Yazılı Fetvalar
Oruçluyken gerek diş fırçasıyla ve gerekse misvakla dişler fırçalanabilir. Ağzı çalkalamak ve yıkamak tıpkı eli yıkamak gibidir. Çünkü oruç konusunda ağız, vücudun dış organlarından sayılmıştır. Bu esnada diş macunu da kullanılabilir. Macunun tadının boğazına gitmesi bir kokunun burna gitmesi gibidir. Yani orucu bozmaz.
KAYNAK: Yahya Şenol, Ramazan ve Oruç, 3. Baskı, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2017, s. 98-99.
Devlet bireysel emeklilik şirketinin seçimini katılımcının tercihine bırakıyor.
Bu sebeple hangi bireysel emeklilik şirketi seçilecekse onunla oturulup birikimlerin helal yollarla değerlendirilmesi üzerine anlaşılmalıdır.
Aksi durumda o şirketten ayrılmak gerekir.
Zorunlu bireysel emeklilik hakkındaki cevabımızı aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz:
Prof. Dr. Servet BAYINDIR
Bahsedilen uygulama müşteriyi kandırma durumu söz konusu olduğundan caiz değildir.
Öncelikle müşteriye bildirilen miktar ne ise o miktar kaplara tam olarak doldurulmalıdır.
Kabın maliyeti ya kâr oranı yüksek tutularak ya da müşteriden ayrıca talep edilerek karşılanabilir. Aksi halde elde edilen kazanç haram olur.
İlgili ayet mealen şöyledir:
“Bereketli olan ve kendinden öncekileri tasdik eden bu Kitabı da biz indirdik. İndirdik ki Anakenti ve çevresini uyarasın. Namazlarına özen gösterip Ahirete inananlar, buna da inanırlar.” (En’âm, 6/92)
Mekke şehri ümmü’l-kurâ yani “Anakent/Şehirlerin anası” demektir. Buradaki “şehirler” ise sadece Arap yarımadası ile sınırlı olmayıp tüm Dünyayı kapsamaktadır. Bu yüzden Mekke ve çevresi denilince tüm Dünya kast edilmiş olur.
Aşağıdaki ayetler de Muhammed Aleyhisselâmın sadece Mekke ve yakın civarı için değil; tüm insanlar için gönderilmiş bir elçi olduğununu gösteren önemli delillerdendir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Biz seni bütün insanlara, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik ama çoğu insan bunu böyle bilmez.” (Sebe, 34/28)
“De ki Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah’ın gönderdiği elçiyim. Göklerde ve yerde hâkimiyet O’na aittir. O’ndan başka ilah yoktur. Hayat veren ve öldüren O’dur. Siz Allah’a inanıp güvenin; nebî olan ümmi Resûlüne de. O Resûl de Allah’a ve O’nun sözlerine inanıp güvenir. Ona uyun ki doğru yolu bulasınız.” (A’râf, 7/158)
Bununla ilgili başka bir cevabımızı aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz:
www.fetva.net/yazili-fetvalar/kuranda-mekke-icin-kullanilan-ummulkura-ne-anlama-geliyor.html
Resûlullâh farz namazlarının haricindeki namazlarını mescidinde değil evinde kılar, ashabına da böyle yapmalarını tavsiye ederdi. Konuyla ilgili hadisler şöyledir:
“Ey insanlar! Evinizde namaz kılınız. Zira farz namaz dışındaki namazların en makbulü, insanın evinde kıldığı namazdır.” (Buhârî, Ezân 81, İ’tisâm 3)
“Namazınızın bir kısmını evlerinizde kılınız da oraları kabirlere çevirmeyiniz.” (Buhârî, Salât, 52, Teheccüd, 37; Ebû Dâvûd, Salât, 199, Vitir, 11; Tirmizî, Salât, 213; Nesâî, Kıyâmü’l-Leyl, 1.)
“Biriniz farz namazını mescitte kıldığı zaman, o namazından evine de bir pay ayırsın. Zira Allah Teâlâ bu namaz sebebiyle evinde hayır yaratır.” (Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 210; İbni Mâce, İkâmet 186.)
Nâfile namazları evlerde kılmanın çeşitli sebepleri vardır. Bunlardan biri, evlerin şerefini artırmak, oraları bereketlendirmektir. Çok önemli bir diğer sebep de evlerde kılınan namazın, insanın manevi dünyasını alt üst eden riya ve gösterişten insanı korumasıdır. Resûlullâh’ın evinin mescide bitişik olduğu halde sünnet namazları evinde kılması dikkatimizi çekmelidir.
Evlerde namaz kılmanın bir diğer hikmeti de evleri mezarlık gibi cansız ve ölü hale getirmemek şeklinde ifade edilmiştir. Ölüp de kabre girmiş kimseler için “namaz kıl!”, “Kur’an oku!” emirleri bir mana ifade etmez. Bu sebeple onlar kabristanda ne namaz kılabilirler ne de Kur’an okuyabilirler. Müslümanlar bu durumu dikkate alarak evlerini kabristana benzetmemeli, orayı içinde yatıp uyunan birer otel durumuna getirmemeli, evlerinde ibadet etmeli, namaz kılıp Kur’an okumalıdırlar. (M. Yaşar Kandemir, İ. Lütfi Çakan, Raşit Küçük, Riyâzu’s-Sâlihin Tercümesi ve Şerhi, Erkam Yay., 2006, c: 5, s: 332-333, 1132 numaralı hadisin açıklaması.)
Bunun yanı sıra sünnet namazları camide değil de evinde kılan bir Müslüman camiye gidemeyen eş, anne, baba, dede, çocuk gibi aile fertlerine de güzel bir örnek olur. Bu sayede onlara namazı nasıl kılacaklarını göstermesinin yanı sıra namaz vaktinin girdiğini ve onların da namaz kılmaları gerektiğini hatırlatmış olur.
KAYNAK: Yahya Şenol-Enes Alimoğlu, İnsanlık Tarihi Boyunca O Namaz, Süleymaniye Vakfı Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2016, s. 156-158.
Sünnet namazlar hakkında geniş bilgi için lütfen aşağıdaki linki tıklayınız:
“أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ = Esâtîru’l-evvelîn” terkibi Kur’ân’da dokuz yerde geçer. Tefsir ve mealler buna “eskilerin masalları” anlamı verirler. “أَسَاطِيرُ” kelimesi Kur’ân’da fiil ve isim kalıplarıyla onaltı yerde geçer. Kelimenin kökü “s-t-r = س ط ر” harflerinden oluşur. Fiil hali “سَطَرَ”dır ve “bir şeye hiza vermek, saf tutturmak” anlamına gelir. Mesela hizalı bir şekilde bina inşa etmek, hizalı bir şekilde ağaç dikmek ifade edilirken mecazen bu kelime kullanılır. Aynı kökten isim olan “مُصَيْطِر” kelimesi de Kur’ân’da mecazi bir kullanıma sahiptir ve “kişileri hizaya sokan, onlara saf tutturan” anlamında olumsuz bir anlamda kullanılır.
Fiilin “yazı yazmak” anlamına gelmesi de muhtemelen yazıyla “harflerin hizaya sokulması, anlamlı bir şekilde sıralanması, bir nevi harflere saf tutturulması” sebebiyledir. Nitekim “düzene sokmak, hizalamak” anlamı aynı kökten cetvel anlamına gelen “الْمِسْطَرَة”, “mala” anlamına gelen “المَسْطَرين”, “kasap bıçağı” anlamına gelen “السَّاطوُر”, “metinde hiza, dizi” anlamına gelen “السَّطْر”, “birini gözleyip hizaya sokmakla görevli kişi” anlamına gelen “المُسَيْطِرُ” kelimelerinde de vardır.
Fiilin bu asli anlamını Kur’ân’daki kullanım da teyid eder. Nüzul sırası dikkate alındığında kelimenin Kur’ân’da ilk geçtiği yer Kalem sûresinin birinci âyetidir. Bu ayrıca, kelimenin Kur’ân’daki fiil halindeki tek kullanımıdır. Âyette kaleme ve kalemin yazdıklarına yemin edilmekte (وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ), böylece “سَطَرَ” fiilinin kalemle ilişkisi çok açık bir şekilde ortaya konmaktadır. Zaten Kalem suresinin 15. âyetinde de “أَسَاطِيرُ” kelimesi bu anlamda geçmektedir. Tefsirlerin Kalem sûresinin ilk âyetinde geçen “وَمَا يَسْطُرُونَ” ifadesiyle ilgili olarak söyledikleri, kelimenin aslî manasını ortaya koyma adına önemli tespitlerdir.
Kelimenin Tûr sûresinin 2. âyetindeki kullanımına (وَكِتَابٍ مَسْطُورٍ) dair tefsirlerde geçen ifadeler de önemlidir. Âyette kitab kelimesinin sıfatı olarak geçen “مسطور” kelimesine müfessirler genelde “yazılmış = مكتوب” anlamı verirler. “وَكِتَابٍ مَسْطُورٍ” ifadesi satırlara dökülmüş, yani kayda geçmiş, muhafaza edilmiş kitap anlamına gelir. Nitekim sonraki âyette bu işin yani satırlara döküp kayda geçirme işinin malzemesinden bahsedilmektedir (فِي رَقٍّ مَنْشُورٍ). Kur’ân’da iki yerde geçen “قِرْطَاسٍ / قَرَاطِيسَ” kelimesi de vahyi kayda geçirirken kullanılan malzemeyi (kırtasiye) ifade etmektedir.
Kelimenin aslî anlamına uygun tefsirlerin yapıldığı bir diğer kullanım da iki âyette geçen “كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا” şeklindeki kullanımlardır. Müfessirler iki âyette geçen “مَسْطُور” kelimesine “yazılmış” anlamı verirler. Hatta âyette geçen “كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا” şeklindeki ifadenin “كان ذلك عند الله مكتوبا” şeklindeki bir kıraatinden bahsederler ki bu, âyetin tefsiri mahiyetinde olmalıdır.
Ancak aynı kökten olan “أَسَاطِيرُ” kelimesinin geçtiği âyetlere sıra gelince, tefsir ve meallerin kelimeye “masallar, hikâyeler” anlamı vermeleri çok dikkat çekicidir. Kelime Kur’ân’da dokuz yerde geçmektedir. Biri hariç kelimenin geçtiği sûrelerin tamamının Mekkî olması ve Mekke’de Ehl-i Kitab olmadığına dair algı, kelimeye bu anlamın verilmesinde etkili olmuş olabilir. Kelimenin geçtiği âyetlerden biri olan Furkan sûresinin 4. ve 5. âyeti şöyledir:
“Görmezden gelenler, ‘Bu, Muhammed’in uydurup Allah’a mal ettiği şeydir. Başka bir topluluk da ona yardım ediyor’ dediler. Yanlış ve yalana saptılar. Şunu da dediler: ‘Bunlar öncekilerin satırlarında olanlardır; yazdırtmış, sabah akşam ona belletiliyor.’”
4. âyette, Rasûlullah’ın tebliğ ettiği âyetlerin kendisine indirilen bir vahiy ürünü değil de başkalarının da yardımını alarak ortaya koyduğu yani “Allah bana vahyetti” diyerek insanlara okuduğu şeyler olduğunu söyleyenlerden bahsedilmektedir. Bu kişiler ayrıca “bunlar, öncekilerin satırlarında olanlar” diyorlar, Rasûlullah’ın onlara tebliğ ettiklerini, ona bazılarınca sabah-akşam imla ettirilen şeyler olduğunu söylüyorlar. Yani iddiaya göre Rasûlullah dinliyor sonra bunları yazdırıyor. Âyette geçen “اكْتَتَبَ” fiilinin istinsah ve istimlâ anlamına geldiği söylenir. Nitekim bazı müfessirler bu âyeti tefsir ederken, âyette sözü edilen kişilerin, “Muhammed bunları Ehl-i Kitab’tan istinsah ediyor, onlardan kitaplarında olanların kendisine yazılmasını istiyor” şeklinde itirazda bulunduklarından bahsederler.
“أَسَاطِيرُ” kelimesinin geçtiği bir başka âyet şöyledir:
“Onlara âyetlerimiz okununca derler ki; Tamam dinledik; istesek onun aynısını biz de söyleriz. Bunlar, öncekilerin satırlarında olandan başka bir şey değildir.” (Enfâl, 8/31)
Yukarıdaki âyette, kendilerine Kur’ân âyetleri okunduğunda, bunların kendileri için yeni bir şey olmadığını, daha önce de bunları duyduklarını, isteseler kendilerinin de aynısını okuyabileceklerini söyleyenlerden bahsedilmektedir. Nitekim devamında, kendilerine okunan âyetlerin öncekilerin satırlarında yani kitaplarında kayıtlı olduğunu söylüyorlar. Bunlar kendilerine okunan âyetlerin Muhammed (s.a.v.)’e Allah tarafından indirilen bir vahiy değil, onun önceki kitaplardan derlediği şeyler olduğunu düşünüyorlar. Nitekim bir sonraki âyette, kendilerine okunan âyetlerin yeni bir vahiy olmadığı hususunda kati bir kanaat taşıdıkları anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak Rasûlullah’a yapılan itirazların bir yönünü de “söylediğin şeyleri biliyoruz, bunlar önceki kitaplarda da var, yeni bir şey söylemediğine, zaten bildiğimizi, elimizde olanı tekrar ettiğine göre sana neden ayrı bir değer verip tabi olalım ki? şeklindeki itiraz oluşturuyordu. Esasında bu, Kur’ân’ın ve Muhammed (s.a.v.)’in musaddık vasfının, itiraz edenler tarafından itirafı anlamına geliyordu.
KAYNAK: Fatih Orum, Tasdik Tebyin ve Nesih, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 105 vd.
Allah, bizi yaratan ve her şeyimizi verendir. Susadığımızda bir bardak su veren kişiye saygı duymak ve teşekkür etmek gerekir de suyu, o kişiyi ve bizi yaratana teşekkür etmek ve saygı duymak gerekmez mi? Allah’ın bizden istediği, teşekkürden başka bir şey değildir. Teşekkür de lafla olmaz, gereğini yapmakla olur. Susadığımızda su veren kişinin bize yapabileceğimiz bir işi düşünce yapmazsak kendimizi sorumlu tutmaz mıyız?
Allah’ın bizden istediği şeylerin tamamı, doğal yapımıza uygun olan, bizi rahatlatacak ve mutlu edecek olan şeylerdir. İmtihan için yarattığından bize sıkıntı verecek yanlış davranışlar da güzel gösterilmiştir. İmtihan, evrensel doğrularla kişisel doğrular arasındaki tercihten ibarettir. Allah’ın bütün emir ve yasakları evrensel doğrulardır. Günahlar da kişisel tercihlerden ve evrensel yanlışlardan kaynaklanır.
Diğer canlılardan farklı yaratılan insandan doğru davranışlar istenmesi kadar iyi bir şey olur mu?
Sonra Allah bizim dengimiz mi ki, onunla oturup sözleşme yapalım! İlgili ayetler şunlardır:
“Göklerde ve yerde kim varsa hepsi O’nundur. O’nun katındakiler O’na kulluğu büyütmezler. Kulluktan usanmazlar da.
Gece gündüz, aralıksız O’na ibadet ederler.
Yoksa yerden ilahlar edindiler de ölüleri onlar mı diriltecek?
Göklerde ve yerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı, ikisi de bozulurdu. Bütün yönetimin (arşın) Sahibi olan Allah, onların nitelemelerinden uzaktır.
Allah, yaptığı bir şeyden dolayı sorgulanamaz, ama onlar sorgulanacaklardır.
Yine de Allah’tan önce bir takım ilahlara mı tutundular? De ki ‘Delilinizi getirin. Benimle birlikte olanların Kitabı budur. Bu, benden öncekilerin de kitabıdır.’ Onların çoğu, bu gerçeği bilmez de onun için yüz çevirirler.
Senden önce gönderdiğimiz her elçiye mutlaka şunu bildirmişizdir: Benden başka ilah yoktur, kulluğu bana yapın.” (Enbiyâ, 21/19-25)
Arapça olan Livâ (اللِّوَاءُ) kelimesi “bayrak”, “sancak” anlamlarına gelmektedir. Kız çocuklarına bu ismi koymakta dinen herhangi bir sakınca yoktur.
Öncelikle faizli kredinin kendisi haramdır. Dolayısıyla bu vesile ile “dosya masrafı” veya “komisyon” adı altında alınan/verilen meblağlar da faiz kapsamındadır. Eğer tüketici hakem heyeti vasıtasıyla dosya masraflarını bankadan geri almak mümkünse alınır; ama ondan hiçbir şekilde istifade edilmeyip muhtaç durumda olanlar için harcanması tavsiye edilir.
Daha ayrıntılı bilgi için lütfen aşağıdaki linkleri de tıklayınız:
www.fetva.net/yazili-fetvalar/banka-hesaplarinda-istenmeden-olusan-faizi-fakirlere-vermek.html
Ruhban, “korkmak”, “çekinmek” anlamlarına gelen r-h-b kökünden (rahbet, rahbâniyyet) türemiş bir kelimedir. “Allah’tan korkan”, “O’ndan çekinen” anlamında “Râhib” kelimesinin çoğuludur. Buna göre Ruhban; “Allah’tan korkan ve O’ndan çekinen kimseler”, “Allah rızasını kazanmak için dünyayı terk etmiş kişiler” olarak tanımlanır.
Tefsir kitaplarında ruhban ile genelde “Allah’tan korkanlar”, “kendilerini ibadete adamış kişiler”, “İsa (a.s.)’ın davetine icabet eden ve ona tabi olup şeriatı üzere olanlar” ve özelde “Hristiyan din adamları”nın kast edildiği söylenir.
Hristiyanlıkta rahipler, insanların Allah ile ilişkilerinde günahları kilise adına affetme yetkisine sahip olan, adaklar ve kurbanlar sunmak üzere atanmış olan kişilerdir. Türkçede bunlar papaz, keşiş olarak da ifade edilir. Hristiyanlığın algıladığı ve böyle bir algıyla oluşturulan dini kurumların İslam’da yeri yoktur. (Bkz. Hadîd, 57/27)
Bize göre, ruhban sınıfı sadece Hristiyanlığa özgü olmayıp her dinin kendi tarzında ruhbanı olabilir. Çünkü Allah’ın emri gereğince Rabbinden çekinen herhangi bir kimseye rahip denilebilir. (Bakara, 2/40)
İnsanlar çoğunlukla Allah’tan korktuğuna inandıkları ve “din adamı” olarak kabul ettikleri bu kişilere din adına bir takım yetkiler verir ve böylece yoldan çıkarlar. Bu tür kimseler hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Bilginlerini ve din adamlarını (ruhban) Allah ile aralarına koyup rab edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de öyle. Oysa onlara verilen emir, sadece tek bir ilaha(tanrıya) kul olmalarıdır. Ondan başka ilah yoktur. Allah, onların ortak (şirk) koştuklarından uzaktır.” (Tevbe, 9/31)
KAYNAK: Aydın Mülayim, Kur’an’da Din Adamları, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 61-64.
Benzer bir soru-cevap için lütfen aşağıdaki linki de inceleyiniz:
“Tavlayı yeren birçok rivayetin nakledilmesine karşılık satrançla ilgili bir tek hadis bulunmaktadır. Bu hadis de sahih hadis kitaplarında yer almamaktadır. Bu durum, satrancın tavla ve benzeri oyunlara göre dini sakıncasının daha hafif olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Abdullah b. Ömer gibi sahabeden, Hasan-ı Basri gibi tâbiinden bazılarının bunu hoş karşılamadığı bilinmektedir. Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbelî kaynakları satrancın hükmü ile ilgili farklı bilgiler verir. Ancak bu bağlamdaki açıklamalardan kumara bulaştırılmadığı, Allah’a, aileye ve topluma karşı görevler aksatılmadığı sürece satranç oynanmasında dinen bir sakınca bulunmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim birçok İslâm âlimi satrancın zihni kuvvetlendirdiği, mizacı geliştirdiği, iş hayatında azimli ve mücadeleci olmayı öğrettiği, görüş ufkunu genişlettiği, kendine güveni arttırdığı, insanı sosyalleştirdiği ve güçlü arkadaşlıklar kurulmasını sağladığı yönündeki faydalarını hatırlatarak satranç oynamanın mübah olduğunu ifade etmiştir.”
KAYNAK: Ramazan Altınay, “Satranç”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c: 36, s. 180. Erişim: www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c36/c360125.pdf
Satrançla ilgili görüntülü cevabımızı izlemek için lütfen aşağıdaki linki tıklayınız:
Nesih kelimesi Kur’an’da üçü fiil, biri isim olmak üzere dört yerde geçmektedir. Fiil olarak geçtiği yerlerden ikisinde sülâsî, birinde de istif’âl kalıbında kullanılır. Sülâsî kalıptaki iki kullanımından birinde “bir şeyin ortadan kaldırılıp yerine o şeyin aynısının ya da ondan daha hayırlısının geçmesi”, diğerinde de “bir şeyin ortadan kaldırılıp yerine bir başka şeyin geçmesi” anlamı vardır. Şöyle ki:
Bakara sûresinin 106. ayetinde, ayetin neshinden ya da unutturulmasından ve yerine ya aynısının ya da daha hayırlısının getirilmesinden (مَا نَنْسَخْ مِنْ آيَةٍ أَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَا أَوْ مِثْلِهَا); Hac sûresinin 52. ayetinde de şeytanların, resûl ve nebîlerin içlerine attıkları vesveselerden ve Allah’ın bunları ortadan kaldırdığından (أَلْقَى الشَّيْطَانُ فِي أُمْنِيَّتِهِ فَيَنْسَخُ اللَّهُ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ ثُمَّ يُحْكِمُ اللَّهُ آيَاتِهِ) bahsedilir.
Yukarıdaki iki kullanımdan hareketle, bu fiilin anlamının “bir şeyi kaldırma ve yerine bir şey koyma” olmak üzere birbirinden ayrılamayan iki yönü olduğu söylenebilir. Ayrıca kaldırılanın yerine geçen şeyin öncekinden farklı olabileceği gibi yine kendisinin de olabileceği sonucuna ulaşılabilir. İkinci durumda söz konusu olan kaldırmanın, “esasında öncesinin aynısı olan sonraki nüshanın öncekinin yerine geçmesi” anlamında olduğu ortadadır. Bakara sûresinin 106. ayetinde geçen “أَوْ مِثْلِهَا” ifadesi bunu gösterir. Kaldı ki, kelimenin sözlük anlamı içerisinde “bir kitabın aynısının çoğaltılmasının” olması da bunu destekler.
Kelimenin Kur’an’da fiil olarak geçtiği üçüncü yer Câsiye sûresinin 29. ayetidir. Fiil burada “insanların yaptıklarının kayda geçirilmesi” (إِنَّا كُنَّا نَسْتَنْسِخُ مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ) anlamındadır. Ancak ayette insanların yapıp ettiklerinin bu fiil ile ifade edilmesinin sebebi, bu kayıtların sürekli güncelleniyor olmasıdır. Yani yazılanlar sürekli değişmekte, neshe uğramakta, böylelikle istinsah gerçekleşmektedir.
Kelimenin Kur’an’da geçtiği dördüncü yer, A’râf sûresinin 154. ayetidir. Ayette, Musa (a.s.)’ın, buzağı heykelini kutsal edinerek şirke bulaşmaları sebebiyle kavmine olan kızgınlığı gittikten sona vahiylerin yazılı olduğu levhaları aldığı (وَلَمَّا سَكَتَ عَنْ مُوسَى الْغَضَبُ أَخَذَ الْأَلْوَاحَ) bildirilmekte, ardından da “وَفِي نُسْخَتِهَا هُدًى وَرَحْمَةٌ لِلَّذِينَ هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ = O levhaların bir nüshasında şu vardı: Yola gelme ve ikram, Rablerinden korkanların hakkıdır.” denilmektedir. Ayetin metninde geçen “nüsha” kelimesiyle kastedilen şayet Musa (a.s.)’ın aldığı levhalar(dan bir kısmı) ise, bu durumda bunlar için nüsha kelimesinin kullanılması, diğer nebilere olduğu gibi Musa (a.s.)’a da verilenlerin nihayetinde Musa (a.s.)’dan önceki nebilere verilenlerin bir nüshası olması sebebiyle olabilir. Ayette geçen nüsha ile kastedilen, Musa (a.s.)’a verilenlerden çoğaltılan nüshalar da olabilir.
Nesih kelimesinin gerek Arap dilindeki gerek ayet ve rivayetlerdeki kullanım alanları dikkate alındığında, kelimeye “beyân” anlamının verilmesi mümkün gözükmemektedir. Öte yandan Kur’an’daki, beyan kavramının çerçevesine nesih girmemektedir. Çünkü Kur’an’da tebyîn, zaten var olan şeylerin ortaya konması anlamında kullanılır.
KAYNAK: Fatih Orum, Tasdik Tebyin ve Nesih, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 286-287.
Ahbâr (احبار), kelimesi “Hibr”in çoğuludur. Hibr (حبر) ise sözlükte “âlim”, “bilgin”, ve “mürekkep” gibi anlamlara gelir.[1]
Tefsirlerde Ahbâr kelimesine “Yahudi din adamları”, “Bilgili âlimler”, “Fakihler”, “Zâhitler” gibi farklı anlamlar verilmiştir.
Ahbâr; herhangi bir konuda veya sadece dini konularda kitaplar, yazılar yazan kişiler; özelde Yahudi din adamları, genelde Müslüman veya gayrimüslim tüm âlim/bilginler için kullanılır.[2]
Bu kelime Kur’an’da dört ayette ve hepsi de çoğul olarak geçmektedir.[3] Bunlardan bir tanesi mealen şöyledir:
“Ey inanıp güvenenler! Bilginlerin ve din adamlarının birçoğu insanların mallarını haksız yolla yer ve onları Allah’ın yolundan engellerler…” (Tevbe, 9/34)
KAYNAK: Aydın Mülayim, Kur’an’da Din Adamları, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 58.
[1] İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. IV, s. 157; el-İsfâhânî, Müfredât, s. 215.
[2] İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. IV, s. 157; el-İsfâhânî, Müfredât, s. 215; Mâide, 5/44.
[3] Mâide, 5/44, 63; Tevbe, 9/31, 34.
Dinimiz namazların sünnetlerini kılmayı kesin olarak emretmemiş; teşvikte bulunmuştur. Kılanlar büyük sevaplar elde eder; ama kılmayanlar herhangi bir günaha girmiş olmazlar. Farz namaz gibi anlaşılmaması için sünnet namazların bazen terk edilmesi uygundur.
Sabah namazının sünneti, öğle namazının sünnetleri, akşam namazının sünneti ve yatsı namazının son sünneti Nebîmizin devamlı kıldığı, nadiren terk ettiği sünnetlerdir. Bunlara sünnet-i müekkede denir. Bunları kılmak her ne kadar kişiye çok büyük sevaplar kazandırsa da farz değildirler; terk edilmeleri halinde kişiye uhrevî bir azap gerektirmez. Yani kişi kılmaması halinde Allah katında bu namazlardan hesaba çekilmez. Fakat Nebîmizin nadiren terk edip sürekli kılması, bir Müslüman için bu namazları kılma konusunda yeterli bir sebeptir. Zira o bize her konuda örnektir. O, bu namazları sürekli kılmışsa bizim de sürekli kılmaya çalışmamız gerekir. Nebîmiz bu namazları kendi başına ihdâs etmemiş, bazı ayetlerden yola çıkarak kılmıştır. Bu ne kadar böyle olsa da kesin bir emir olmadığı için bunların farz gibi algılanmaması da önemlidir. Bu yüzden bazen terk edilebilir.
Cevabın yayımlandığı yer için bkz: Yahya Şenol-Enes Alimoğlu, İnsanlık Tarihi Boyunca O Namaz, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 158-159.
Sünnet namazlar hakkında geniş bilgi için lütfen aşağıdaki linki tıklayınız:
Farzlardan önce ve sonra kılınan sünnet namazların ayetten delili var mı?
Furkân sûresi 51. ayeti mealen şöyledir:
“Tercihi farklı yapsaydık (her topluluk yerine) her beldeden bir uyarıcı çıkarırdık.”
Parantez içine aldığımız (her topluluk yerine) ifadesi şu ayetlerin gereğidir:
“Biz her topluma (ümmete) elçi gönderdik; Allah’a kul olsunlar ve azgınlardan uzak dursunlar diye. Onların içinden, Allah’ın yoluna kabul ettiği kimseler de oldu, sapıklığı hak etmiş olanlar da. Yeryüzünü dolaşın da o yalancıların sonunun nasıl olduğunu bir görün.” (Nahl, 16/36)
“Bu gerçeği seninle birlikte gönderdik ki, müjdeler veresin ve uyarılarda bulunasın. Her toplumun (ümmetin) geçmişinde mutlaka bir uyarıcı bulunmuştur.” (Fâtır, 35/24)
Bu ayetler birlikte okunduğunda her beldeden değil; her bir ümmet yani toplum/topluluktan bir uyarıcı çıkarıldığı anlaşılmaktadır.
İlgili ayetler mealen şöyledir:
“Ey inanıp güvenenler (müminler)! Her şeyi sormayın; açıklansa hoşunuza gitmez. Kur’an indirilirken sorarsanız açıklanır; ama Allah onlardan sorumlu tutmamıştır. Allah bağışlar, ikramı boldur.
Sizden önce bir topluluk böyle sorular sormuş, sonra o yüzden kâfir olmuşlardı.” (Mâide, 5/101-102)
Kaynaklarda bir hutbe esnasında bazı Müslümanların Resûlullâh’a nesepleri (babaları) ve onların ahiretteki durumlarıyla ilgili soru sormaları (Buhârî, Tefsîru Sûreti’l-Mâide, 12; Mevâkîtu’s-Salât, 11) bazılarının haccın her yıl farz olup olmadığını sormaları (İbn Mâce, Menâsik, 2) ve genel anlamda Resûlullâh’a gereksiz yere soru sorulmasıyla ilgili (Buhâri, Fiten, 15, İ’tisâm, 3) rivayetler yukarıda mealleri verilen ayetlerin nüzul sebebi olarak gösterilir.
102. ayette belirtildiği şekliyle geçmiş ümmetlerin sordukları sorulara, yaptıkları ilginç isteklere ise şu ayetler örnek gösterilmiştir:
“Ehl-i Kitap ister ki onlara gökten bir kitap indiresin. Musa’dan bunun daha büyüğünü istemişler ve ‘Bize Allah’ı apaçık göstersene!’ demişlerdi. Yanlış yapmalarından ötürü onları yıldırımlar çarpmıştı…” (Nisâ, 4/153)
“Musa’dan sonra İsrailoğullarının ileri gelenlerini hiç gözünde canlandırdın mı? Onlar Nebîlerine: ‘İçimizden bir başkomutan çıkar ki Allah yolunda savaşalım’ dediler. ‘Savaş yazılır da ya savaşmazsanız?’ dedi. Dediler ki: ‘Neyimiz kaldı ki Allah yolunda savaşmayalım? Hem yurtlarımızdan çıkarıldık hem çocuklarımızdan ayrı bırakıldık.’ Savaş üzerlerine yazılınca pek azı dışında hepsi kaçıverdi. Allah o zalimleri bilir.
Nebîleri onlara: ‘Size başkomutan olarak Allah, Tâlût’u çıkardı’ dedi. ‘O bize nasıl komutan olabilir? Başkomutanlık ondan çok bizim hakkımızdır. Onun fazla bir malı da yok’ dediler… “ (Bakara 2/246-247)
Musa aleyhisselam zamanında Yahudilerin kesmeleri gereken “Bakara” ile ilgili her türlü ayrıntıyı sormaları ve bunun üzerine her defasında kendilerine daha zor hükümlerin bildirilmesi de ayrı bir örnek olarak hatırlatılabilir. (İlgili ayetler için bkz: Bakara, 2/67-71)
Ayetlerden anlaşılacağı gibi geçmişte bazı insanlar kendilerine gönderilen Elçilere onları küçük düşürmek ve alay etmek niyetiyle bu tür sorular sormuşlar ve istekte bulunmuşlardı. İstekleri yerine getirildikten sonra da inkarcılıklarına devam etmişler ve bu durum onların helak edilmesine sebep olmuştur. Resûlullâh döneminde de bu tür benzer istek ve sorulara kalkışanlar olunca Mâide 101 ve 102. ayetler indirilmiş ve geçmişe atıfta yapılarak bundan uzak durmaları istenilmiştir.
Farsça kökenli olan Asude/Âsûde (ﺁﺳﻮﺩﻩ) ismi; “Sıkıntı ve üzüntülerden uzak, rahat, dingin, huzurlu, sessiz, sakin” gibi manalara gelmektedir.
Kız çocuklarına isim olarak konulmasında herhangi bir sakınca yoktur.
Ahzâb sûresinin 7. ayetinde nebîlerden hangi konuda ağır bir misak/söz alındığına dair doğrudan bir ifade yoktur. Ancak ağır sözün Muhammed (s.a.v.)’den de alındığı göz önünde bulundurulursa ayette kastedilen misakın, Âl-i İmrân 81. ayette geçen, “eldeki kitabı tasdik eden bir resûl geldiğinde ona inanıp yardım etmeye dair misak” olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü Muhammed (s.a.v.) son nebîdir; ona ve ona indirilene iman eden için artık, elindeki kitabı tasdik eden bir resûle iman etme yükümlülüğü yoktur. Nitekim Bakara sûresinin 282. ayetinde, öncekilere yüklenen bu yükün (ısr) bizden kaldırıldığı anlaşılmaktadır. Aynı şekilde A’râf 157. ayette de Resûlullah’ın, Ehl-i Kitap’tan “ısr” yükümlülüğünü kaldırdığı bildirilmektedir. O halde bu ayette alınan kuvvetli misak, o dahil tüm nebîlerden alınan bir misak olmalıdır. Ahzâb sûresinin 8. ayeti bu misakın ne olduğu hususunda önemli bir ipucu vermektedir. O ayette, kendilerinden misak alınanlara bu misakın gereğini yapıp yapmadıklarına dair Allah’ın hesap soracağı haber verilmektedir. Bu, nebîlerden, kendilerine indirileni insanlara tebliğ etme konusunda alınan söz olmalıdır. Şöyle ki:
Nebîler, kendilerine indirileni resûl vasfıyla insanlara eksiksiz bir şekilde tebliğ etmekle yükümlüdürler. Resûllere düşenin, Allah tarafından kendilerine indirileni tebliğ olduğuna dair pek çok ayet vardır. Resûlullâh özelinde bu emir şöyle verilmiştir:
“Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun.” (Mâide, 5/67)
Nebîlerden, bu görevi yaparken, olanı olduğu gibi tebliğ etmeleri istenmiş, aksi takdirde bunun cezasının çok ağır olacağı Kur’an’da açık ifadelerle belirtilmiştir. Resûlullâh’ın olanı olduğu gibi tebliğ etme yükümlülüğü hususunda Hâkka sûresinin 44 vd. ayetleri ile İsrâ sûresinin 73 vd. ayetleri de oldukça önemlidir.
Mehdi ile ilgili olarak sitemizde bulunan cevaplarımıza ise aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz:
İslam’da mehdi inancı hakkında bilgi verir misiniz? Mehdi gelecek mi?
Ölüler kabirlerinde kendilerini ziyarete gelecek olanları beklerler mi?
Ölmüşlerimiz için bizim yapabileceğimiz tek şey, onlar için hayır dualar etmektir. Dua etmek için de kabirlerine gitmek şart değildir.
Kabir ziyareti ölülerden ziyade diriler için gereklidir. Çünkü bu ziyaret hayatta olanlara ölümü ve ahireti hatırlatır. Nebîmiz, kabir ziyaretini bu sebeple tavsiye etmiş ve: “Kabirleri ziyaret edin, çünkü bu size ölümü/ahireti hatırlatır.” (Müslim, Cenâiz, 108; Tirmizî, Cenâiz, 60; Nesâî, Cenâiz, 101; İbn Mâce, Cenâiz, 47, 48) buyurmuştur.
Kabir ziyareti ve ölmüşlerimizin ardından yapabileceklerimize dair sitemizde geniş bilgiler bulunmaktadır. Lütfen aşağıdaki linkleri tıklayınız: