Blog
Bazı zayıf rivayetlere göre Yahudi Benî Kurayza kabilesinden esir alınan Reyhâne validemizin cariye olarak kaldığı ve Müslüman olmadığı söylenmiştir. Ama gerçekte Peygamberimizin eşlerinden gayrimüslim olanı yoktur. Bir Müslüman eş üzerine gayrimüslim bir cariyeyi nikâhlamak, Nisa 25 ve Bakara 221. ayetlere göre zaten haramdır.
Reyhâne validemiz Peygamberimizin teklifi ile Müslüman olmuş, onunla evlenmiş, mehrine karşılık olarak da Peygamberimiz onu hürriyetine kavuşturmuştur. (Bkz: Hayati Yılmaz, “Reyhâne bint Şem’ûn”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c: 35, s: 42)
Ayrıca Ahzâb Suresi’nin 59. ayetine göre Peygamberimizin eşlerinden hiçbirisinin başının açık olması mümkün değildir. Kaldı ki o ayette “Ey Peygamber; eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle: cilbablarını üzerlerine sıkıca örtünsünler.” Buyurularak örtünmeleri istenen kadınlar arasında hür-cariye ayrımı yapılmamıştır. Dolayısıyla Reyhâne validemizin hür değil de cariye olarak kaldığı kabul edilse bile “ben hür kadınlar gibi başımı örtmek istemem” dediğine dair rivayetin kabul edilmesi kesinlikle mümkün değildir.
Sonuç olarak Reyhâne validemiz, Peygamberimizin diğer eşleri gibi Müslüman olmuş ve yine onlar gibi başını örtmüştür.
Şayet para karşı tarafça çalıştırılıp -zarar çıktıktan sonra- kalan kârın tümü veya belli bir oranı para sahibine kar payı olarak ödenmek şartıyla verilmişse böyle bir sözleşme caiz olur. Bu durumda verdiğiniz parayı istediğiniz zaman alamazsınız. Ortaklığı bitirdiğiniz zaman borçlar çıktıktan sonra artan maldan payınızı alırsınız.
Fakat zarara katlanılmaksızın belli dönemlerde sabit bir meblağ ödenmek şartıyla yapılan sözleşme caiz olmaz; bu ortaklık değil faizli kredi sözleşmesi olur.
Doç. Dr. Servet Bayındır
Bakara sûresinin ilk ayetlerine bizim verdiğimiz mana şöyledir:
“Elif, Lâm, Mîm. Kitap budur; onda şüpheye yer yoktur. Allahtan çekinenler için rehberdir. Çekinenler; içten* inanan, namazı tam kılan ve kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır yapanlardır.” (Bakara, 2/1-3)
* Ayetin tam tercümesi “çekinenler o gaybda (el-gayb) inanırlar, yani imanları kendi gayblarında olur” şeklindedir. Kendi gaybları, başlarının bilmediği ama kendi bildikleri şey demektir. Bu da onların kalbidir.
Gayb, duyularla algılanamayana denir. İki türlü gayb vardır. Biri “gayb-ı mutlaktır” ki, onu Allah’tan başkası bilemez. Diğeri “gayb-ı izafî”dir; bazı kimseler bilir, bazıları bilmezler. Kişinin içinde olan, başkaları için gaybdır. İman kalp ile tasdiktir. Kalpteki tasdiki başkaları bilemeyeceğinden bu, gaybda olan bir tasdiktir. İşte sakınanlar gaybda inanırlar, sözünün anlamı budur. Bunun Türkçe’ye doğru tercümesi “sakınanlar içten inanırlar” şeklinde olmalıdır. İçten inanmayıp inanmış görünenler de vardır, onlar münafıklardır. Onların hükmü birkaç ayet sonra gelecektir.
Gayb, gözle görülemeyecek derecede örtülü olan şeye denir (Bkz: Ragıb el-İsfahânî, Müfredat). İman kalpte olduğu için gaybda olur. Kalpteki bazı şeyler akıl gözüyle (basiretle) görülebilir ama emin olunamaz. Çünkü kalpte olanlar gizlenebilir. Nitekim Medine’de kendini mümin olarak gösteren öyle münafıklar vardı ki, Peygamberimiz onları fark edemiyordu. (Bkz. Tevbe, 9/101)
Allah, elçilerini toplayacağı gün onlara “yaptığınıza karşılık ne gördünüz” diyecek; onlar da “bizde bilgi olmaz; gaybları sen bilirsin” diye cevap vereceklerdir. (Mâide, 5/109)
Kişinin mümin olup olmadığından melekler de emin olamazlar. Onlar da kalbe değil ağzından çıkana ve yapılan işlere bakabilirler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“İnsanı biz yarattık, içinin ona ne fısıldadığını biz biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız. İki alıcı melek oturmuş, sağdan ve soldan alırlar. Ağzından bir söz çıkarınca hemen yanında hazır bir gözcü olur.” (Kâf, 50/16-18)
Ahirette Allah’tan başkasının şefaat edemeyecek olması bundandır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“… Onun katında şefaat edecek olan da kimmiş; onun izniyle olursa başka. O, onların önlerinde olanı da bilir; arkalarında olanı da.” (Bakara, 2/255)
İnançlara baskı yapılamaması da bundandır. Bu sebeple “Dinde zorlama olmaz.” (Bakara, 2/256) buyurulmuştur. Allah imanda kesinliği şart koşar ve şöyle der:
“Bilgi sahibi olmadığın şeye körü körüne uyma. Kulak, göz ve gönül; bütün bunlar ondan sorumlu tutulacaklardır.” (İsrâ, 17/36)
Gayba değil, şehadete yani baş gözüyle veya akıl gözüyle kesin olarak gördüklerimize iman ederiz. “Eşhedu enne Muhammeden abduhu ve resuluh.” Yani “Ben şahitlik ederim ki, Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir.” dememiz bundandır. Çünkü onun elçilik belgesi olan Kur’an’ı anlayan her insan bunu akıl gözüyle görür. Kafirlerin cezalandırılması, kesinlik ortaya çıktıktan sonra gösterdikleri yanlış tavırlardan dolayıdır.
“Doğru yol kendisi için apaçık belli olduktan sonra kim o elçiden ayrı düşer ve müminlerin yolundan başka bir yola girerse onu gittiği yolda bırakır ve cehenneme sokarız. Ne kötü hale gelmektir o!” (Nisâ, 4/115)
Gayba imanla ilgili görüntülü bir cevabımızı aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz:
www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/gayb-bilinmeyen-seye-denirse-insan-gayba-nasil-iman-eder.html
Namazdan sonra veya dua edileceği her zaman duaya Allah’a hamd-ü sena ve Peygamberimize salât-ü selamla başlamak şart değil, bir tavsiyedir. Bir hadis şöyledir:
Fedâle b. Ubeyd radıyallahu anh’tan rivayete göre, o şöyle demiştir: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, mescitte oturmakta iken bir adam geldi namaz kıldı sonra şöyle dua etti: “Allah’ım beni bağışla bana acı.” Bunun üzerine Resûlullah: “Ey namaz kılan acele ettin, namaz kılıp oturduğun vakit Allah’a layık olduğu şekilde hamd et, sonra bana salât ve selam et, sonra da yapacağın duayı yap.” Bundan sonra başka biri namaz kıldı. Namazdan sonra Allah’a hamd etti ve Peygambere salât ve selam getirdi. Başka bir şey yapmadı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.), o kimseye şöyle buyurdu: “Ey namaz kılan kimse! Dua et, duan kabul edilsin.” (Tirmizî, Daavat, 65)
Peygamberimize salâvat getirmeden duaların Allah katına yükselmeyeceğini söyleyenler de şu rivayete dayanmaktadırlar:
Ömer b. Hattâb radıyallahu anh’tan rivayete göre, o şöyle demiştir:
“Dua gök ile yer arasında durur, Peygamber (s.a.v.)’e salâvat getirinceye kadar o duadan hiçbir şey Allah katına yükselmez.” (Tirmizî, Salât, 352)
Tirmizi’nin hadislerini şerh eden el-Mübarekfûri, bu sözün Peygamberimize değil; Hz. Ömer’e ait olması ve senedinde bulunan ravi Ebu Kurra el-Esedi’nin mechul/tanınmayan biri olması sebebiyle hadisin zayıf olduğunu söylemiştir. (el-Mübarekfuri, Tuhfetü’l-Ahvezi, c: 2, s: 357, 486. hadisin şerhi.)
Yüce rabbimiz “bana dua edin duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler hor ve hakir olarak cehenneme gireceklerdir.” (Mü’min, 40/60) buyurmuştur. Görüldüğü gibi ayette duadan önce hamd-ü sena ve salât-ü selâm getirilmesi diye bir şarttan bahsedilmemektedir.
Allah Teâlâ kendisinden nasıl yardım isteneceğini açık bir şekilde bildirmiştir. Ayetler şöyledir:
“Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 2/153)
“Kullarım sana beni sorarlarsa, ben yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına karşılık veririm. Onlar da bana karşılık versinler. Bana güvensinler. Böylece olgunlaşırlar.” (Bakara, 2/186)
“En güzel isimler (el-esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin.” (A’raf, 7/180)
“Rabbinize yalvara yalvara ve gizlice dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.” (A’raf, 7/55)
“… Güzel sözler O’na yükselir, o sözleri de yararlı iş (salih amel) yükseltir…” (Fâtır, 35/10)
Son ayette yer alan salih amel, sadece salât-ü selamdan ibaret olmadığına göre yukarıdaki hadisin ayetlerle de bağdaşmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Miras bırakanın karısı terekenin 1/8’ini alır. Geride kalan ise çocukları arasında her bir erkek çocuğun iki kız çocuk hissesi alacağı şekilde ikili-birli taksim edilir.
Buna göre toplam miras 64 hisse kabul edildiğinde, anneniz 1/8 olan 8 hisse, her bir erkek çocuk 14 hisse ve her bir kız çocuk 7 hisse alır. 8+14+14+7+7+7+7=64