uzatmamanın müstehap olduğunu söylemişlerdir. Bu konuda ulemâ arasında ihtilâf bilmiyorum der. Namazda sadece selamın değil, intikal tekbirlerinin de imam tarafından uzatılmaması gerekir. Çünkü bu uzatma imamın muktedîden (kendisine uyanlardan) sonraya kalmasına sebep olmaktadır.” (Sünen-i Ebû Dâvûd Tercüme ve Şerhi, Necati Yeniel, Hüseyin Kayapınar, Kontrol: Mehmed Savaş, Şamil Yayınevi, İstanbul, 1988, c: 4, s. 57)

Cevabın yayımlandığı yer için bkz: Yahya Şenol-Enes Alimoğlu, İnsanlık Tarihi Boyunca O Namaz, Süleymaniye Vakfı Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2016, s. 182-184.

Namaz kıraatinde sûre sıralamasına riayet etmemek mekruh mu?

Namazın ikinci rekâtında birinci rekâtta okunan sûre veya ayetlerden daha geride yer alan sûre veya ayetleri okumanın mekruh olduğuna dair herhangi bir ayet veya hadis bulunmamaktadır. Fakat fıkıh mezhepleri, ittifakla, namaz kıraatinde sûrelerin Kur’an’daki tertibine ria­yet etmemeyi mekruh kabul etmişlerdir.[1]  Onların bu konudaki dayanağı ayet ve sûrelerin Mushaf’taki tertibinin tevkîfî yani vahye dayalı olduğu görüşüdür. Bu yüzden namaz kıraatinde Mushaf tertibine uyulması gerektiğini ifade etmişlerdir.

İmam Nevevî’nin bildirdiğine göre Kâdî İyâz, Resûlullâh’ın bir namazda Nisâ sûresinden (4. sûre) sonra Âl-i İmrân sûresini (3. sûre) okuduğu rivayet edilen hadisi[2] açıklarken Ebû Bekir el-Bâkıllânî’nin: “Yazarken, namaz kılarken, derste ve eğitim öğretimde sûrelerin tertibine riayet etmek şart değildir. Çünkü bununla ilgili herhangi bir ayet veya hadis yoktur.” sözünü nakletmiş ve kendisi de şunları söylemiştir:

“Namaz kılan kişinin ikinci rekâtta, birinci rekâtta okuduğu sûreden geride bulunan bir sûre okumasının caiz olduğu konusunda hiçbir fikir ayrılığı yoktur. Mekruh olan, Kur’an tertibine aynı rekâtta ve ayrıca namazın dışında uymamaktır. Bazı âlimler bunu da mubah kabul etmiş ve selefin bu konudaki yasaklamasını, sûrenin sonundan başına doğru tersinden okumakla tevil etmişlerdir.”[3]

Bize göre de namazda ve namaz dışında vahye dayalı Kur’an tertibine riayet ederek okumak daha iyidir. Çünkü Resûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem namaz kıraatlerinde genelde Mushaf tertibine riayet etmiştir. Fakat Müslim’de geçen hadiste görüldüğü gibi ikinci rekâtta bir önceki rekâtta okunan sûreden önceki sûrelerin de okunabileceği ve bunun mekruh olmadığı anlaşılmaktadır. Yani birinci rekâtta Felak sûresini okuyan, ikinci rekâtta daha geride bulunan Kevser sûresini pekâlâ okuyabilir. Mekruh olan, ayet ve sûreleri sondan başa doğru tersinden okumaktır.

İmam Buhârî de el-Câmiu’s-Sahîh’inde “Hz. Osman Mushafı’nın Tertibine Muhalif Olarak Bir Sûreden Evvel Diğer Bir Sûre Okunması adı altında bir başlık açarak namazda bunun caiz olduğunu ifade etmiştir.[4] Buhârî, o başlıkta tâbiinden “Ahnef b. Kays’ın sabah namazının ilk rekâtında Kehf, ikinci rekâtında Yusuf yahut Yunus sûresi’ni okuyup sabah namazını Ömer radıyallâhu anhın arkasında bu sûreler ile kıldığını söylediğini” rivayet etmiştir.[5] Mushaf tertibine göre Yunus (10. sûre) ve Yusuf (12. sûre) sûreleri, Mushaf’ta Kehf (18. sûre) sûresinden önce yer almaktadır.

Bu arada şunu da hatırlatmakta fayda vardır: Namaz kılarken ikinci rekâtta birinci rekâtta okunan sûreden daha geride bulunan bir sûreyi veya ayetler grubunu okumak mekruh olmadığı gibi birinci rekâtta okunan sûreden sonra tek bir sûre atlayarak okumak da mekruh değildir. Kıraatte en az iki sûre atlanması gerektiğine dair gerekçe olarak “atlanan sûrenin beğenilmemesi” gibi bir durum ortaya çıkmasından bahsedilmektedir ki bunun ne Kur’an’dan delili vardır ne de Sünnetten!

 

KAYNAK: Yahya Şenol-Enes Alimoğlu, İnsanlık Tarihi Boyunca O Namaz, Süleymaniye Vakfı Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2016, s. 162-164.

[1] Vehbe Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, c: 1, s. 772, 7. madde.

[2] Huzeyfe (ra) şöyle rivayet etmiştir: “Bir gece Resûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte namaz kıldım. Bakara sûresine başladı, ben (içimden) yüz ayeti tamamlayınca rükû’ eder; dedim. Sonra devam etti. Ben (içimden) bütün sûreyi bir rekâtta okuyacak; dedim. O yine devam etti. Ben bu sûre ile rükû’a varır; de­dim. Sonra Nisâ sûresine başladı. Onu da okudu. Sonra Âl-i İmrân sû­resine başladı; onu da okudu. Ağır ağır okuyor, içinde tesbih bulunan bir ayete gelince tesbih ediyor; istek ayetine gelince istiyor; sığınma ayetine gelince (Allah’a) sığınıyordu. Sonra rükû’a gitti…” Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 203 (772).

Aynı rekâtta tertibe riayet etmemeyi mekruh kabul eden âlimler, bu hadiste anlatılan olayın, surelerin tertibi konusunda vahiy gelmeden önce olduğunu ve Übeyy b. Ka’b’ın mushafında o surelerin tertibinin Resûlullâh’ın okuduğu şekilde sıralandığını söylemişlerdir. Bkz: Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, c: 6, s. 62.

[3] Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, c: 6, s. 62.

[4] Buhârî, Ezân, 106.

[5] Buhârî, Ezân, 106.

Nebîmizin aile hayatı ile ilgili ayetler niçin Kur’an’da yer alıyor?

Sorunuza temel teşkil eden ayet mealen şöyledir:

“Ey iman etmiş kimseler! Yemek için izin verilmeden, vakitli vakitsiz nebînin evlerine girmeyin; davet edilirseniz girin, yemeği yiyince dağılın. Orada bir sohbet ortamı da aramayın. Bu haliniz nebîyi üzüyor ama sizden çekiniyor. Allah gerçeği söylemekten çekinmez. Onun eşlerinden bir şey istediğinizde perde arkasından isteyin. Bu sizin gönülleriniz için de, onların gönülleri için de daha nezih olur. Allah’ın elçisini üzmeye ve onun arkasından eşlerini nikâhlamaya asla hakkınız yoktur. Böyle yapmanız Allah katında ağır bir kusur olur.” (Ahzâb, 33/53)

Bu ayetlerin Kur’an’da olması bizlere sayısız konuda yardımcı olmaktadır. Bunlardan birkaç tanesini sıralamak gerekirse:

  • Bu ve benzeri Nebîmizin özel hayatına ilişkin ayetlerde Resûl (elçi) kelimesi kullanılmaz, Nebî kelimesi kullanılır. Bu durum resûl ve nebi gibi son derece önemli iki kavramı doğru anlamamızı sağlar. Maalesef meallerin hemen hepsinde bu fark gözetilmeden “peygamber” kelimesi kullanılır. Ancak resûl kelimesinin geçtiği ayetlerde de peygamber kelimesi kullanılınca aradaki farkı bu meallerden görebilmemiz imkansızlaşır. Oysa Nebî Allah tarafından, seçtiği kişiye verdiği makamdır. Resûl ise nebî olsun olmasın Allah’ın ayetlerini Allah’ın kullarına ulaştırma yani elçilik görevidir. Nebî kelimesi ile Muhammed Aleyhisselamın insan yönü vurgulanır. Nitekim kendisine bazen çok sert bir dille yapılan ikazlar da nebî kelimesi ile gelir. Tahrîm sûresinin ilk ayeti buna örnek gösterilebilir. Ancak Nebîmizin resûllük yaptığı sırada hata yapması imkansızdır. Çünkü bu esnada Allah’ın ayetlerini doğru ulaştırmakla yükümlüdür. Bu sebeple Kur’an’da daima resûle itaatten bahsedilirken nebîye itaat hiç görülmez. İşte bu gibi ayetler, bu iki kavramı birbirinden ayırma ve anlamamızda çok önemli ve özel yere sahiptirler. Konu hakkında ayrıntılı bilgi için Süleymaniye Vakfı Yayınları’ndan çıkan Nebî ve Rasûl (Fatih Orum) ile Kur’an ve Sünnet Ama Hangi Sünnet (Zeki Bayraktar) kitaplarını okuyabilirsiniz.

 

  • Bu ayetler Nebîmizin kendisine ulaşan vahyi olduğu gibi ulaştırdığının da en büyük delilidir. Zira ilk bakışta sadece kendisini ilgilendiriyor gibi görünen ayetler bile Kur’an’da yerini almaktadır. Bu da demektir ki resûl sıfatı ile kendisine vahyedilen her şeyi insanlara tebliğ etmiştir.

 

  • Ayrıca şöyle bir düşünürsek Allah Teâlâ sadece o günkü insanları ilgilendiren bir şeyler bildirmek istediğinde ne yapacaktı? Resûlullâh’a “bunu sadece bu insanlara bildir, Kur’an’a koymana gerek yok” mu diyecekti? Eğer böyle demiş olsaydı Resûlullâh’ın Kur’an dışında başka bir vahiy daha alması, ancak onu sadece belli kişilere iletmesi gerekirdi. Nitekim bugün Resûlullâh’ın Kur’an’dan başka bir de “gayrimetlüvv” dedikleri bir vahiy aldığını iddia eden ve bir kısım hadisleri bu şekilde görerek Resûlullâh’a Kur’an’a eşdeğer bir teşri (kanun koyma) yetkisi veren çevreler vardır. Oysa risalet görevi gereği Resûlullâh aldığı vahyi tamamen herkese ulaştırmak zorundadır (Mâide, 5/67). İşte bu ve benzeri ayetler gayrimetlüvv vahiy diye Kur’an’dan ayrı bir vahyin olmadığının da en güzel delilidir. Resûlullâh, Rabbimizin vahyettiği her şeyi kimi ilgilendirdiğine bakmaksızın insanlığa tebliğ etmiş, bu da Kur’an’daki yerini almıştır.

 

  • Kur’an ayetleri Allah’ın bizzat belirlediği metotla birbirlerini açıklayacak şekilde dizayn edilmiştir. Kur’an’dan hikmet denilen çözümlere ulaşabilmek için bu metodu doğru uygulamak gerekir. Böyle bir durumda hiç beklemediğiniz bir ayet araştırdığınız herhangi bir konuda başka bir ayeti açıklayabilmektedir. Dolayısıyla bir ayet eğer Kur’an’da varsa kim bilir hangi sayısız konuda farklı ayetlerle bir bütün oluşturarak ne açıklamalara gebedir. Bu metod hakkında ayrıntılı bilgi edinmek için Fatih Orum’un Kur’an ve Sünnet Temelinde Kur’an’ı Anlama Usûlü adlı kitaba müracaat edilebilir.

HAZIRLAYAN: Erdem Uygan