İnsanlara ulaştırılması amacıyla Melek Cebrail vasıtasıyla Kur’an’ın indirildiği ilk muhatap Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi ve sellemin kendisi ve vahyin ilk muhatapları Arap olduğu için Kur’an da Arapça olarak indirilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki onlara açık açık anlatsın…” (İbrahim, 14/4)
Vahyin ilk muhatabı olan Araplara Arapça olarak hitap edilmesinden daha tabii bir şey beklenemez. Fakat bu, Kur’an’ın evrensel olma özelliğine engel teşkil etmez. Kaldı ki Kur’an’ın birçok ayetinde herkes için geçerli olacak “Ey insanlar!” ve “Ey iman edenler!” çağrısı yapılmakla birlikte hiçbir ayette “Ey Araplar!” çağrısı yoktur.
Ayrıca aşağıdaki ayetler Nebîmizin tüm insanlara elçi olarak gönderildiğini, dolayısıyla onun mesajının da evrensel olduğunu gayet açık bir şekilde göstermektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“(Ey Resûlüm!) Biz seni bütün insanlara müjde verici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bunu bilmiyorlar.” (Sebe, 34/28)
“De ki: Ey insanlar! Ben Allah’ın size, hepinize gönderdiği elçiyim. Göklerin ve yerin hâkimiyeti onun elindedir. Ondan başka ilah yoktur…” (A’râf, 7/158)
“Bu Kur’an bana vahyedildi ki sizi ve ulaştığı herkesi onunla uyarayım.” (En’âm, 6/19)
“Bütün âlemi uyarmak üzere kuluna Furkân’ı indiren (Allah) ne yücedir!” (Furkân, 25/1-2)
KAYNAK: Yahya Şenol, “Bize Soruyorlar”, Kitap ve Hikmet Dergisi, Ocak-Mart 2016, Sayı: 12, s: 99.
Kur’an-ı Kerim okumak, dinlemek veya ona dokunmak için abdest almak şart değildir! Abdestin tarif edildiği Mâide suresi 6. ayete ve “sahih” hadislere göre abdest, Kur’an okumak veya ona dokunmak için değil; namaz kılmak için şarttır. Birçok fıkıh ve ilmihal kitabında yazan “Kur’an’a abdestsiz dokunulmaz” hükmü “zayıf” rivayetlere dayanmaktadır.[1] Böylesine önemli bir konuda zayıf hadislerle amel edilerek helal veya haram belirlenemez.
Kur’an okunacağı zaman ne yapılması gerektiği ile alakalı olarak Allah Teâlâ müstakil bir ayet indirmiş, şöyle buyurmuştur:
Görüldüğü gibi Kur’an okunacağı zaman şeytandan Allah’a sığınmak haricinde herhangi bir emir bulunmamaktadır.
Kur’an’a abdestsiz olarak dokunulamayacağını ileri sürenler “Ona tertemiz kılınanlardan başkası dokun(a)maz.” (Vâkıa, 56/79) ayetini delil getirir, tertemiz kılınanlar ifadesi ile de abdestli olanların kast edildiğini öne sürerler. Halbuki ayetin öncesi ve sonrası dikkatli bir şekilde okunduğunda orada Kur’an’a abdestsiz dokunulamayacağından değil, başka bir şeyden bahsedildiği görülmektedir. İlgili ayetler şöyledir:
“Hayır! O yıldızların mevkilerine (bulundukları yere) yemin ederim ki -eğer bilseniz bu pek büyük bir yemindir- şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur’an’dır. Ona tertemiz kılınanlardan başkası dokun(a)maz. Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.” (Vâkıa, 56/75-80)
Bağlamıyla birlikte okunduğunda 79. ayette şu an elimizde bulunan mushaflardan değil; müfessirlerden Fahreddîn er-Râzî’nin de isabetle belirttiği gibi [2] Levh-i Mahfûz’da kayıtlı bulunan ana metinden bahsedildiği anlaşılmaktadır. Aşağıdaki ayetler de bunu göstermektedir:
“Doğrusu sana vahyedilen bu Kitap, Levh-i Mahfûz’da bulunan şanlı bir Kur’an’dır.” (Burûc, 85/21-22)
Ayetlerde aslı Levh-i Mahfûz’da olduğu belirtilen Kur’an’a sadece tertemiz kılınanların yani meleklerin[3] dokunabileceği[4] belirtilmiştir ki sahabeden Abdullah İbn Abbâs, tâbîînden Said b. Cübeyr ve İkrime bu görüşte oldukları gibi[5] İmam Mâturîdî de tefsirinde bu anlayışı tercih etmiştir.[6] Zira ayette geçen “lâ yemessuhû”(لَا يَمَسُّهُ) ibaresi, “ona dokunmasın” anlamında bir nehiy yani yasaklama değil; “ona dokunamaz” anlamında nefiy yani olumsuzluk bildiren bir ifadedir.
Ayrıca Arap dili kurallarına göre eğer ifade nehiy cümlesi olsaydı i’râb, elimizdeki mushaflarda olduğu şekliyle “lâ yemessuhû” değil de lâ yemseshu (لَا يَمْسَسْهُ) veya lâ yemessehû (لَا يَمَسَّهُ) şeklinde olurdu.
Görüldüğü gibi ayetlerden gelenekte yaygın olarak söylenegeldiği gibi Kur’an’a abdestsiz dokunulmaz hükmünü çıkarmak Arap dili kuralları açısından da mümkün değildir.
Meseleye rivayetler açısından bakıldığında da durum aslında bundan farklı değildir. Mesela Abdullah İbn Abbâs’tan gelen rivâyete göre, bir defasında Resûlullâh tuvalet ihtiyacını giderip gelmiş, tam kendisi için hazırlanan yemeğe oturacakken oradakiler: “Abdest almak için sana su getirelim mi Ya Resûlallâh?” demişler, bunun üzerine O şöyle buyurmuştur:
“(Hayır!) Bana sadece namaza kalktığım zaman abdest almam emredildi!”[7]
Nebîmiz, “Bana sadece namaza kalktığım zaman abdest almam emredildi” sözüyle: “Müminler! Namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi ve dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın. Başınızı mesh edin, ayaklarınızı da topuklarınıza kadar…” (Mâide, 5/6) âyet-i kerimesine işaret etmiş ve namaza kalkmanın dışında hiçbir iş için abdest almakla emrolunmadığını ifade buyurmuştur. Eğer Kur’an’a dokunmak için de abdest alınması şart olsaydı O: “Bana sadece namaza kalkacağım ve Kur’an’a dokunacağım/okuyacağım zaman abdest almam emredildi” derdi. [8]
KAYNAK: Yahya Şenol, “Bize Soruyorlar”, Kitap ve Hikmet Dergisi, Ocak-Mart 2016, Sayı: 12, s: 98-99.
İman, Allah’a tam olarak güvenmektir. Küfür ise Allah’ın bir veya birden fazla âyetini görmezlikten gelmektir. Dünyanın neresinde ve hangi şartlar altında yaşarsanız yaşayın, âyetleri görmezlikten gelmeniz için bir çok sebep bulursunuz. Öyle olmasa imtihan olmaz. Çünkü imtihan, dünyayı ahirete tercih edip etmeme imtihanıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Kâfirlik edenlerin (ayetleri görmezlikten gelenlerin) çetin azaptan çekecekleri var. Onlar, dünya hayatını Ahiretten çok seven ve ıvec yapark (Allah’ın yolunu, anlaşılamayacak biçimde çarpıtmaya çalışarak) ondan uzaklaşan kimselerdir. Onlar derin bir sapkınlık içindedirler.” (İbrahim 14/2-3)
Dindarların çoğu, imtihanın verdiği sıkıntılara dayanamayıp şeytanın tuzağına düşer ve dine hizmet yerine dini kendine hizmet ettirmeye çalışır. Bir süre faydasını da görür ama sonu büyük bir hüsran olur.
“Melekler, yanlışlar içindeyken canlarını aldıkları kimselere “Ne haldeydiniz?” diye sorarlar, onlar: “Dünyada güçsüz hale getirildik” derler. Melekler: “Allah’ın toprağı geniş değil miydi, başka yere gitseydiniz ya!” derler. Onların varıp kalacakları yer cehennemdir. Ne kötü yere düşmektir o!” (Nisa 4/97)
Din fıtrattır, onun emir ve yasakları evrenseldir. Müslüman, şartlar ne olursa olsun Allah’ın âyetlerine kayıtsız şartsız teslim olan kişidir. Böyle bir kişi, evrensel doğruların savunucusu olduğu için tek başına da olsa dünyanın en güçlü kişisidir.
Allah’ın din tanımı, şu ayetin içindedir:
“Sen yüzünü dosdoğru bu dine, Allah’ın varlıklarda geçerli kanununa (fıtrata) çevir. O, insanları da ona göre yaratmıştır. Allah’ın yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. İşte sağlam din bu dindir. Ama insanların çoğu bunu bilmez.” (Rûm, 30/30)
Varlıkların bir parçası olan insan, menfaatlerine ters düşünceye kadar Kur’ân’a uygun davranışlara saygı duyar. Menfaatlerine ters düşünce bazı âyetlere karşı tavır almaya başlar; kendini ve çevresini tatmin için de “Ne yapabilirim, şartlar bunu gerektiriyor!” der. İşte kafirlik budur. Kâfir, en büyük çatışmayı kendi içinde yaşar ve ilk mücadeleyi kendine karşı verir. Bu da onu, ciddi anlamda zayıflatır.
Müslüman hiçbir zaman ve hiçbir gerekçe ile kişisel menfaatlerini ilahi menfaatlere tercih edemez. Mücadele etmesi gereken şeylere teslim olamaz. O zaman Allah’ın gazabını hak eder.
“Emir kulu olmak bahane olabilir mi?” diye soruyorsunuz. Evet, hepimiz emir kuluyuz; ama en güçlü olan Allah’ın emirlerinin kuluyuz!
Allah’tan önce başkasına kul olmak, şirkin tanımıdır. Şirk de Allah’ın asla affetmeyeceği günahtır. Allah Teâlâ bize İbrahim aleyhisselamı örnek verir. Âyetler şöyledir:
“İbrahim ve beraberinde olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Bir gün halklarına şöyle demişlerdi: “Bizim sizinle ve Allah’ı ikinci sıraya koyarak kendilerine kul olduğunuz kimselerle bir ilişiğimiz yoktur. Biz sizi tanımıyoruz. Tek ilah olan Allah’a inanıp güvenmenize kadar aramızda düşmanlık ve nefret doğmuştur. Rabbimiz! Biz seni vekil edindik ve sana yöneldik. Dönüp varılacak yer, senin huzurundur.” İbrahim’in babasına söylediği şu söz, size örnek olmaz: “Allah’tan sana gelecek bir şeyi engellemeye gücüm yetmez ama senin bağışlanman için dua edeceğim”.
(Onlar dualarını şöyle sürdürdüler:) Ey Rabbimiz! Kafirlere bizi ezdirme. Bizi bağışla. Rabbimiz! Üstün olan ve doğru kararlar veren Sensin.”
Onlarda sizin için, Allah’tan ve ahiretten umudu olan herkes için, güzel bir örnek vardır. Kim yüz çevirirse bilsin ki kimseye ihtiyacı olmayan ve yaptığını güzel yapan Allah’tır.
Bakarsın Allah, düşmanlık ettiğiniz o kimselerle sizin aranızda bir sevgi bağı oluşturur. Allah, her şeye ölçü koyar. Allah bağışlar, ikramı boldur.” (Mümtahine 60/4-7)
İnsan, doyumsuz olarak yaratılmıştır. İnsanı batıran, menfaatlerini ikinci sıraya atamamasıdır.
Bazı kavramlar Allah için kullanıldığı gibi insanlar için de kullanılır. “Rab” onlardan biridir. Rab kelimesinin en uygun karşılığı “sahip”tir. Arapçada ev sahibine rabb’ud-dâr, sermaye sahibine rabb’ül-mâl denir. Yusuf aleyhisselâm, kralın gönderdiği köleye şöyle demişti:
“… Rabbine dön de sor bakalım, ellerini kesen kadınların derdi neymiş? Benim Rabbim onların oyunlarını bilir.” (Yusuf, 12/50)
Bu ayette Rab kelimesinin hem Allah Teâlâ hem de kölenin sahibi olan kral için kullanılması bundan dolayıdır.
Mevlâ “dost, efendi” anlamlarına gelir. Ve kelimenin bu manada insanlar için kullanımına dair Kur’an’da ayetler vardır. (Örnek için bkz: Nahl, 16/76; Ahzâb, 33/5)
Seyyid kelimesi de “efendi” anlamına gelir. Bu kelime Âl-i İmrân sûresi 30. ayette Yahya aleyhisselâm için kullanılmıştır. Dolayısıyla insanlar için kullanılmasında esasen bir sakınca yoktur. FAKAT işi farklılaştıran, kullanılırken kelimelere yüklenen anlamlardır. Mesela Seyyid’ül-Kainat = Kainatın Efendisi sözü son derece yanlıştır! Bu vasıf ancak ve ancak Allah Teâlâ’ya verilebilir.
Türkçede Rab kelimesini kimse “sahip” anlamında anlamadığı için onun kullanımı da tehlikelidir.
Netice itibarıyla bu kelimeleri insanlar için kullanırken oldukça dikkatli olmak ve yanlış anlamlar yüklememek gerekir.
Lütfen aşağıdaki görüntülü cevabımızı da izleyiniz:
Savaş esiri kadınların cinselliğinden evlilik dışı yolla yararlanma, yaygın olarak kabul edildiğinden Kur’an bu konu üzerinde özellik durur. Ayetler bunun evlilik dışı olmasının mümkün olmadığını defalarca açıkladığı halde bugün Müslümanların bu yanlışta nasıl ittifak ettiği ortadadır.
Öte yandan Kur’an, cariyelerle evlenmeyi, fidyelerini ödeyip hürriyetlerine kavuşmanın bir yolu olarak kabul eder; ama buna rağmen tavsiye etmez (Bkz: Nisâ, 4/25). Çünkü fidyeyi ödeme amacıyla yapacakları evlilik, mutluluk getirmeyebilir.
1. Öncelikle namuslu mümin kadınlar tercih edilmelidir. Bir müslüman cariyeyi eş olarak almak isteyen kişinin, onu hürriyetine kavuşturmaya gücü yetiyorsa Nebimizin Safiyye validemize yaptığı gibi onu hürriyetine kavuşturarak evlenmesi gerekir. (Nisâ, 4/25)
2. Namuslu, mümin, hür kadınlarla evlenecek maddi gücü olmayanlar namuslu mümin cariyelerle evlenebilirler. (Nisâ, 4/25)
3. Bir gayrimüslim kadınla evlenmek üçüncü sırada yer alır. Mümin cariye, gayrimüslim kadına tercih edilir. (Bakara, 2/221)
4. Namuslu gayrimüslim cariye ile evlenme en son tavsiye edilendir. (Bakara, 2/221 ve Nûr, 24/3)
5. Zina eden ve tevbe ederek kendi düzeltmemiş olanlar ise ancak kendileri gibi zina eden veya müşrik olan biriyle evlenebilirler. (Nûr, 24/3)
İşte bütün bunlardan dolayı evlilik konusu, savaş esiri cariyelerle birlikte anlatılır.
Daha geniş bilgi için aşağıda linki verilen yazımıza müracaat edebilirsiniz:
Cihat; gayret göstermek, var gücüyle çalışmak, çabalamak, bir işi başarmak için tüm imkanları kullanmak anlamına gelen “cehd” kelimesinden türemiş bir kavramdır. Hayatın gayesi olarak Allah’a kulluk etmek, Allah ve Resulü’nün koyduğu ölçülerin fert ve toplum hayatına uygulanmasına çalışmaktan İslâm’ı diğer insanlara tebliğe, İslâm ülkesini ve Müslümanları her türlü tehlike ve saldırılara karşı savunma ve bu konuda gerektiğinde savaşmaya kadar kapsamlı bir anlam taşıyan cihad; kalp, dil, el ve silah gibi beşerî aksiyonun ortaya konulduğu her vasıta ile yapılabilmektedir. (Ahmet Özel, “Cihad”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1993, c: 7, s: 528)
Cihat, şemsiye bir kavram olarak düşünülmelidir. Silahlı mücadeleyi ve savaşı da içerir; ama sadece savaş anlamına gelmez. Kur’an’da savaş anlamına gelen kelime “kıtâl/mukâtele” dir. Cihat’ın sadece savaş anlamına gelmediğinin en büyük delili şu ayettir:
“Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onlara karşı Kur’an’la büyük bir cihat et.” (Furkân, 25/52)
Kur’an ile cihat… Kur’an ile cihat, Kur’an’ı silah olarak kullanmak değildir elbette. Buradan anlaşılması gereken, kafirlerle mücadelenin Kur’an’la ve Kur’an’a uygun bir şekilde yapılması gerektiğidir. Dolayısıyla bir Müslümanın Allah rızasını hedef edinerek İslam için var gücüyle çalışması cihat kapsamına girer. Bir de düşmanla yapılacak olan savaş her zaman karşılaşılabilecek bir olay değildir. Fakat insan sürekli olarak nefsiyle ve şeytanla mücadele halindedir. İşte bu mücadelenin adı da cihattır. Yani gerektiğinde mal ile cihat yapılır, gerektiğinde can ile… Kısacası Allah için neyi, nerede, ne zaman ve ne şekilde yapmak gerekiyorsa onu, orada, tam zamanında ve en iyi şekilde yapmanın adıdır cihat.
Bugün Müslümanlar olarak öncelikli vazifemiz Allah’ın gösterdiği şekilde yaşamaya, elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışmaktır. Bunun yolu da Kur’an’ı anlamak, yaşamak ve Müslümanlar olarak hep birlikte Kur’an etrafında birleşmekten geçer. Bunu gerçekleştirdiğimiz takdirde Allah da bizlere her alanda büyük başarılar nasip edecektir. Bu, Allah’ın müjdesidir. Aşağıdaki ayetleri düşünüp buna göre hareket etmemiz gerekmektedir:
Nûr, 24/55-56: Allah, içinizden inanan ve iyi iş yapanlara söz vermiştir; öncekileri hâkim kıldığı gibi bunları da mutlaka yeryüzüne hâkim kılacak, razı olduğu dini bunlar için sabitleştirecek ve korku çekmelerinin ardından güvene kavuşturacaktır. Bunlar bana kulluk ederler ve hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Bundan sonra da görmezlik eden olursa onlar yoldan çıkmış olurlar. Namazı tam kılın, zekâtı verin ve bu elçiye boyun eğin ki ikram olunasınız.
Muhammed, 47/7: Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.
Hacc, 22/40: Allah, kendisine yardım edenlere elbette yardım eder. Allah güçlüdür, her işin üstesinden gelir.
Rum, 30/47: İnananlara yardım boynumuza borçtur.
Bakara, 2/214: Öncekilerin başlarına gelenlerin bir benzeri sizin de başınıza gelmeden Cennet’e girebileceğinizi mi düşünüyorsunuz? Baskılar ve zorluklar onları öyle sarmış, öylesine sarsılmışlardı ki Allah’ın elçisi ve beraberindeki müminler: “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek!” diyecek hale gelmişlerdi. Bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.
Âl-i İmrân, 3/103: Allah’ın ipine hep beraber sıkı sarılın; kendinizi kenara çekmeyin. Allah’ın üzerinizde olan nimetini aklınızdan çıkarmayın. Bir zamanlar birbirinize düşmandınız; Allah kalplerinizi birbirine ısındırdı da onun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarındaydınız, oradan sizi o kurtardı. Allah, âyetlerini işte böyle açıklar ki hedefe ulaşabilesiniz.
Saff, 61/10–13: Ey iman edenler! Sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Resûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat edersiniz. Eğer bilirseniz sizin için en iyisi budur.
İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur.
Bundan başka, sevdiğiniz bir şey daha: Allah katından bir yardım ve yakın bir zafer vardır. İnananlara müjde ver.
KAYNAK: Yahya Şenol, “Bize Soruyorlar”, Kitap ve Hikmet Dergisi, Ekim-Aralık 2015, Sayı: 11, s: 98.
Eti helal bir hayvana ait olsa da hayvan gübresi zaten pistir. Fakat gübre toprağa atıldığında başkalaşım (istihâle) geçirmek suretiyle ürüne tesir ettiği için herhangi bir haramlık söz konusu olmamaktadır.
Domuz gübresinde de durum aynıdır. Bu tür gübrelerle yetişen ürünleri yemek caizdir.
Bahsettiğiniz mallar, sürekli yıpranan ve yıprandıkça değeri azalan mallardır. Kiraya verilmediği veya satılmadığı taktirde bir gelir getirmez; aksine büyük sıkıntı kaynağı olurlar. Bir ayet şöyledir:
“(Hayra) neyi harcayacaklarını da soruyorlar. De ki: “Artanı!” Allah, ayetlerini size böyle açıklar ki düşünesiniz.” (Bakara, 2/219)
“Artanı” diye meal verdiğimiz “afv =العفو” sözü, hem zekât verecek kişinin durumunu hem de zekât malının özelliğini ifade eder. İşlenen günah da kişinin yapısında olmadığı, sonradan ortaya çıktığı için onu görmezlikten gelmeye de “af” denir. Bir ayet de şöyledir:
“Artandan al, iyiliği emret; kendini bilmezlerden de yüz çevir.” (A’râf, 7/199)
Bu fetvaların arka planındaki ayetler yeterince anlatılamadığı için haklı olarak bu tür şüpheler ortaya çıkmaktadır.
Bir de şöyle düşünün: Ev yaptıran kişi, elindeki imkanları, işçi parası, malzeme parası vs. için harcamış ve tamamen topluma aktarmış olur. Onun bu faaliyeti ile toplumda ciddi hareket meydana gelir. İhtiyacından fazla ev yaptırması da eve ihtiyacı olanların kiralık ev bulmalarını sağlar. Bu da önemli bir hizmettir.
Bununla ilgili görüntülü cevabımıza da aşağıdaki linkten ulaşılabilir:
Borçlarınızı ödemek için bir kez daha harama yönelmeyin. Bir yanlış başka bir yanlışla düzeltilemez. Sonra borcunuz daha büyük bir sarmala dönüşebilir.
Acil olarak yapmanız gereken ya bir dosttan karz-ı hasen temelinde faizsiz borç alarak yahut-varsa -herhangi bir varlığınızı satıp nakde çevirerek borcunuzu kapatmak ya da bunların hiçbiri mümkün değilse mevcut borcu yeni faizli kredi almadan, masraflarınızdan bir miktar kısarak bir an önce kapatmaktır.
Aksi durumda bahsettiğiniz yöntem de faiz olur ve caiz olmaz.
Allah Teala, İnşirâh suresinde şöyle buyurmaktadır:
“Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır.
Hakikaten her zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.
Öyleyse boş kalınca kalk, yorul.
Ve yalnızca Rabbine giden yola sarıl.” (İnşirâh, 94/5-8)
Bu ayetlere göre her daim çalışmamız, bir işi bitirdiğimizde başka bir işe yönelmemiz ve sadece Allah’a güvenmemiz gerektiği emredilmiştir. Biz bu emirlere uyarsak Allah da bize kolaylıklar ihsan edeceğini müjdelemektedir. Dolayısıyla kesinlikle harama tevessül etmeyin. Sabredin ve çok çalışın. Bunun yanı sıra bu zor durumu kolaylığa çevirmesi için Allah’a dua edin. Unutmayın ki yardım erken gelmez. Allah sizi dener, sıkıntılara sokar, sarsar… Bakar ki sabrediyor ve harama tevessül etmiyorsunuz işte o zaman yardımını gönderir. Şu ayet bunu açık bir şekilde ifade etmektedir:
“Öncekilerin başlarına gelenlerin bir benzeri sizin de başınıza gelmeden Cennet’e girebileceğinizi mi düşünüyorsunuz? Baskılar ve zorluklar onları öyle sarmış, öylesine sarsılmışlardı ki Allah’ın elçisi ve beraberindeki müminler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek!’ diyecek hale gelmişlerdi. Bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214)
Görüldüğü gibi Allah imtihanı tamamlamadan yardımını göndermez. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Bu insanlar, inandık deyince rahat bırakılacaklarını, sıkıntıya sokulmayacaklarını mı sanıyorlar? Onlardan öncekilerini de sıkıntılara sokmuştuk. Allah kimlerin samimi olduğunu elbette bilecektir. Kimlerin yalancı olduklarını da bilecektir.” (Ankebût, 29/2-3)
Kurban kesmeyi “vacip” olarak kabul eden Hanefi mezhebine göre nisap miktarı mala sahip olan her bir bireyin ayrı bir kurban kesmesi gerekir. Aile bireylerinden sadece birinin kurban kesmesi, diğerlerinden bu sorumluluğu düşürmez. Aralarında ufak tefek farklılıklar olmasına rağmen kurbanı “sünnet” olarak kabul eden başta Şâfii, Mâlikî ve Hanbeliler olmak üzere birçok alim ise aynı çatı altında yaşayan aile bireylerinin tek bir hayvan -ki bu bir küçükbaş da olabilir- kesebileceklerini, böylelikle hepsinin birden sevaba nail olabileceklerini söylemişlerdir. (Ali Bardakoğlu, “Kurban (İslam’da Kurban)”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Ankara, 2002, c: 26, s: 437)
Hac suresinin 34. ayetinde diğer ibadetlerden farklı olarak tek tek fertlere değil de “Her ümmete/topluluğa” kurban kesme görevinin yüklenmiş olduğunun beyan edilmesi ve Resûlullâh’ın zaman zaman hem kendi aile bireyleri ve hem de ümmeti adına tek bir kurban kesmekle yetinmiş olması, çoğunluğun görüşünün daha isabetli olduğunu göstermektedir.
“Ey insanlar! Her sene her ev halkına bir kurban kesmek gerekir” (Ebû Dâvûd, Dahâyâ, 1; Tirmizî, Edâhî, 19; İbn Mâce, Edâhî, 2) buyurarak kurbanı ev halkıyla (aile ile) ilişkilendiren Resûlullâh, bir sene kurban bayramında sadece bir koç kurban etmiş ve “Bismillâh… Allah’ım! (Bunu) Muhammed’den, onun hane halkından ve Muhammed ümmetinden kabul eyle!” (Müslim, Edâhî, 19 [1967}) şeklinde dua etmiştir. Kaynaklarda onun, semiz ve boynuzlu iki tane koçu, birisini ümmetinden kurban kes(e)meyenler, diğerini de kendisi ve aile fertleri adına kurban olarak kestiği de nakledilmiştir.
Ayrıca burada sahabeden Halid b. Zeyd’in, nâmıdiğer Ebû Eyyûb el-Ensârî’ (ö. 49/669)’nin bir sözünü de hatırlatmadan geçemeyeceğiz. Tâbiîn devrinin önde gelen fakih ve muhaddislerinden Atâ b. Yesâr (ö. 103/721), Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye Resûlullâh zamanında kesilen kurbanların sayısına dair bir soru sormuş, o da şöyle cevap vermiştir:
“(Resûlullâh zamanında) Kişi kendisi ve çoluk çocuğu için sadece bir kurban keserdi. Onun etinden hem kendileri yer hem de başkalarına yedirirlerdi. Fakat (o devirden) sonra halk (çok sayıda kurban kesmekle) iftihar etmeye başladı ve durum işte şimdi gördüğün hale dönüştü!’” (Tirmizî, Eđâhî, 10; İbn Mâce, Eđâhî, 10; Muvatta, Dahâyâ, 4)
Buraya kadar yer verilen bilgiler “nafaka halkasına dahil olup hayatlarını aynı çatı altında sürdüren aile bireyleri adına tek bir kurban kesmenin yeterli olduğu hususunda herhangi bir tereddüde mahal bırakmamaktadır. Ayrıca bu husustaki rivayetlerin geneli dikkate alındığında ashab-ı kiramın Hz. Peygamber zamanında kurban ibadetini bu şekilde yerine getirdikleri, Resûl-i Ekrem (sas)’in bu uygulamadan haberdar olmasına rağmen herhangi bir olumsuz tavır sergilemediği anlaşılmaktadır. Bir küçükbaş hayvanın kaç kişi adına kurban edilebileceği hususunda fukaha arasında bazı ihtilaflara rastlanmakta ise de, bir ev halkının tamamı adına bir küçükbaş hayvanın kafi olduğu hususunda bu rivayetler açık ve kesindir.”
Netice itibariyle aynı çatı altında yaşayan aile bireylerinden maddi imkanı yerinde olanların her birinin ayrı ayrı kurban kesmesi şart değildir. Hepsinin birleşerek aile adına tek bir kurban (küçükbaş) kesmelerinde bir sakınca yoktur. Bunu yaparken aile reisi -tıpkı Hz. Peygamber’in yaptığı gibi- hayvanın bedelini tek başına karşılayabileceği gibi aile bireylerinin hep birlikte para katarak ortaklaşa küçükbaş bir hayvan kesmeleri veya bir büyükbaş hissesine girmeleri de pekâlâ mümkündür. Fakat buna rağmen kendisine kurban düşen aile bireylerinden her biri ayrı bir kurban kesebilirler.
KAYNAK: Yahya Şenol, “Kurbanla Gönülleri Hoş Tutmak”, Kitap ve Hikmet Dergisi, Ekim-Aralık 2014, Sayı: 7, s: 58-62.
NOT: Konuyla ilgili biraz daha geniş bilgiyi www.suleymaniyevakfi.org sitemizin ARAŞTIRMALAR bölümünde bulunan KURBANIN FERT YA DA AİLE ADINA KESİLMESİ TARTIŞMALARI başlıklı yazıdan elde edebilirsiniz.
Böyle bir anlaşma caiz olmaz. Anapara ve kar garantisi içeren her türlü anlaşma fıkha aykırıdır.
Finansör sermayeyi koyar, başlangıçta kar oranları yüzdesel olarak belirlenir. Proje kar ederse taraflar başta anlaştıkları oranda karı alırlar. Proje zarar ederse sermayeye karşılık gelen zarar sermayeden, emeğe karşılık gelen zarar da emekten gider. Yani çalışan bu süre için hiçbir gelir alamaz, sermayedar da oluşan zarara katlanır.
Proje tamamlanıp paraya çevrilip, hesapların kapatılması durumunda ise önce -şayet kalmışsa-sermaye çıkarılıp sahibine verilir, sermayeden arta kalan miktar başlangıçta belirlenen kar oranlarıyla paylaşılır.
Yalnızca SMS ile katılım sonucu hediye çekilişleri yapılıyorsa bu, kumar olur.
Fakat SMS sadece başvuru için kullanılıyor, asıl çekilişe firmadan rayiç fiyatlarla yapılan alışveriş sonucu katılım sağlanıyorsa bu durumda caiz olur.
Benzer bir soru cevap için lütfen aşağıdaki linki tıklayınız:
Miras bırakanın karısı yani anneniz terekenin sekizde birini alır. Kalan ise çocuklar arasında erkek çocuğun iki kız çocuk hissesi alacağı şekilde pay edilir. Buna göre taksim şöyle olur:
Terekenin tamamı 48 hisse kabul edilirse, anneniz sekizde biri olan 6 hisseyi alır. Kalan 42 hisse, çocukları arasında erkek çocuğun 14 hisse, kız çocukların her birinin 7’şer hisse alacağı şekilde paylaştırılır. 6+14+7+7+7+7=48
Bu tetkiklerin hiçbiri orucu bozmaz. Ancak bazı röntgen ve tomografi filmleri ilaçlı çekilir. Yani işlem öncesinde damardan bazı ilaçlar verilir. Eğer bu ilaçlar tek başına değil de serum ile birlikte verilirse oruç bozulur. Ama serum ile değil de tek başına verilirse (besleyici olmadıkları için) orucu bozmaz.
KAYNAK: Zeki Bayraktar, “Oruçlu Hastalar İçin Bazı Tıbbi Öneriler”, Kitap ve Hikmet Dergisi, Temmuz-Eylül 2015, Sayı: 10, s: 22.
Lokal anestezi amacıyla diş etlerine (çeneye) yapılan iğneler de orucu bozmaz. Ancak bu hastalar eğer tedavi esnasında ve/veya tedavi sonrasında bir miktar sıvı yutabilirler. Bu durumda oruç tabi ki bozulur. Aksi halde bozulmaz. Eğer tedavi sonrasında ağrı kesici veya antibiyotik gibi ilaçlar kullanılacaksa günlük olarak ağızdan tek doz halinde alınan ilaçlar veya parenteral preparatlar (damara veya kasa yapılan iğneler) tercih edilebilir.
KAYNAK: Zeki Bayraktar, “Oruçlu Hastalar İçin Bazı Tıbbi Öneriler”, Kitap ve Hikmet Dergisi, Temmuz-Eylül 2015, Sayı: 10, s: 22.
Sonda takma işlemi orucu bozmaz. Çünkü bu işlem ile vücuda verilen herhangi bir besleyici madde yoktur.
Sondanın rahat geçmesi için idrar kanalına verilen kayganlaştırıcı madde de orucu bozmaz. Çünkü bu madde hem besleyici değildir hem de kana karışmaz.
Sonda takıldıktan sonra sondanın balonunu şişirmek için verilen 15-20 ml civarındaki sıvı da orucu bozmaz. Çünkü bu sıvı sondanın içinde kalır.
Bazı hallerde idrar kesesini (mesaneyi) yıkamak için takılan sondanın içinden verilen fizyolojik serumlar da orucu bozmaz. Çünkü bu sıvı mesaneye girer. Bu şekilde mideye veya kana karışan herhangi bir sıvı olmaz.
KAYNAK: Zeki Bayraktar, “Oruçlu Hastalar İçin Bazı Tıbbi Öneriler”, Kitap ve Hikmet Dergisi, Temmuz-Eylül 2015, Sayı: 10, s: 22.
Kanser hastalarına tatbik edilen kemoterapi ilaçları, sıklıkla belli bir miktar sıvı (serum) ile birlikte verilir. Dolayısıyla kemoterapi ilaçları değil ama onlarla birlikte verilen bu serumlar orucu bozar. Ayrıca kanser ve kemoterapi tedavisi nedeniyle zaten dirençleri düşük olan bu hastaların oruç tutması dirençlerini daha da düşürebilir. Bu nedenle kemoterapi seansları döneminde bu hastaların oruçlarını ertelemeleri caizdir.
KAYNAK: Zeki Bayraktar, “Oruçlu Hastalar İçin Bazı Tıbbi Öneriler”, Kitap ve Hikmet Dergisi, Temmuz-Eylül 2015, Sayı: 10, s: 21-22.
Kalın bağırsakların son bölümünde yer alan içeriği (gaytayı) dışarı almak için tatbik edilen maddelere lavman denilir. Genelde sıvı olan bu maddeler özel apareylerle makattan içeriye tatbik edilirler. Bunların kana karışması söz konusu değildir. Zaten bağırsak içeriği ile birlikte tekrar dışarı çıkarlar. Dolayısıyla besleyici bir mahiyeti yoktur ve orucu bozmazlar.
KAYNAK: Zeki Bayraktar, “Oruçlu Hastalar İçin Bazı Tıbbi Öneriler”, Kitap ve Hikmet Dergisi, Temmuz-Eylül 2015, Sayı: 10, s: 21.