Skip to content Skip to main navigation Skip to footer

Yazılı Fetvalar

Bankaların avukatlığını üstlenmek caiz midir?

Bankaların faiz dışı alacaklarının tahsili için avukatlık yapılabilir. Ancak, faiz alacakları için bu hizmetin verilmesi caiz değildir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Kim iyi bir işe aracılık ederse onun da o işten bir nasibi olur. Kim kötü bir işe aracılık ederse onun da ondan bir payı olur. Allah her şeyin karşılığını vericidir.” (Nisa, 4/85)

“İyilikte ve fenalıktan sakınmakta yardımlaşın, günah işlemek ve aşırı gitmekte yardımlaşmayın.” (Maide, 5/2)

Sibel isminin anlamı nedir, bu isimde bir sakınca var mıdır?

Türk Dil Kurumu Kişi Adları Sözlüğü‘ne göre Sibel ismi Türkçe kökenli olup aşağıdaki anlamlara gelmektedir:

1. Buğday başağı.

2. Henüz yere düşmemiş yağmur damlası.

Görüldüğü gibi bu ismin anlamlarında dinimize aykırı herhangi bir durum söz konusu değildir. Bu yüzden Sibel’in kız çocuklarına isim olarak konulmasında bir sakınca olmadığı gibi bu ismin değiştirilmesi de gerekmemektedir.

İsmin hangi durumlarda değiştirilmesi gerektiğine dair lütfen aşağıdaki linki tıklayınız:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/isim-hangi-durumlarda-degistirilmelidir.html

Jokeylik yapmak günah mıdır?

Çocuklara, gençlere ve arzu eden yetişkinlere  ata iyi binmeyi öğretme anlamına jokeyliğin meslek edinilmesine bir sakınca yoktur. Bilakis sevap vardır. Çünkü Nebimizin at yetiştiriciliği ve biniciliğine ilişkin yönlendirici sözleri vardır. Ama kumar türü at yarışlarında görev alma anlamında jokeylik caiz değildir. Zira bu tür binicilikte Kur’an’ın yasakladığı “günah olan işlerde yardımlaşma” vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“İyilikte ve fenalıktan sakınmakta yardımlaşın, günah işlemek ve aşırı gitmekte yardımlaşmayın.” (Mâide, 5/2)

“Müminler! Hamr (kişiyi sarhoş edip uyuşturan şey) kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytan işi pisliklerdir. Onlardan uzak durun ki umduğunuza kavuşasınız.

Şeytanın istediği tek şey, hamr (kişiyi sarhoş edip uyuşturan maddelerle) ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, bir de  Allah’ın zikri (olan Kur’an) dan ve namazdan sizi alıkoymaktır. Artık vazgeçersiniz değil mi?” (Mâide, 5/90-91)

Ali Rıza Demircan

Borcun erken ödenmesi durumunda yapılan iskonto faiz midir?

Fakihlerin çoğu, erken ödemeye karşılık yapılan indirimi, borcu geciktirmeye karşılık yapılan ilaveye benzeterek borcun indirimini faiz saymışlardır. Fakat böyle bir benzerlik faiz ile alım satım arasında da kurulabilmektedir. Bu tür konularda esas olan, benzerlikler değil, farklılıktır.

Abdulaziz Bayındır’ın Ticaret ve Faiz kitabının ilgili bölümü şöyledir:

“… İbn Kayyım el-Cevziyye iskontoyu caiz görür. Ona göre, “Borcu erken ödemeye karşılık yapılan indirim faizin tam zıddıdır. Çünkü faiz, vadeyi uzatmaya karşılık borcu artırmaktır ama bu, vadeyi kısaltmaya karşılık borcu azaltmaktır. İki taraf da bundan yararlanır.  Haram sayanlar, faize kıyaslamışlardır ama “Ya vadesinde öde, ya da borcu artır” sözü ile “Borcunu erken öde, bir yüzlük bağışlayayım” sözü arasındaki açık fark görmezlikten gelinemez. Biri nerede diğeri nerede? Bunu yasaklayan ne bir nas, ne  bir icma ne de sahih bir kıyas vardır.

İbn Kayyım bunun, İbn Abbas’ın görüşü olduğunu, Ahmed b. Hanbel’den yapılan iki rivayetten  birinin böyle olduğunu, bunu ondan İbn Ebî Musa ve bir başka kişinin rivayet ettiğini ve hocası İbn Teymiyye’nin de bu görüşü tercih ettiğini bildirmektedir. (İbn Kayyım el-Cevziyye, İ’lâmu’l-Muvakkıîn, c: 3, s. 371).

İbn Kayyım’ın dediği doğrudur. Bu tür iskontoyu yasaklayan ne ayet ne de hadis vardır. Ayet ve hadislerdeki riba, borca yapılan ilavedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“İnsanların malları içinde artsın diye faize verdiğiniz şey (borç) Allah’ın yanında artmaz.” (Rûm, 30/39)

“Müminler” Allah’tan korkun, faizden geriye ne kalmışsa  bırakın. Eğer inanan kişilerseniz (böyle yaparsınız.)” (Bakara, 2/278)

Allah’ın elçisi şöyle buyurmuştur:

“…Kim artırır veya fazlasını isterse faize girmiş olur.” (Müslim, Müsâkat, 82/1584)

Bu tür konularda esas olan benzerlik değil, farklılıktır. Kadınla erkek de birbirine benzer; ama birine kadın, diğerine erkek denmesi oradaki farklılıktan dolayıdır. Burada da farklılık vardır; faiz  borca ilâve, iskonto ise indirimdir. İndirime faiz denmeyeceği için iskontoyu faiz kapsamına almak yanlış olur.”

Ayrıntı için bkz. Abdulaziz Bayındır, Ticaret ve Faiz, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2007, 91 vd.

Yuşa adında bir nebî var mıydı?

Yûşa’ (as)’ın, İsrailoğulları’na gönderilen nebîlerden olduğu kabul edilir. İsrailoğulları, Firavun’dan kurtulduktan sonra Kenan’a giderlerken Yûşa’ın Musa aleyhisselam ile birlikte olduğu, Mâide sûresi 23. ayette sözü edilen iki kişiden birinin ve Kehf suresi 60. ayette Musa’nın genç yardımcısı olarak bildirilen kişinin o olduğu kabul edilir.

Kur’an’da adı zikredilmeyen  Yûşa’ hakkındaki bilgiler genel olarak Tevrat’a dayanmaktadır (Bkz. Sayılar, 13/8; Tesniye, 32/44; Çıkış, 33/11). Tevrat’ta ondan Musa’nın yanında olan ve Musa öldükten sonra İsrailoğulları’nı kendilerine vaat edilen topraklara sokan kişi olarak bahsedilir.

Net bir şey söylemek zor olsa da Yûşa’ın nebî olma ihtimali vardır. Nebî değilse bile en azından Musa aleyhisselama iman etmiş salih bir kişidir.

Ayrıntılı bilgi için bkz: Ömer Faruk Harman, ” Yûşa'”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c: 44, s. 43-45.

“Cemaatten ayrılırsam eşim boş olsun” sözüyle boşanma olur mu?

Erkeğin boşama hakkına “talak” denir. Bu konu Kur’an’da ayrıntılı olarak açıklanmış ve şöyle buyurulmuştur:

“…İşte bunlar, Allah’ın çizdiği sınırlardır. Sakın bunları aşmayın. Her kim Allah’ın sınırlarını aşarsa işte onlar zalimlerdir.” (Bakara, 2/229)

“Allah’ın çizdiği sınırlar = hudûdullâh” ifadesi, Kur’an’da 14 yerde geçer; bunların 8 tanesi talak ile ilgilidir. Bunlar, Allah’ın talak konusuna ne kadar önem verdiğini gösterir.

“Cemaatten ayrılırsam eşim boş olsun” gibi bir şeyin olmasına veya olmamasına ya da bir zamana bağlanan talak şekli, ne Kur’an’da ne de Allah’ın Elçisinin uygulamasında vardır. Dolayısıyla bu şekildeki bir talak, Kur’an’a ve Sünnete aykırıdır ve geçersizdir.

Şarta bağlanan talakla ilgili tüm delilleri mukayeseli bir şekilde incelemek isteyenler aşağıdaki linkte bulunan çalışmayı okuyabilirler:

www.suleymaniyevakfi.org/fikih-arastirmalari/sarta-baglanan-talk-master-tezi.html

Kur’an’da yer alan Talak’ın nasıl olduğunu öğrenmek isteyenler de şu linkteki yazıyı okuyabilirler:

www.suleymaniyevakfi.org/kuran-arastirmalari/talak-erkegin-bosama-hakki.html

Cuma namazının öğle vaktinde kılınacağının ayetlerden delili var mı?

Farz namaz vakitlerini düzenleyen Hûd suresi 114 ve İsrâ suresi 78. ayetlere göre günün ilk namazı öğle, son namazı ise sabah namazıdır. Cuma suresinin 9. ayetinde geçen Ey inanıp güvenenler! Cuma günü, o namaz için çağrı yapıldığında /ezan okunduğunda Allah’ın zikrine koşun… ifadesinden de cuma günü farz bir namaz için yapılacak ilk çağrının, diğer günlerde olduğu gibi günün ilk farz namazı için yani öğle vaktinde olması gerekir. Dolayısıyla Cuma namazının vaktinin, öğle namazının vakti ile aynı olduğu Kur’an’la sabit olmuş olur. Resûlullâh’ın uygulaması da ayetlere göredir.

Kur’an’a göre gece-gündüz ilişkisine dair bilgi için aşağıdaki linkleri tıklamanızı tavsiye ederiz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/cuma-gecesi-persembeyi-cumaya-baglayan-gece-midir.html

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/islami-hesaba-gore-gece-mi-once-gelir-gunduz-mu.html

Çocuklara Yağmur, Toprak, Doğa, Nehir, Irmak gibi isimler konulabilir mi?

Ünlü İslam tarihçisi Muhammed Hamidullah’ın İslam Peygamberi adlı kitabında sahabe isimleri ile ilgili verdiği bilgi şöyledir:

“Arapların İslâmiyet’e geçtikten sonra aldıkları isimler öncekilerle aynı idi. İstisnai olarak, putperestlikle ilgili adlar kesinlikle terk edilmiş ve insanı rahatsız eden ve edepsizlik ifade eden isimlerden de kaçınılmıştır (…)

Yaygın olan isimler arasında, taş, bitki, hayvan, renk, meyve ya da herhangi bir nitelikle ilgili adlara da rastlanmaktaydı: Hacer (Taş) bunlar arasında en yaygın olanıydı. İbn Düreyd, Arapça’da kullanılmakta olan sözcüklerin kökenlerini açıklamak için, Kitâbu’l-İştikâk adıyla başlı başına bir kitap yazmıştır. Resulullah’ın sahabeleri arasında Alkame, Evsece, Talha, Semure, Sümâme, Harmele gibi değişik “bitki adları” taşıyanların yanı sıra; Esed, Leys, Bekr, Sa’lebe, Sibâ, Erkam gibi çoğunlukla “yırtıcı hayvan” isimlerini kullananlar da bulunmaktaydı.

Bir niteliği ifade eden isimlerin başında Muhammed’in “övülen, yüceltilen ve müjdelenen”, Ömer’in “insanları bir yere toplayıp orasını canlandıran”, Ali’nin “yüksek”, Ayşe’nin “yaşayan, hayat dolu”, Fâtıma’nın “süt emzirmeyi kesen”, Rukiyye’nin “küçük olduğu halde yukarı çıkmaya, yükselmeye çalışan” anlamlarına geldiğini hatırlatalım.”  (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, 1830-1831. paragraflar)

Buna göre çocuklara Yağmur, Toprak, Doğa, Nehir, Irmak vs. gibi isimleri koymakta herhangi bir sakınca olmadığı anlaşılmaktadır.

Sonradan “Şeytan” ismini alan İblis, zamanında bir melek miydi?

Allah Teâlâ bir ayette insanları da cinleri de kendisine kulluk etsinler diye yarattığını bildirmiş (Zâriyât, 51/56), başka bir ayette de şöyle buyurmuştur:

“Mesih (İsa) Allah’a kul olmaktan geri durmaz. Mukarreb melekler de öyle. Kim ona kulluktan geri durur da büyüklük taslarsa taslasın Allah onların hepsini huzuruna toplayacaktır.

İnanan ve iyi işler yapanlara hem ücretlerini tastamam verecek hem de ikramda bulunacaktır. Kul olmayı kendine yakıştıramayıp büyüklük taslayanları da elem verici bir azaba çarptıracaktır. Onlar kendileri için, Allah ile aralarına girecek ne bir dost ne de yardımcı bulacaklardır.”  (Nisâ, 4/172-173)

Allah’a kul olmak, meleklerin de görevidir. Onlardan “mukarreb” olanlar yani Allah’ın kendine yakın saydıkları, Allah’a kulluktan geri durmazlar. Ama ayetin devamından da anlaşılacağı gibi bunlar da dahil olmak üzere, her kim Allah’a kul olmayı kendine yakıştıramayıp büyüklük taslarsa o, elem verici bir azaba çarptırılacaktır.

İblis’in yoldan çıkması böyle olmuştur. Bakara suresi 30 ve 32. ayetlerde o da diğer meleklerle birlikte Allah’a kul olma konusunda tam bir teslimiyet gösterdiği halde ne zaman ki Âdem’e secde etmek ile imtihan edilmiş, işte o anda ona secdeyi kendine yakıştıramayıp büyüklük taslamış ve neticede kafir olmuştu (Bakara, 2/34).

Şu ayet, bütün meleklerin “cin” olduğunu açıkça göstermektedir:

“Bir gün meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ demiştik. Onlar hemen secdeye kapandılar; ama İblis onu yapmadı. O da o cinlerden (görünmez varlıklardan) idi; ama Rabbinin emrinden çıktı. Şimdi onu ve onun soyunu sizinle benim aramda dostlar olarak mı tutuyorsunuz? Hâlbuki o size düşmandır. Yanlış yapanlar için ne kötü bir değiş tokuştur bu!” (Kehf, 18/50)

Yukarıdaki ayetin “…o da cinlerden (görünmez varlıklardan idi ama Rabbinin emrinden çıktı” ifadesi, diğer cinlerin emirden çıkmadığını gösterir. İşte Allah’ın emrinden çıkmayanlar da meleklerdir.

Cinlerin ateşten yaratılması, meleklerin de ateşten yaratılması demektir. Dikkat edilirse Kur’an’da meleklerin neden/hangi maddeden yaratıldığına dair herhangi bir ayet yer almaz. Ama meleklerle cinlerin aynı olduğuna dair çok sayıda ayet bulunur.

Aşağıdaki linklerde cin-melek ilişkisi konusundaki tüm ayetlerin incelendiği iki adet dersimiz bulunmaktadır. Konuyla ilgili geniş bilgiye ulaşmak isteyenlere o dersleri izlemesini tavsiye ederiz:

www.kurandersi.com/mukayeseli-fikih-dersleri/kuranda-melek-ve-cin-kavramlari/

www.kurandersi.com/mukayeseli-fikih-dersleri/kuranda-melek-ve-cin-kavramlari-2/

Nefsi müdafaa sonucu adam öldürülmesi durumunda diyet ödenir mi?

Kur’an-ı Kerim bir kişinin kasten ve haksız olarak öldürülmesini kesin bir dille yasaklamış ve haksız yere bir kişinin yaşamına son vermenin, aynı şekilde yaşam hakkıyla karşılanabileceğini hükme bağlamıştır. Maktul yakınlarının haklarından bedelli ya da bedelsiz olarak feragat etmeleri bunun dışındadır. (Bkz. Bakara, 2/178) Nefsi müdafaa sonucu bir kişinin öldürülmesi ise, zorunluluktan kaynaklanan ve bu durumda kalan kişiye tanınan bir haktır dolayısıyla; nefsi müdafaa kapsamında bir kişiyi öldürenin maktul yakınlarına herhangi bir bedel ya da diyet ödemesi gerekmez.

Hatâen (yanlışlıkla) bir kişinin öldürülmesinde de her ne kadar kasıt yoksa ise de meşru bir hakkın karşılığı olmaksızın öldürüldüğü için, hak kaybına karşılık olarak diyet söz konusu olmaktadır.

Nefsi müdafaa durumunda adam öldürmenin hükmü ile ilgili cevabımız için lütfen aşağıdaki linki tıklayınız:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/nefsi-mudafaa-durumunda-birini-oldurmenin-hukmu-nedir.html

Dr. Suat Erdoğan

Kredi kartı ile döviz alım satımı yapmak caiz midir?

Farklı cinsten kağıt paraların alım satımına döviz satışı veya kambiyo denir. Bunu yaparken miktarların eşit olması gerekmez ama bedellerin peşin ödenmesi gerekir. Mesela 1 Amerikan doları satın almak için çok miktarda Türk Lirası verilebilir ama bedellerin peşin ödenmesi şarttır. Bunların her ikisi de para olduğundan bedellerden birinin ödenmesinde meydana gelecek gecikme faiz veya haksız kazanç olur.

Dolayısıyla kredi kartı ile döviz alım satımı caiz değildir.

Konu hakkında geniş bilgi edinmeniz için aşağıdaki linkten ulaşabileceğiniz TİCARET VE FAİZ kitabımızı okumanızı tavsiye ederiz:

www.suleymaniyevakfi.org/e-kitaplar/ticaret_ve_faiz.pdf

Resûlullâh hiç nebî olduğu konusunda şüpheye düşmüş müdür?

İlgili ayet mealen şöyledir:

Sana indirdiğimiz şeyden dolayı şüphen varsa senden önce indirilmiş kitabı okuyanlara sor. Doğrusu, Rabbinden sana aynı gerçek gelmiştir. Sakın şüphelenenlerden olma.” (Yunus, 10/94)

Bu ayette, Resûlullâh’ın şüphe duyduğu belirtilen husus, imanla ilgili değildir. Zaten Sana indirdiğimiz şeyden dolayı şüphen varsa” ifadesinden de bu net olarak anlaşılmaktadır. Resûlullâh’ın Allah’a iman konusunda hiçbir zaman şüphesi olmamıştır. Dahası, ayetlerde O’nun muhataplarının da bu konuda herhangi bir şüphe içinde olmadıkları önemle vurgulanan hususların başında yer almaktadır. Müşrikler açısından asıl sorun, onun risaletle ilgili vahiy alıp almadığı, yani Allah’ın gönderdiği bir nebi olup olmadığı meselesidir. Muhatapları işte bunu kabul etmiyorlardı. Ona yaptıkları itiraz şuydu: “Muhammed, Allah’tan vahiy alan biri değil, belki cin vb. varlıkların etkisinde kalıp onların verdiği esin sebebiyle insanları etkileyen sözler söyleyen bir kişidir.” Bu itiraz, özellikle Mekke döneminde çok yoğundu. Hatta Mekke döneminde bu ve benzeri itirazlara değinmeyen sure neredeyse yok gibidir. Nihayetinde etten kemikten bir insan olan Resûlullâh da bu itirazlarda haklılık payının olup olmadığı hususunda şüphe yaşamış olmalıdır. Nitekim tarihi rivayetler, onun ilk vahiy tecrübesinin hemen akabinde kendisinden şüphe duyduğunu ve bu tedirginliğinin uzun bir müddet devam ettiğini aktarır. Birçok Mekkî surede de defalarca onun “mecnun”, “sihirbaz”, “kâhin” ya da “şair” olmadığı bildirilir. İşte Resûlullâh’a, yaşamış olduğu vahiy tecrübelerinin, insanların iddia ettiği gibi cin vb. varlıkların esinleri değil; bizzat Allah Teala’nın vahyi olduğu, bu konuda bir şüphe içinde bulunması halinde kendisine bildirilen vahiylerin önceki kitaplarda da olduğunu, bunu kitap ehline (ehl-i kitap) sorarak öğrenebileceği tavsiye edilmiştir.

Ormanda yetişen çilek, böğürtlen ve kestaneleri toplayıp yemek caiz mi?

Bahsedilen alanlar kamunun malıdır, oralardan yararlanma şekil ve kurallarını koymak da kamuya aittir. Şayet bahsedilen ürünlerden faydalanılması yetkili makamlarca serbest bırakılmışsa bu durumda onları toplayıp menfaatlenmek helal olur. Şayet kamu tarafından yasaklanmışsa caiz olmaz. Mesela ormandan odun kesmek, belli göl veya denizden balık tutmak kamu tarafından yasaklanmışsa buralardan elde edilen gelirler de fıkhen yasak olur.

Fakat böğürtlen ve kestane gibi ürünlerin kamu otoritesi tarafından yasaklama amacı bu ürünlerin bizzat kendileri değil de ormana zarar verilmemesi ise ve ayrıca bu ürünler toplanıp kamu adına da değerlendirilmiyorsa, toplanmadığında zayi olup gidecek türden ürünleri ormana zarar vermeksizin toplayıp yemekte yahut satıp değerlendirmekte bir sakınca olmaz.

Kezban isminin anlamı nedir? Bu isim sakıncalı mıdır?

Kezban; Farsça “ev hanımı”, “hamarat hanım” manasına gelen ked-bânû (كد بانو) kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. (Bkz: İbrahim Olgun, Cemşit Drahşan, Farsça-Türkçe Sözlük, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1966, s: 279)

Bu açıdan kız çocuklarına Kezban isminin konulmasında bir sakınca bulunmamaktadır. Konulan bu ismin değiştirilmesi de gerekmemektedir.

Miras konusunda adı sıkça geçen kelâle hakkında bilgi verir misiniz?

Kelâle, çocukları ile birlikte annesi veya babası yahut her ikisi olmadan ölen kişi demektir. Bu durumda onun mirası, kardeşlerine veya kardeşlerinin çocuklarına kalır.

Çocukları ve annesi olmayan kişinin mirası ile ilgili ayet şöyledir:

“…Miras bırakan erkek veya kadın kelâle ise (çocuğu ve anası yok da ana tarafından) erkek veya kız kardeşi varsa bunlardan her biri altıda bir paya; kardeşler birden çok ise eşit oranda üçte bir paya, yapılan vasiyetin veya borcun, zarar vermeyecek şekilde edasından sonra sahip olurlar.” (Nisâ, 4/12)

Çocuğu ve babası olmayan kişinin mirasıyla ilgili ayet de şudur:

Senden fetva istiyorlar. De ki; kelâle konusundaki fetvayı size Allah veriyor. Bir kimse ölür, çocuğu olmaz, tek bir kız kardeşi bulunursa bıraktığı mirasın yarısı ona kalır. Kız kardeş ölür de çocuğu bulunmazsa erkek kardeş onun bütün mirasını alır. Kız kardeşler iki tane ise mirasın üçte ikisi onlarındır. Mirasçılar; erkekli ve kızlı kardeşler ise erkek, iki kız payı alır. Yanılırsınız diye açıklamayı size Allah yapıyor. Allah her şeyi bilir.” (Nisa, 4/176)

Nebîmiz sallallâhu aleyhi ve sellem’den de  “Kim ölür de geride veledi ve vâlidi kalmazsa onun mirasçıları kelâledir.” (Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, c: 2, s. 87; Beyhaki, Sünenü’l-Kübrâ, c: 6, s. 224) şeklinde bir hadis nakledilmesinin yanında onun bu konuda kendisine soru soranları da Nisâ suresinin 176. âyetine yönlendirdiği de kaydedilmektedir (Bkz: Müslim, Ferâiz, 2; Ahmed b. Hanbel, 1/318)

Nitekim kelâlenin veledi ve vâlidi olmayan olduğunda ittifak edildiği de söylenmiştir. (Bkz: İbn Adilber, el-İstizkâr, c: 15, s. 461).

Veled; alt soy, kız veya erkek evlat ve onların çocukları; vâlid ise anne ve baba anlamındadır.

Konu hakkında daha geniş bilgi edinmek isteyenler, aşağıda künyesi verilen makaleye müracaat edebilirler:

Abdurrahman Yazıcı, “İslâm Hukukunda Kelâle: Öz ve Üvey Kardeşlerin Fürû ve Usûl Hısımlarla Mirasçılığı”, Dini Araştırmalar, c: 16, sayı: 42, Ocak-Haziran 2013, s. 216-237.

Baston kullanmak sünnet midir, buna dair hadis var mıdır?

Baston taşımakla alakalı olarak bazı kitaplarda şu rivayetler yer almaktadır:

“Asa/baston taşımak, müminin alametidir, Nebîlerin de sünnetidir.”

“Asaya dayanmak Nebîlerin sünnetidir.”

“Kim kırk yaşına gelir de eline asa almazsa âsî olmuş olur.”

Fakat söz konusu bu rivayetlerin hiçbiri sahih kaynaklarda yer almamakta ve muhaddislerin beyanıyla herhangi bir asılları bulunmamaktadır. Rivayet zincirinde yer alan ravilerinden bazılarının da (Yahya b. Hâşim el-Ğassânî gibi) hadis uydurmakla meşhur oldukları belirtilmiştir. (Bkz: Deylemî, Kitâbu Firdevsi’l-Ahbâr, Tahkîk: Fevvaz Ahmed Zümerli, Muhammed Mu’tasım Billah el-Bağdadi, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1986; c: 2, s. 147, hadis no: 2750; Ali el-Kari, el-Esrâru’l-Merfûa, Tahkîk: Muhammed Lütfi es-Sabbâğ, 2. Baskı, Beyrut, 1986, s: 179, hadis no: 147)

Muhaddislerden Ali el-Kârî, bastonla dolaşmaya Tâhâ sûresinin 17-18. ayetlerinden ve Nebîmizin zaman zaman bastonla dolaşmasından dolayı sıcak bakıldığını vurgulamıştır.

İlgili ayetler şöyledir:

“(Allah sordu:) Sağ elindeki nedir, Musa?”

“O, değneğimdir” dedi.  Ona dayanır, onunla davarıma yaprak silkerim; başka işlerime de yarar.”

Ayetlerin hemen devamında Allah Teâlâ, Musa Aleyhisselâma değneğini yere atmasını emretmiş, değnek yere atılınca da bir anda yılana dönüverdiği haber verilmiştir. Yani sadece kuru bir değnek olan şey, bir mucize eseri olarak yılana, daha sonra da tekrar eski haline geri dönmüştür. Dolayısıyla ayetlerde bir mucizenin anlatılması söz konusu olup baston kullanmanın faziletine dair herhangi bir bilgi yer almamaktadır.

Nebîmizin yaşının ilerlemesinden sonra zaman zaman baston kullandığı vakidir, doğrudur. Fakat bu da baston kullanmanın sünnet olduğunu göstermez. Zira bu; onun yemek, içmek, uyumak, giyinmek gibi insani olan davranışlarından biridir. Bunların hükmü de mubahlıktır. Yani Müslümanlar, bu gibi konularda Nebîmizin yaptıklarını yapmak veya terk etmekte serbesttirler.

Nebîmizin hangi davranışlarının sünnet kapsamında olduğuna dair aşağıdaki linkte bulunan cevabımızı okumanızı tavsiye ederiz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/nebimizin-her-davranisi-bizim-icin-sunnet-midir.html

Kerevit yemek caiz midir?

Deniz canlıları ve ürünleri ile ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

أُحِلَّ لَكُمْ صَيْدُ الْبَحْرِ وَطَعَامُهُ مَتَاعًا لَكُمْ وَلِلسَّيَّارَةِ

“Deniz avı ve onun yiyeceği size de yolculara da bir geçimlik olarak helal kılınmıştır.” (Mâide, 5/96)

Bu ayete göre deniz hayvanlarının, yani suyun altından başka yerde yaşayamayanların hepsi, nerede ve nasıl bulunursa bulunsun; helaldir. Ayrıca ayette geçen “bahr” kelimesi geniş ve çok miktarda suyu içinde barındıran; deniz, nehir, göl, dere ve büyük havuzları kapsamaktadır.

Peygamberimizden nakledilen meşhur bir rivayet de şöyledir:

“Denizin suyu temiz; meytesi/ölüsü de helâldir.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 41; Tirmizî, Tahâret, 52; Nesâî, Tahâret, 46; İbn Mâce, Tahâret, 38)

Yukarıdaki ayet ve hadise göre her çeşit balık helal olduğu gibi midye, karideskalamar ve bir tatlı su ıstakozu olarak tanımlanan kerevit gibi kabuklu deniz/su hayvanları da helaldir. Bu, aynı zamanda ulemanın çoğununu ortak görüşüdür. Sadece Hanefi mezhebi bu konuda farklı düşünür. Hanefilere göre deniz hayvanlarından sadece balık türleri yenilebilir. Fakat ayetler ve konu ile ilgili hadisler incelendiğinde diğer mezheplerin görüşlerinin doğru olduğu anlaşılmaktadır.

Deniz hayvanları ve ürünlerinin yenilmesi ile ilgili daha geniş bilgi için lütfen aşağıdaki linkleri tıklayınız:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/deniz-urunlerinden-hangisi-yenir-hangisi-yenmez.html

www.fetva.net/yazili-fetvalar/gayrimuslimlerin-avladigi-balik-ve-diger-deniz-urunleri-helal-midir.html

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/midye-yemek-helal-midir-haram-midir.html

Vahdet-i vücûd nedir, bu inanca sahip olmanın bir sakıncası var mıdır?

Vahdet-i vücûd; ‘varlığın birliği’ ve ‘varlıkta birlik’ anlamında bir tasavvuf terimidir. Bu bağlamda Tanrı-âlem-insan ilişkilerini açıklayan düşünce sistemidir. Muhyiddin İbn Arabî tarafından sistemleştirilmiştir. Bunu İbn Arabî’nin değil öğrencilerinin sistemleştirdiğini söyleyenler de olmuştur.

Vahdet-i vücûd öğretisi Allah’ın varlığının zorunluluğu ilkesine dayanır ve varlığın “mümkün” ve “zorunlu” diye yapılan ayrımına karşı bir teoridir. Nitekim İbn Arabî’nin, “Varlık birdir, o da Hakk’ın varlığıdır.” sözü bunu göstermektedir. Genel hatlarıyla vahdet-i vücûd; Allah’ın tek varlık olduğu, evrenin Allah’ın dışlaşmış biçimi ve yansıması, Allah’ın da evrenin özü olduğu düşüncesidir. (Ayrıntı için bkz: Ekrem Demirli, “Vahdet-i Vücud”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c: 42, s: 431 vd.; Ahmet Özalp, “Vahdet-i Vücud”, Şamil İslam Ansiklopedisi, c: 8, s. 166 vd.)

Vahdet-i vücûd inancında tek varlık olarak Allah kabul edilmekte, bunun dışındaki varlıklar ise Allah’ın tezahür ve tecellisi sayılmaktadır. Oysa Allah Teala yarattığı her şeyi ayrı ve gerçek varlıklar olarak yarattığını bildirmiştir. Nitekim birçok ayette “…Göklerde ve yerde ne varsa hepsi onundur…” (Bakara, 2/255, 284; Nisâ, 4/131; Yunus, 10/155; Lokman, 31/26) buyurarak bunların gerçek ve ayrı birer varlık olduğunu söylemiştir. Bizim varlığımız da gerçek bir varlıktır. Konu ile ilgili çok sayıda ayetten ikisi şöyledir:

“Allah’ın gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları, gerçek olarak ve belirli bir süre için yarattığını kendi kendilerine düşünmezler mi? Doğrusu insanların çoğu, Rablerine kavuşacaklarını inkâr ederler.” (Rûm, 30/8)

“Allah, gökleri ve yeri bir gerçek olarak yaratmıştır. Böylece herkes kazancına göre karşılık görür. Onlara haksızlık edilmez.” (Câsiye 45/22)

Aynı zamanda O, bizlere doğru yolu göstermek için yarattığı şeylerde işaretler var etmiştir. Bir ayette şöyle buyurulmuştur:

“Biz yakında belgelerimizi, her yerde olduğu gibi, kendi üzerlerinde de göstereceğiz. Artık Kur’an’ın doğru olduğu onlarca da anlaşılsın diye. Senin Rabbinin her olana bitene tanık olması yetmez mi?” (Fussilet, 41/53)

Çevremize baktığımızda elbette Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini kavrarız; ama onları Allah’ın birer parçası veya bizzat kendisi olarak görmek yanlıştır.

Sonuç olarak vahdet-i vücûd denen ve insanı Allah’ın bir parçası sayan inanç, hiçbir şekilde kabul edilemez. Bununla ilgili görüntülü cevabımızı da aşağıdaki linkten izlemenizi tavsiye ederiz:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/tasavvuftaki-vahdet-i-vucud-inanci-hakkinda-bilgi-verir-misiniz.html

Cevşenin hadis ilmi açısından değeri nedir?

Cevşen Duasının Hadis İlmi Açısından Kritiği başlıklı bir yüksek lisans tezi hazırlayan Adnan Yeniay, çalışmasının “Sonuç” bölümünde Cevşen ile ilgili olarak ulaştığı bulguları şöyle sıralamıştır:

1- Cevşen duası ne Ehl-i Sünnet’in, ne de Şia’nın hadis kitaplarında yer almaktadır.

2- Cevşen duasının faziletleri hakkında gelen rivayetler, İslam’ın özüne ters düşmektedir. Cevşen duası okunduğunda veya insanların üzerinde taşındığında söz konusu faziletlerin gerçekleşeceğini söylemek ilmen doğru görünmemektedir.

3- Cevşen duasıyla ilgili akla-mantığa uymayan rivayetler bulunmaktadır.

Örneğin; rivayete göre Cebrail’in, Peygamberimizden duayı kâfirlere öğretmemesini istediği iddia edilmektedir, fakat Cevşen duası iddia edilen rivayetin aksine herkesin vâkıf olabileceği bir açıklıkta literatüre geçtiği için, duanın gizli tutulması imkânsızdır. Bu durumdan da anlaşılmaktadır ki Cebrail, Peygamberimize böyle bir şey söylememiştir.

4- Peygamberimiz ve sahabe döneminde kendisine ümit bağlanılan, güvenilen ve onunla korunulacağı düşünülen tek varlık Allah’tır. Allah’tan başka böylesine ümit bağlanılan, güvenilen ve onunla korunulacağı düşünülen hiçbir şey olmamıştır. Rasûlullâh’ın sünnetine bakıldığında da sadece Allah’a güvenildiği ortaya çıkmaktadır. Mesela Hz. Peygamber, sahabelerine ayakkabılarının bağı koptuğunda, onu dahi Allah’tan istemeyi talim etmiştir.

5- Peygamberimize nispet edilen bu duanın Rasûlullâh’ı, sahabeyi ve duayı okuyan kişiyi koruyacağı söylenmektedir. Ancak Hz. Peygamber’e ve sahabeye yapılan onca işkenceler, çektikleri sıkıntılar ve gazalarda aldıkları yaralar söz konusudur. Cevşen duası madem Rasûlullâh’ı ve sahabeyi koruyacaksa Hz. Peygamber ve ashabı niçin bu duayı okuyup sıkıntılardan, işkencelerden kurtulma yoluna gitmediler? Oysa Cevşen duası Hz. Peygamber’e gelseydi ve bahsedilen koruma işlevini ifa edecek olsaydı, Hz. Peygamber bu duayı hem okur hem de sahabelerine okumalarını tavsiye ederdi, fakat böyle bir durum olmadığı için Cevşen duasının da Rasûlullâh’a ait olmadığı ortaya çıkmaktadır.

6- Kendisine Arapça vahiy inen bir Peygambere, Farsça kalkan anlamına gelen Cevşen duasının geldiğinin iddia edilmesine karşın; Cevşen, ne birinci derece ne de ikinci derece hadis kaynaklarında bulunmaktadır.

Yukarıda sıraladığımız sebeplerden dolayı Peygamber’e nispet edilmiş bir hadis olarak rivayet edilen yaklaşık on beş sayfalık metnin sahih olması mümkün görünmemektedir. Cevşen duasının tamamı peygamberimize ait değildir, bazı bölümleri, cümleleri hadis veya ayet olarak nitelendirilebilirse de tamamının peygamberimize aidiyeti imkânsız görünmektedir.”

KAYNAK: Adnan Yeniay, Cevşen Duasının Hadis İlmi Açısından Kritiği, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2008, Danışman: Enbiya Yıldırım, s: 70-71.

Cevşen hakkında sitemizde yayımlanan cevabımızı aşağıdaki linkten inceleyebilirsiniz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/cevsen-hakkinda-bilgi-verir-misiniz-hukmu-nedir.html