Skip to content Skip to main navigation Skip to footer

Blog

Kuyumculardan hangi şartlar altında borç olarak altın alınabilir?

Altın ve benzeri para ve para yerine geçen farklı kıymetli malların değişimi ancak peşin olarak gerçekleştirilebilir.

Şayet soruda bahsedildiği gibi müşteri 10 gr altını (veya ona karşılık gelen TL’yi)  borç olarak istiyorsa ya aynen bu 10 gr altın ya da onun TL karşılığı, o günkü kur üzerinden borç verilebilir. Ancak altının fiyatı (kuru) müşteri ve kuyumcu arasında değil, Merkez Bankası veya her iki tarafın da dahli olamayacak başka ulusal veya uluslararası bir kurum taraftan belirlenmeli, bunların belirlediği kur esas alınmalıdır.

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/kuyumcudan-altin-satin-alip-parasini-daha-sonra-odemek-caiz-mi.html

Ödeme günü gelince de aynı 10 gr miktarındaki altın, bahsedilen kuruluşlar tarafından belirlenmiş kur üzerinden tahsil edilir.

Kısacası bu işlem yalnızca yardım amaçlı gerçekleştirilebilir; kuyumcu bu işlemden kazanç elde etmemelidir. Zira borç verip bundan gelir elde etmek faizdir.

Aşağıdaki linkte bulunan soru-cevabı da incelemenizi tavsiye ederiz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/kuyumcularin-birbirlerine-altin-kiralamasi-caiz-midir.html

Doç. Dr. Servet BAYINDIR

Kız çocuklarına Hanne ismini koymakta bir sakınca var mıdır?

Meryem validemizin annesinin ismi İslami kaynaklarda Hanne olarak geçmektedir. Bu ismin İbranicesi Hanna, Latincesi ise Anna‘dır.

Âl-i İmrân suresinin 33-37. ayetleri arasında “İmrân’ın karısı” şeklinde ismi açıkça belirtilmeden Meryem validemizin annesinden ve onun, kızı Meryem’i Allah’a adamasından bahsedilmektedir.

Bu ismin kız çocuklarına konulmasında herhangi sakınca bulunmamaktadır.

İnternetten izinsiz olarak yapılan indirmelerin cezası nedir?

Kur’an-Sünnet bütünlüğü çerçevesinde sınırları çizilen “nitelikli hırsızlık” suçu karşılığında öngörülen “el kesme” cezası (Mâide, 5/38), mal varlığına yönelik tüm ihlaller için öngörülen bir ceza değildir.

İnternetten hukuka aykırı olarak söz konusu dokümanların indirilmesi, herkes tarafından kolaylıkla gerçekleştirilebilen bir eylem olması sebebiyle, “nitelikli hırsızlığın” şartlarından olan, malın koruma altında/hırz bulunması şartı oluşmadığı için söz konusu fiil “basit hırsızlık” kapsamında, bilişim suçları içerisinde yer alan bir hak ihlali olarak değerlendirilebilir. Ancak bunun için de indirilen dokümanların bir kişi ya da kurumun mülkiyet hakları içerisinde yer alması gereklidir. Mülkiyet hakkı kapsamının dışında kalanlar için herhangi bir hak ihlalinden söz edilemez.

Bu durumda söz konusu hak ihlali suç-ceza ile ilgili “Bir suçun karşılığı ona uygun/misl bir cezadır.” (Şûrâ, 42/40) şeklindeki genel ilke çerçevesinde değerlendirildiğinde, hukuka aykırı olarak indirilen dokümanların ekonomik değeri kadar meblağın hak sahibine iade edilmesi, bir o kadar da toplum/kamu hakkı karşılığında, ceza olarak ödeme yapılması ve ayrıca internet hizmetinin olması gerekenin dışında kullanılması/sınırın aşılması/i’tidâ sebebiyle hak mahrumiyeti cezası şeklinde bir sonuca ulaşılır.

Konuyu bir misalle daha somut hale getirebiliriz: Bir kişi telif hakları kapsamında yer alan ve ücretsiz olarak indirilmesine izin verilmeyen dokümanları indirdikten sonra başkalarıyla da paylaştığını düşünelim. Paylaşılanlarla birlikte suça konu olan malın ekonomik değerinin 100 TL olduğunu varsayalım. Bu durumda failin 100 TL hak sahibine, 100 TL de toplum/kamu hakkı karşılığı olarak ceza ödemesi, ayrıca iyi hal (ıslah) gösterene kadar da internet erişiminin engellenmesi gerekir.

Söz konusu suçun bireysel olmanın ötesinde ticari amaçlarla işlenmesi durumunda, mağduriyetin giderilmesi ve uygulanacak mali ceza suçla orantılı olacağından daha büyük rakamlar söz konusu olacaktır. Ayrıca fail iyi hal (ıslah) gösterene kadar internet erişim ve ticari faaliyetlerden men olmak üzere hak mahrumiyeti cezası alacaktır. İnternet erişim ve ticari faaliyetlerden men cezalarının uygulamasının/infazının günümüz teknolojisi açısından pek de zor olmadığı söylenebilir.

Suat ERDOĞAN

Kurulması planlanan süt bankasının dinimizde hükmü ne olur?

Bebekler sütanneye verilebilir. (Talak, 65/6). Bunun karşılığında sütanne ücret de alabilir. Fakat süt akrabalığı İslam hukukunda mutlak bir evlenme engeli sayılmıştır. Allah Teala sütanne ve süt kardeşlerle evlenmeyi haram kılmıştır (Bkz: Nisâ, 4/23) Dolayısıyla kurulması planlanan süt bankasında hangi kadının sütünün hangi çocuğa verildiğinin kesin olarak tespit edilip kayıtlara geçirilmesi gerekir. Aksi takdirde bu çocukların ileride süt akrabaları ile evlenme yasağını delmelerine zemin hazırlanmış olur.

Bunun yanı sıra Kur’an-ı Kerim, sürekli olarak emzirme işine vurgu yapmıştır (Bakara, 2/233; Talak, 65/6). Bunun süt emziren kadın ile bebek arasında bir sevgi bağı meydana getirdiği aşikârdır. Bu açıdan, hem süt veren kadınların hem de o sütten yararlanan çocukların böyle bir sevgi bağından mahrum edilmemeleri için sütanneliği kurumunun yeni bir yapılanma ile hayata geçirilmesi uygun olacaktır.

Bununla ilgili görüntülü cevabımızı aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/sut-bankasi-kurulmasi-konusundaki-gorusunuz-nedir.html

Bebeklere doğumunun kaçıncı gününde isim konulmalı?

İslâmî eserlerde çocuğa ad koymanın zamanı üzerinde durulmuş ve bazı rivayetlerde doğumunun üçüncü, bazıların­da ise yedinci günü ad koymak için en uygun zaman olarak gösterilmiştir. Bu­nunla beraber Hz. Peygamber’in Mâriye’den doğma oğlu İbrahim için, “Bu gece bir oğlum doğdu, ona dedem İb­rahim’in adını verdim” (Müslim, Fedâil, 62 (2315); Ebû Dâvûd, Cenâiz, 24.) dediği, dolayısıyla doğumun birinci günü ad koyduğu bilinmekte ve bu yöndeki rivayetler diğerlerine nispetle daha sahih kabul edilmektedir. (Özgü Aras, “Ad Koyma”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c: 1, s: 332-333).

Bu bilgiler ışığında sünnete uygunluk açısından bebeklere mümkün mertebe birinci gün isim konulmalı; fakat bunu yedinci günden sonraya da bırakmamalıdır.

İsim koyarken bebeklerin sağ kulağına ezan okunması sünnettir. Ubeydullah b. Ebî Rafi’ (r.a.)’in babasından rivayete göre o, şöyle demiştir:

“Ali’nin oğlu Hasan, Fatıma’dan doğduğu zaman Resûlullah (s.a.v.)’ın onun kulağına namaz ezanı gibi ezan okuduğunu gördüm.” (Ebû Dâvûd, Edep, 106; Tirmizî, Edahî, 17)

Geleneğimizde yaygın olduğu şekli ile bebeğin sol kulağına farz namazlardan önce getirilen kametin okunmasına dair ise Peygamberimizin nakledilen herhangi bir rivayete rastlayamadığımızı ifade etmek isteriz.

Bebekler için kesilmesi tavsiye edilen Akika kurbanıyla ilgili bilgi için lütfen aşağıdaki adresi inceleyiniz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/akika-kurbaninin-dini-hukmu-nedir.html

Kuyumcuların birbirlerine altın kiralaması caiz midir?

Atölyeler altını süs veya altın üretimini gerçekleştirecekleri ekipman/alet/makine gibi kullanmayacakları, aksine o altını işleyip farklı kalıplarda altın üretip satarak ticaret yapacaklarına göre, atölyeye bu amaçla altın vermek, ne fıkıhta ne de günümüz hukukunda kiralama olur! Bu bir kredidir, borç işlemidir.

Altın’ın vadeli olarak bir menfaat karşılığında borç (kira değil) verilmesi ise caiz değildir.

Kira ile faiz arasındaki fark için aşağıdaki adresi de inceleyebilirsiniz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/mulklerden-elde-edilen-kira-geliri-ile-faiz-arasinda-ne-fark-var.html

www.fetva.net/yazili-fetvalar/gayrimenkullerden-elde-edilen-kira-ile-faiz-ayni-seyler-midir.html

Elde bulunan bir malın zekâta tabi olup olmayacağına nasıl karar verilir?

Ticaret mallarını sayı ile sınırlamak mümkün değildir. Satıp kâr elde etmek amacıyla alınan her çeşit giyim eşyası, gıda maddeleri, inşaat malzemeleri vs. ticaret malıdır ve zekâta tabidir. Bunların temel özellikleri, ticarete konu olmalarıdır.

Bir malın ticaret malı olabilmesi için iki unsurun bulunması gerekir:

1)       Satmak için almak,

2)       Kâr etme maksadı ve niyeti.

Bunlardan biri eksik olsa o mal ticaret malı olmaz.

Misal vermek gerekirse binek olarak kullanmak için alınan otomobiller ticaret malı olmaz; bunun zekâtı da verilmez. Fakat bir kişi otomobil alım satımı ile meşgul olsa ve bu araçları satmak niyeti ile elinde bulundursa onların zekâtını alış fiyatlarına ve maliyetlerine göre tespit ederek vermekle mükellef olur.

Aşağıdaki adresleri de inceleyebilirsiniz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/ticaret-mallari-icin-zekat-verileceginin-delili-nedir.html

www.fetva.net/yazili-fetvalar/3-adet-evim-var-bunlarin-zekatini-nasil-hesaplamaliyim.html

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/yatirim-amaciyla-satin-alinan-arsanin-zekati-verilir-mi.html

Ticaret malları için zekât verileceğinin delili nedir?

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَنْفِقُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّا أَخْرَجْنَا لَكُمْ مِنَ الْأَرْضِ وَلَا تَيَمَّمُوا الْخَبِيثَ مِنْهُ تُنْفِقُونَ وَلَسْتُمْ بِآخِذِيهِ إِلَّا أَنْ تُغْمِضُوا فِيهِ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ

“Müminler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Sizin göz yummadan almayacağınız kötü kısmını vermeye kalkmayın. Bilin ki Allah zengindir, ne yaparsa, güzelini yapar. (Bakara, 2/267).

Ayetteki “Kazandıklarınızdan (مَا كَسَبْتُمْ)” ifadesinin ticari malları da kapsadığı açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Peygamber (sav)’den nakledilen bir rivayet de şöyledir:

 عَنْ سَمُرَةَ بْنِ جُنْدُبٍ قَالَ أَمَّا بَعْدُ فَإِنَّ رَسُولَ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- كَانَ يَأْمُرُنَا أَنْ نُخْرِجَ الصَّدَقَةَ مِنَ الَّذِى نُعِدُّ لِلْبَيْعِ

Semure b. Cündüb (r.a.)’ten rivayet edildiğine göre o demiştir ki: “Şüphesiz Resûlullah (sav) satış için hazırladığımız (eşyâ) dan zekât vermemizi emrederdi.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 3).

İlgili ayet ve hadis birlikte değerlendirildiğinde ticaret mallarının da zekâta tabi olduğu görülmektedir.

Zekât hesabı yapılırken ticaret mallarının o anki satış fiyatları değil, mal oluş fiyatları dikkate alınır.

Zümra isminin anlamı nedir? Bu ismi koymakta bir sakınca var mıdır?

Türk Dil Kurumu Kişi Adları Sözlüğü’nde kız ismi olarak gösterilen Zümra’nın Arapça kökenli olduğu ve “Güzel, iyi ahlaklı, cesur, yürekli” anlamlarına geldiği belirtilmektedir.

Fakat tespit edebildiğimiz kadarıyla Arapça sözlüklerde Zümra/zümre (الزُّمْرَةُ) kelimesi “Topluluk, grup, cemaat” anlamlarına gelmektedir.  Bir de “Kahraman, daima insanlara yardım eden, zeki, zarif ve bilgin adam” anlamlarına gelen (الذِّمْرُ) Zimr kelimesi vardır. Bu kelimenin müennesi/dişili ise Zimra (الذِّمْرَةُ) olur, “Kahraman, daima insanlara yardım eden, zeki, zarif ve bilgin kadın” anlamlarına gelir. Zümra ismi keskin -z- (ز) ile, Zimra ise peltek -z- (ذ) ile yazılır.

Görüldüğü gibi yukarıda Zümra ismi için verilen anlamlar, Arapça’daki Zimra ismi için uygun düşmektedir. Bu isimle ilgili olarak biz bunun dışında herhangi bir bilgiye ulaşamadık.

Verilen bu bilgiler ışığında kararı kendiniz verebilirsiniz. Fakat şimdiye kadar konulan Zümra isimlerinin değiştirilmesinin gerekmediğini belirtmemizde de fayda vardır.

İbrahim sûresi 4. ayete eski alimlerden sizin gibi meal veren var mı?

İbrahim sûresi 4. ayet ve bu ayete bizim verdiğimiz meal şöyledir:

وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ فَيُضِلُّ اللَّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

“Biz, her resulü kendi toplumunun dili ile gönderdik ki onlara açık açık anlatsın. Bundan sonra Allah, sapıklığı tercih edeni sapık sayar, hidayeti tercih edeni de yoluna kabul eder. Güçlü olan o, doğru karar veren odur.” (İbrahim, 14/4)

Ayete bu meal verdikten yaklaşık 8 sene sonra İmam Mâturîdî’nin de aynı meali verdiğini büyük bir memnuniyetle tespit ettik. Hicri 333 (miladi: 944) yılında vefat etmiş olan Mâturîdî’nin İbrahim 4. ayet ile ilgili tefsiri şöyledir:

لِيُبَيِّنَ لَهُمْ فَيُضِلُّ اللَّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ :  أي يضلُّ اللّهُ مَن آثر سبب الضلال و يهدي مَن آثر سبب الذي به يهتدي ، يهدي ذلك. وقال قائلون: فيضلُّ اللّهُ مَن يَشَاء وَيَهْدِي مَن يَشَاء، هذا حكم الله أن يضل المكذبين و يهدي المصدقين. لكن الوجه فيه ما ذكرنا بدءً أنه يضل من آثر سبب الضلال ويهدي من يشاء، أي من آثر سبب الإهتداء.

“Allah, dalâlet yolunu tercih edeni saptırır, hidayet yolunu tercih edeni de hidayete erdirir. Bazıları (فَيُضِلُّ اللَّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ) ayeti için “Bu, Allah’ın tekzip edenleri saptırması, tasdik edenleri de hidayete erdirmesine dair hükmüdür” demişlerdir. Fakat doğrusu, bizim dediğimizdir. Yani Allah, dalalet sebebini (yolunu) tercih edeni saptırır, hidayet sebebini (yolunu) tercih edeni de hidayete erdirir.” (Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed el-Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Thk: Hatice Boynukalın, Dâru’l-Mîzân, İstanbul, 2006, c: 7, s: 458.)

Hicri 425 yılında vefat etmiş olan Râgıp el-İsfehânî, bu ayet başta olmak üzere birçok ayette geçen “şâe” (شاء) fiiline birçok kelam âliminin “erâde” (اراد) yani istedi manası verdiklerini söylemiştir. (Bkz: Râgıp el-İsfehânî, el-Müfredât, ş-y-e mad) Demek ki, 333. yılında vefat eden ve bir kelamcı olan İmam Mâturîdî, Râgıp’ın bahsettiği kelamcılardan değilmiş. Fakat daha sonra gelen Mâturîdî kelamcılarının, İmam Mâturîdî’nin aksine bu kelimeye “irâde” yani “isteme” manası vermeleri gerçekten çok şaşırtıcı ve ibret vericidir.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nca yayınlanan Kur’an mealinde ayete verilen anlam şöyledir:

 “Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın. Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. O mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Diyanet Vakfı’nın ayete verdiği meal ise şöyledir:

“(Allah’ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Çünkü O, güç ve hikmet sahibidir.”

Yine Diyanet’in çıkardığı Kur’an Yolu Tefsiri’nde ayete şöyle meal verilmiştir:

“İstisnasız her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açık açık anlatsın; bundan sonra Allah dilediğini sapkınlık içerisinde bırakır, dilediğini de doğru yola iletir. O, güçlüdür, hikmet sahibidir.”

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın meali de şöyledir:

“Ve biz her gönderdiğimiz Resul’ü ancak bulunduğu kavminin diliyle gönderdik ki onlara iyi beyan etsin sonra da Allah dilediğini dalâlette bırakır, dilediğini de hidayete erdirir, ve öyle Aziz Hakim O.”

Allah dilediğini yola getirip dilediğini saptıracaksa neden elçi göndersin? Bu durumda elçinin, o toplumun dili ile açıklama yapmasının ne anlamı olur? Böyle anlamsız bir iş “doğru karar veren” Allah’a yakıştırılabilir mi? İçinde ciddi çelişkiler olan ifadeler, Allah’ın sözü olabilir mi?

Hanefiler kendilerini Mâturîdî mezhebine mensup sayarlar. Görüldüğü gibi tarih içinde mezheplerin, ciddi anlamda ana çizgiden uzaklaştırılması Kur’an meallerini bile anlamsız hale getirebilmiştir.

Bu konuyla ilgili geniş bilgi edinmek isteyenlere aşağıdaki linkte bulunan “Kur’an’da İrade, Şey ve Fıtrat” başlıklı yazımızı okumalarını tavsiye ederiz:

www.suleymaniyevakfi.org/arastirmalar/kuranda-irade-sey-ve-fitrat.html

İnternet üzerinden altın alım satımı yapmak caiz midir?

Alım-satımın peşin olması ve altının fiziki olarak teslim alınması/bankadaki hesaba kaydedilmesi şartıyla caiz olur, aksi halde bu tür bir işlem faiz olur. Zira Nebîmiz altın alım-satımının peşin olması ve altının derhal teslim alınmasını şart koşmuş, şöyle buyurmuştur:

“Altına altın, gümüşe gümüş, buğdaya buğday, arpaya arpa, hurmaya hurma ve tuza tuz misli misline, dengi dengine ve peşin olur. Bu cinsler farklı olursa peşin olması şartıyla istediğiniz gibi satın.” [Müslim, Müsâkât, 81 (1583)]

Konuyla ilgili daha geniş bilgi için aşağıdaki linkte bulunan soru-cevabı da incelemenizi tavsiye ederiz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/kredi-karti-ile-taksitli-altin-satin-almak-caiz-mi.html

Âl-i İmrân sûresi 81. ayeti nasıl anlamamız gerekiyor?

Sorunuzla ilgili olarak aşağıda bulunan yazıyı okumanızı tavsiye ederiz. Zira bu yazı, sorunuza ayrıntılı şekilde bir cevap niteliğini taşımaktadır:

“Tüm nebîler, önceki ilâhî Kitapları tasdik edici olarak gelir. Bu, onların nebî olduğunun da bir tür belgesidir. Şu ayet bu açıdan önemlidir:

“Allah nebîlerden söz aldığı gün onlara, ‘Size bir Kitap ve hikmet veririm de elinizde olanı tasdik eden bir elçi gelirse ona kesinlikle inanacaksınız ve destek vereceksiniz.’ demişti. (Âl-i İmrân, 3/81)

Yukarıdaki ayette, nebîlerden alındığı söylenen misak/söz, onlar aracılığıyla ümmetlerinden alınan sözdür. İnsanlar bu sözü, ellerindeki Kitab’a iman etmekle vermiş olurlar. Bu söz, ilâhî bir kitaba bağlı olup bir nebî beklentisi içinde bulunanlara, ellerindeki kitabı tasdik eden bir nebî geldiğinde, ona inanıp destek olma sorumluluğu yükler. Bu sorumluluktan dolayı Ehl-i Kitab’a, ilk inkar edenlerin kendileri olmaması öğütlenmiştir. (Bakara 2/41) Yine bundan dolayı, ellerindeki Kitab’ı tasdik eden bir resûle inanırlarsa kendilerine iki kat ecir verileceği bildirilmektedir. (Kasas 28/54) Bu sorumluluk, Kur’ân’a hâlâ inanmamış olan tüm Ehl-i Kitap için geçerlidir. Ayette resûl kelimesinin geçmesinin bu yönüyle önemi olmalıdır. Çünkü insanlar, ellerindeki ilâhî bir Kitab’a iman etmekle vermiş oldukları sözü, bir nebînin yanı sıra Allah’ın Kitabı’nı tebliğ eden bir resûle inanarak da yerine getirebilirler.

Resûlullah’ın çağdaşı ve muhatapları olmayanlar için, ellerindeki kitabı tasdik eden resûl, Kur’ân’ı tebliğ eden kişilerdir. Bu, nihayetinde tasdik edenin Kur’ân olması anlamına gelir. Gerçekten de kendisine kitap verilen nebî, resûl vasfıyla kitabı tebliğ ettiği için musaddik olan hem resûl hem de kitaptır. Şu iki ayet bunu göstermektedir:

“Günü geldi, Allah katından onlara, ellerinde olanı doğru sayan bir kitap ulaştı. Daha önce onun, inanmayanlara karşı önlerini açacağını umuyorlardı. Ne zaman ki o geleceğini önceden bildikleri Kur’ân onlara ulaştı, onu görmezlikten geldiler. Allah’ın laneti o kâfirler üzerinedir.” (Bakara 2/89)

“Ne zaman Allah katından, ellerinde olanı doğrulayan bir elçi gelse kendilerine Kitap verilenlerden bir grubu tutar, Allah’ın kitabını sırtlarının gerisine atarlar. Sanki bunu bilmiyorlarmış gibi yaparlar.” (Bakara 2/101)

Yukarıdaki iki ayet birlikte düşünüldüğünde, kitap ve resûl kelimelerinin aynı anlama geldiği görülür. Çünkü insanlara “ellerinde olanı doğrulayan bir elçinin gelmesi”, ancak Kitap’la olur. Elçiler, kitabı tebliğ ettiğine göre,[1] onların gelmesi, kitabın yani risâletin gelmesi anlamına gelir. Yukarıda, 89. ayette, Ehl-i Kitab’ın bir nebî beklentisi içinde olduğu, o nebînin gelmesi ile kafirlere karşı bir güç kazanacaklarını umdukları, nitekim bekledikleri nebî geldiğinde, onun beklenen nebî olduğunu anlamalarına rağmen inkar ettikleri bildirilmektedir. Ehl-i Kitab’ın, Resûlullah’ın beklenen nebî olduğunu anlamaları, Kur’ân’ın ellerindeki kitabı tasdik etmesi ile mümkün olmuştur. Nitekim Resûlullah’tan mucize isteyenlere, Kur’ân’ın, ellerindeki kitaplar’ı tasdik eden ayetleri ihtiva etmesinin, onlar için yeter bir delil olduğu hatırlatılarak şöyle cevap verilmiştir:

“Sana indirdiğimiz kitaptan kendilerine okudukların, onlar için yeter delil değil mi?” (Ankebût 29/51)

Tasdik, külli olmayabilir. İlahi kitaplar, kendilerinden önceki kitapların bir kısmını daha hayırlısıyla nesh edebilir. İsâ (a.s.), Tevrat’ı tasdik edici olarak gelmesinin yanı sıra haram kılınan bazı şeyleri de helal kılmak için geldiğini söylemiştir:

“Ben, önümdeki Tevrat‘ı tasdik eden ve size haram edilmiş bazı şeyleri helâl etmek için gelen bir elçiyim. Size Rabbinizin bir belgesini de getirdim, Allah’tan korkun ve bana itaat edin.” (Âl-i İmrân 3/50)

Kur’ân’ın önceki ilâhî kitapları tasdiki, o kitaplarda bulunan ve Kur’ân’ın da misliyle nesh ettiği ayetler için geçerlidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Kendinde olanla öncekileri onaylayan ve koruma altına alan bu kitabı, sana hak olarak indirdik. O halde aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen doğruları bırakıp onların arzularına uyma.” (Mâide 5/48)

Yukarıdaki âyette geçen Kitab kelimesinin iki defa tekrarlanmış olması, bunu gösterir. Yani Kur’ân, kendisinde olan âyetler nisbetinde önceki kitapları tasdik etmiş olur. Ayrıca âyette geçen “müheymin” kelimesi de bunu desteklemektedir. Kur’ân’ın önceki kitaplar üzerinde müheymin olması, o kitaplardakilerin Allah’ın âyetleri olup olmaması konusunda son söz sahibi olması anlamındadır.[2] Kur’ân’ı kabul etmek, tüm ilâhî kitapları kabul etmek anlamına gelir. Tüm nebî ve kitaplara iman etmek de ancak böyle mümkün olur.

Sonuç olarak Kur’ân, önceki kitapları büyük oranda tasdik etmiştir. Bu, misliyle nesihtir. Önceki kitaplardaki bir kısım hükümleri de daha hayırlısı ile neshetmiştir. Ayrıca Kur’ân, önceki kitaplarda gizlenen veya üzerinde ihtilaf edilen konuları da tebyin etmiştir.”

KAYNAK: Fatih Orum, Kur’an ve Sünnet Temelinde Kur’ân’ı Anlama Usûlü, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2013, s: 137-140.

 


[1]           Mâide 5/67, 92; Nahl 16/35, 82; A’râf 7/62, 68, 79, 93; Hûd 11/57; Ahkâf 46/23; Ahzâb 33/39.

[2]           Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 246.