Skip to content Skip to main navigation Skip to footer

Blog

Esâtîrulevvelîn ifadesi “öncekilerin masalları” anlamına mı geliyor?

أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ = Esâtîru’l-evvelîn” terkibi Kur’ân’da dokuz yerde geçer. Tefsir ve mealler buna “eskilerin masalları” anlamı verirler. “أَسَاطِيرُ” kelimesi Kur’ân’da fiil ve isim kalıplarıyla onaltı yerde geçer. Kelime­nin kökü “s-t-r = س ط ر” harflerinden oluşur. Fiil hali “سَطَرَ”dır ve “bir şeye hiza vermek, saf tutturmak” anlamına gelir. Mesela hizalı bir şekilde bina inşa etmek, hizalı bir şekilde ağaç dikmek ifade edilirken mecazen bu kelime kullanılır. Aynı kökten isim olan “مُصَيْطِر” kelimesi de Kur’ân’da mecazi bir kullanıma sahiptir ve “kişileri hizaya sokan, onlara saf tutturan” anlamında olumsuz bir anlamda kullanılır.

Fiilin “yazı yazmak” anlamına gelmesi de muhtemelen yazıyla “harflerin hizaya sokulması, anlamlı bir şekilde sıralanması, bir nevi harflere saf tutturulması” sebebiyledir. Nitekim “düzene sokmak, hizalamak” anlamı aynı kökten cetvel anlamına gelen “الْمِسْطَرَة”, “mala” anlamına gelen “المَسْطَرين”, “kasap bıçağı” anlamına gelen “السَّاطوُر”, “metinde hiza, dizi” anlamına gelen “السَّطْر”, “birini gözleyip hizaya sokmakla görevli kişi” anlamına gelen “المُسَيْطِرُ” kelimelerinde de vardır.

Fiilin bu asli anlamını Kur’ân’daki kullanım da teyid eder. Nüzul sırası dikkate alındığında kelimenin Kur’ân’da ilk geçtiği yer Kalem sûresinin birinci âyetidir. Bu ayrıca, kelimenin Kur’ân’daki fiil halindeki tek kullanımıdır. Âyette kaleme ve kalemin yazdıklarına yemin edilmekte (وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ), böylece “سَطَرَ” fiilinin kalemle ilişkisi çok açık bir şekilde ortaya konmaktadır. Zaten Kalem suresinin 15. âyetinde de “أَسَاطِيرُ” kelimesi bu anlamda geçmektedir. Tefsirlerin Kalem sûresinin ilk âyetinde geçen “وَمَا يَسْطُرُونَ” ifadesiyle ilgili olarak söyledikleri, kelimenin aslî manasını ortaya koyma adına önemli tespitlerdir.

Kelimenin Tûr sûresinin 2. âyetindeki kullanımına (وَكِتَابٍ مَسْطُورٍ) dair tefsirlerde geçen ifadeler de önemlidir. Âyette kitab kelimesinin sıfatı olarak geçen “مسطور” kelimesine müfessirler genelde “yazılmış = مكتوب” anlamı verirler. “وَكِتَابٍ مَسْطُورٍ” ifadesi satırlara dökülmüş,  yani kayda geçmiş, muhafaza edilmiş kitap anlamına gelir. Nitekim sonraki âyette bu işin yani satırlara döküp kayda geçirme işinin malzemesinden bahsedilmektedir (فِي رَقٍّ مَنْشُورٍ). Kur’ân’da iki yerde geçen “قِرْطَاسٍ / قَرَاطِيسَ” kelimesi de vahyi kayda geçirirken kullanılan malzemeyi (kırtasiye) ifade etmektedir.

Kelimenin aslî anlamına uygun tefsirlerin yapıldığı bir diğer kullanım da iki âyette geçen “كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا” şeklindeki kullanımlardır. Müfessirler iki âyette geçen “مَسْطُور” kelimesine “yazılmış” anlamı verirler. Hatta âyette geçen “كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا” şeklindeki ifadenin “كان ذلك عند الله مكتوبا” şeklindeki bir kıraatinden bahsederler ki bu, âyetin tefsiri mahiyetinde olmalıdır.

Ancak aynı kökten olan “أَسَاطِيرُ” kelimesinin geçtiği âyetlere sıra gelince, tefsir ve meallerin kelimeye “masallar, hikâyeler” anlamı vermeleri çok dikkat çekicidir. Kelime Kur’ân’da dokuz yerde geçmektedir. Biri hariç kelimenin geçtiği sûrelerin tamamının Mekkî olması ve Mekke’de Ehl-i Kitab olmadığına dair algı, kelimeye bu anlamın verilmesinde etkili olmuş olabilir. Kelimenin geçtiği âyetlerden biri olan Furkan sûresinin 4. ve 5. âyeti şöyledir:

“Görmezden gelenler, ‘Bu, Muhammed’in uydurup Allah’a mal ettiği şeydir. Başka bir topluluk da ona yardım ediyor’ dediler. Yanlış ve yalana saptılar. Şunu da dediler: ‘Bunlar öncekilerin satırlarında olanlardır; yazdırtmış, sabah akşam ona belletiliyor.’”

4. âyette, Rasûlullah’ın tebliğ ettiği âyetlerin kendisine indirilen bir vahiy ürünü değil de başkalarının da yardımını alarak ortaya koyduğu yani “Allah bana vahyetti” diyerek insanlara okuduğu şeyler olduğunu söyleyenlerden bahsedilmektedir. Bu kişiler ayrıca “bunlar, öncekilerin satırlarında olanlar” diyorlar, Rasûlullah’ın onlara tebliğ ettiklerini, ona bazılarınca sabah-akşam imla ettirilen şeyler olduğunu söylüyorlar. Yani iddiaya göre Rasûlullah dinliyor sonra bunları yazdırıyor. Âyette geçen “اكْتَتَبَ” fiilinin istinsah ve istimlâ anlamına geldiği söylenir. Nitekim bazı müfessirler bu âyeti tefsir ederken, âyette sözü edilen kişilerin, “Muhammed bunları Ehl-i Kitab’tan istinsah ediyor, onlardan kitaplarında olanların kendisine yazılmasını istiyor” şeklinde itirazda bulunduklarından bahsederler.

أَسَاطِيرُ” kelimesinin geçtiği bir başka âyet şöyledir:

“Onlara âyetlerimiz okununca derler ki; Tamam dinledik; istesek onun aynısını biz de söyleriz. Bunlar, öncekilerin satırlarında olandan başka bir şey değildir.” (Enfâl, 8/31)

Yukarıdaki âyette, kendilerine Kur’ân âyetleri okunduğunda, bunların kendileri için yeni bir şey olmadığını, daha önce de bunları duyduklarını, isteseler kendilerinin de aynısını okuyabileceklerini söyleyenlerden bahsedilmektedir. Nitekim devamında, kendilerine okunan âyetlerin öncekilerin satırlarında yani kitaplarında kayıtlı olduğunu söylüyorlar. Bunlar kendilerine okunan âyetlerin Muhammed (s.a.v.)’e Allah tarafından indirilen bir vahiy değil, onun önceki kitaplardan derlediği şeyler olduğunu düşünüyorlar. Nitekim bir sonraki âyette, kendilerine okunan âyetlerin yeni bir vahiy olmadığı hususunda kati bir kanaat taşıdıkları anlaşılmaktadır.

Sonuç olarak Rasûlullah’a yapılan itirazların bir yönünü de “söylediğin şeyleri biliyoruz, bunlar önceki kitaplarda da var, yeni bir şey söylemediğine, zaten bildiğimizi, elimizde olanı tekrar ettiğine göre sana neden ayrı bir değer verip tabi olalım ki? şeklindeki itiraz oluşturuyordu. Esasında bu, Kur’ân’ın ve Muhammed (s.a.v.)’in musaddık vasfının, itiraz edenler tarafından itirafı anlamına geliyordu.

KAYNAK: Fatih Orum, Tasdik Tebyin ve Nesih, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 105 vd.

Allah Teâlâ imtihan edilmek isteyip istemediğini insana niçin sormadı?

Allah, bizi yaratan ve her şeyimizi verendir. Susadığımızda bir bardak su veren kişiye saygı duymak ve teşekkür etmek gerekir de suyu, o kişiyi ve bizi yaratana teşekkür etmek ve saygı duymak gerekmez mi? Allah’ın bizden istediği, teşekkürden başka bir şey değildir. Teşekkür de lafla olmaz, gereğini yapmakla olur. Susadığımızda su veren kişinin bize yapabileceğimiz bir işi düşünce yapmazsak kendimizi sorumlu tutmaz mıyız?

Allah’ın bizden istediği şeylerin tamamı, doğal yapımıza uygun olan, bizi rahatlatacak ve mutlu edecek olan şeylerdir. İmtihan için yarattığından bize sıkıntı verecek yanlış davranışlar da güzel gösterilmiştir. İmtihan, evrensel doğrularla kişisel doğrular arasındaki tercihten ibarettir. Allah’ın bütün emir ve yasakları evrensel doğrulardır. Günahlar da kişisel tercihlerden ve evrensel yanlışlardan kaynaklanır.

Diğer canlılardan farklı yaratılan insandan doğru davranışlar istenmesi kadar iyi bir şey olur mu?

Sonra Allah bizim dengimiz mi ki, onunla oturup sözleşme yapalım!  İlgili ayetler şunlardır:

“Göklerde ve yerde kim varsa hepsi O’nundur. O’nun katındakiler O’na kulluğu büyütmezler. Kulluktan usanmazlar da.

Gece gündüz, aralıksız O’na ibadet ederler.

Yoksa yerden ilahlar edindiler de ölüleri onlar mı diriltecek?

Göklerde ve yerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı, ikisi de bozulurdu. Bütün yönetimin (arşın) Sahibi olan Allah, onların nitelemelerinden uzaktır.

Allah, yaptığı bir şeyden dolayı sorgulanamaz, ama onlar sorgulanacaklardır.

Yine de Allah’tan önce bir takım ilahlara mı tutundular? De ki ‘Delilinizi getirin.  Benimle birlikte olanların Kitabı budur. Bu, benden öncekilerin de kitabıdır.’ Onların çoğu, bu gerçeği bilmez de onun için yüz çevirirler.

Senden önce gönderdiğimiz her elçiye mutlaka şunu bildirmişizdir: Benden başka ilah yoktur, kulluğu bana yapın.” (Enbiyâ, 21/19-25)