Skip to content Skip to main navigation Skip to footer

Yazılı Fetvalar

Çocuklara isim koyarken Ebced hesabını dikkate almak gerekir mi?

Anne ve babaların çocuklarına karşı birinci görevi, onlara güzel isimler koymalarıdır. Çocuğa isim olarak konulması caiz olmayanlar anlamı İslam’a, genel edep ve ahlaka aykırı olan isimlerdir.

Ebced ise Arap alfabesinin ilk tertibi ve harflerinin taşıdığı sayı değerlerine dayanan hesap sistemine, alfabedeki harflerin kolaylıkla hatırda tutulmasını sağlamak için eski dönemlerde geliştirilmiş formüle verilen addır. (Mustafa Uzun, “Ebced”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c: 10 s. 68-70)

Dolayısıyla Ebced’in sanat ve edebiyattaki kullanımı bir kenara bırakılırsa dînî bir temeli bulunmamaktadır. Buradan hareketle isimlerin harflerinden yola çıkarak ebcede göre farklı analizler yapmanın da ilmî ve dînî bir temeli yoktur. Anlamı güzel olan,  nebîmiz tarafından yasaklanmayan, Müslümanların örf ve âdetine uygun her isim çocuklara konulabilir.

İsimlerin çocukların kaderine etkisi konusunda sitemizde bulunan bir cevabımızı da aşağıdaki linkten okumanızı tavsiye ederiz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/bebeklere-konulan-isimler-onlarin-kaderlerini-etkiler-mi.html

Kız çocuklarına Mira isminin konulmasında bir sakınca var mıdır?

Türk Dil Kurumu’nun çıkardığı sözlüğe göre İtalyanca olduğu belirtilen Mira; “Arazi üzerinde seçilmiş bir işaret noktasının düşeyini gösteren, yön belirtmek için uzaktan gözlenen, geometrik biçimli tahta lata” demektir. (Bkz: Türkçe Sözlük, “Mira”, Türk Dil Kurumu,  Ankara, 2009)

İtalyanca sözlüklerde ise “Nişan, nişan alma, hedef, amaç, gaye, niyet, bakmak, (tüfekte) gez” gibi anlamlara gelmektedir. (Bkz: İtalyanca-Türkça/Türkçe-İtalyanca Sözlük, “Mira”, Hazırlayanlar: Birsen Çankaya, Neval Barlas, Renato Luciano, Begüm Başoğlu, Fono Açıköğretim Kurumu Yayınları, İstanbul, 2005)

Mira ismi için İspanyolca sözlükler de “Göz deliği, (silahta) gez, gözetleme yeri, niyet, amaç” gibi anlamları vermişlerdir. (Bkz: İspanyolca-Türkçe/Türkçe-İspanyolca Sözlük, “Mira”, hazırlayanlar: Birsen Çankaya, Jose Ramon Gonzalez, Fono Açıköğretim Kurumu Yayınlar, İstanbul, 2005)

Latincede “Mira” kelimesi aynen bulunmasa da aynı kökten olan “mirat, mirati, mir/us, mir/or gibi kelimeler yer almakta ve genel olarak; “takdirkâr, harika, hayret verici, olağanüstü, şaşmak, hayret etmek, takdir etmek, hayran olmak, şaşırtmak” gibi anlamlara gelmektedir. (Bkz: Latince-Türkçe Sözlük, Hazırlayanlar: Sinan Kabaağaç, Erdal Alova, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1995)

Arapça’da ise ‘tartışmak’, ‘münakaşa etmek’, ‘karşı çıkmak’ ve ‘direnmek’ anlamlarındaki “مرى , m-r-y”’den gelen “مراء , mirâ’”; ‘tartışma’, ‘münakaşa’, ‘cedel’ ve ‘şüphe’ anlamlarında kullanılmaktadır. Bu anlamda mirâ kelimesi Kur’an-ı Kerim’de de geçmektedir. (Bkz. Kehf, 18/22)

Bu kelimenin Türkçe, “Ay gibi ışık saçan bey” anlamındaki “Miray” veya Arapça “Ayna” anlamındaki “Mir’at” kelimelerinden bozulmuş olması da bir ihtimal olarak düşünülebilir.

Netice olarak dinimizce olumsuz bir anlam içermediği için kız çocuklarına bu ismin konulmasına bir sakınca bulunmadığı anlaşılmaktadır.

Nebîmiz Muhammed Aleyhisselamın kabri nerede bulunmaktadır?

Nebîmizin kabri, Medine şehrindeki Mescid-i Nebî’nin içinde ve kıbleye göre sol tarafta bulunmaktadır.

Nebîmizin şu an medfun bulunduğu yer, zamanında Aişe validemizle birlikte yaşadığı eviydi (Hücre-i Saadet). Burası, zamanında mescidin hemen yanı başında bulunurken yapılan genişletmeler sonucunda şu an itibarıyla mescidin içinde kıble istikametine göre sol tarafta bulunmaktadır.

Birinci halife Ebu Bekir (ra) ve ikinci halife Ömer (ra) da Nebîmizin yanı başına defnedilmişlerdir.

Mescid-i Nebî’ hakkında fotoğraflar eşliğinde geniş bilgi edinmek için aşağıdaki linki tıklamanızı tavsiye ederiz:

www.3dmekanlar.com/tr/mescid-i-nebevi.html

Birçok önemli olayın aşure günü meydana geldiği bilgisi doğru mu?

Aşure günü gerçekleştiği söylenen olaylar hakkında herhangi bir ayet veya hadis bulunmadığı gibi tarihen o olayları doğrulayacak herhangi bir bilgi de yoktur. Diyanet İslam Ansiklopedisi’nde bu konuyla ilgili olarak şu bilgilere yer verilmiştir:

“Âşûrânın menşei hakkında kaynakla­rın belirttiği görüşleri iki noktada top­lamak mümkündür:

1. Âşûrâ, Hz. Mûsâ ve kavminin, Firavun’un zulmünden kur­tulduğu ve Yahudilerin oruç tutmakla mükellef olduğu bir gündür. Daha çok müsteşriklerin benimsediği bu görüşe göre Müslümanların mübarek bir gün olarak kabul edip oruç tuttukları Âşû­râ Yahudi geleneğine dayanmaktadır.

2. Aşûra, Hz. Nuh’tan itibaren bütün Sâmî dinlerde mevcut olan ve Câhiliye devri Araplar’ı arasında da Hz. İbrahim’den be­ri önemli görülüp oruç tutulan bir gün­dür. Bu görüş, Hz. Aişe ile Abdullah b. Ömer’in rivayetlerine dayanır.

Âşûrânın menşeiyle ilgili bu iki yorum dışında bazı tarih, hadis ve fıkıh kitap­larında yer alan haberler, bu günü Hz. Âdem’in tövbesinin kabul edildiği, Hz. Yûnus’un balığın karnından çıkarıldığı, Hz. Mûsâ ve İsâ’nın doğduğu, Hz. Süley­man’a mülkün verildiği, Hz. Davud’un tövbesinin kabul edildiği, Hz. Peygamber’in geçmiş ve gelecek bütün günah­larının affedileceğine dair kendisine Al­lah tarafından teminat verildiği ve Mek­ke’den Medineye hicret ettiği gün ola­rak tavsif ederler.

Ne var ki bunları ilmen doğrulama imkânı olmadığı gibi bir kısmının yanlışlığı da ortadadır. Meselâ Hz. Peygamber’in Me­dine’ye hicreti 10 Muharrem’de değil 12 Rebîülevvel’de gerçekleşmiştir. Bunun dı­şındaki rivayetlerin ise İsrâiliyat’a da­yandığı kabul edilmektedir.” (Yusuf Şevki Yavuz, “Âşûrâ”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c: 4, s: 25)

Lütfen aşağıdaki linki de tıklayınız:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/asure-gunu-alisveris-yapmak-bereketi-artirir-mi.html

İddet bekleyen kadın geri dönmek isteyen kocasını reddedebilir mi?

Erkeğin eşine dönmesi, kocanın iyi niyetine bağlıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Eğer kocalar arayı düzeltmek isterlerse kadınlara iddet içinde dönmeye daha çok hak sahibidirler.” (Bakara, 2/228)

Yani erkekler, boşadıkları eşlerine iddet sonunda dönebileceklerine göre, iddet içinde öncelikle dönebilirler. Ama arayı düzeltme niyeti yoksa mesela boşamayı şartlarına uygun yaptıktan sonra iddet bitmeden eşine dönüp iddetin kalan kısmında tekrar boşayacak olsa yaptığı dönüş geçersiz sayılır ve iddet süresinin bitiminde eşiyle ilişkisi kesilir.

Erkek, eşine zarar vermek veya iddetini uzatmak için de dönemez. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Kadınları boşadınız, onlar da bekleme sürelerinin sonuna vardılarsa artık ya mâruf ile tutarsınız veya mâruf ile ayırırsınız. Onlara zarar vermek ve haklarına saldırmak için tutmayın. Bunu yapan, kötülüğü kendine yapar. Allah’ın âyetlerini arzularınıza alet etmeyin. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. İndirdiği Kitap ve doğru bilgi ile o, size öğüt vermektedir. Allah’tan çekinin ve bilin ki Allah her şeyi bilir.” (Bakara, 2/231)

İddet bekleyen kadının da kocasını reddetme hakkı vardır. O da iddetin sonunda kocasından boşanmayı seçebilir.

www.suleymaniyevakfi.org/kuran-arastirmalari/talak-erkegin-bosama-hakki.html

Asr-ı saadette Kur’an’ı anlayabilmek için ekip çalışması yapılır mıydı?

Resûlullâh bizler için en güzel örnektir. O, hikmetin ortaya çıkartılması hususunda da bize örnektir. Onun, Mekke döneminde bir grup sahabi ile gece okumaları yaptığı ve bu okumalarda Kur’an’ı “tertîl” (anlam odaklı) üzere okumayı esas aldıkları Müzzemmil suresinin ilk ayetlerinde bildirilmektedir. Aynı surenin Medine indiği söylenen son ayetinde de bu durumun uzunca bir süre devam ettiği anlaşılmaktadır. Eğer durum böyle olmasaydı onun vefatından sonra bu işi bilen, öğrenen ve öğreten hiç kimse olmazdı! Oysa vakıa böyle değildir. Fakat Resûlullâh hayatta iken vahiy süreci devam ettiği için onun ve etrafındakilerin bir takım tespitlerinin zaman zaman vahiyle tashih edildiğini de görmekteyiz. İşte biz bu imkâna sahip değiliz. Bizim hatalarımızı düzeltecek olanlar, yine bizim gibi bu konularda hikmeti çıkartma gayretinde olanlardır.

Sünnet-hikmet ilişkisi konusunda geniş bilgi için aşağıdaki linkte bulunan yazıyı okumanızı tavsiye ederiz:

www.suleymaniyevakfi.org/kutsanan-gelenek-ve-kuran/kitap-ve-hikmet.html

El kesme cezasını farklı bir şekilde anlamak mümkün mü?

Kur’an’ı Kur’an’la anlama metodu, Kur’an’ın ortaya koyduğu bir yöntem olmakla birlikte sure ve ayetlerin sayıları üzerinden yapılan bu tür bir değerlendirmenin yerinde olduğunu söyleyemeyiz. Zira metin olarak aynı olmakla birlikte, surelerin başında yer alan besmelelerin her birinin ayet olup olmadığı, ayrıca ayetler arasındaki durak yerleri ile ilgili farklı değerlendirmelerden kaynaklanan ayet sayıları ve benzer şekilde Tevbe suresinin Enfâl suresine dâhil olup müstakil bir sure olup olmadığı konusunda farklı görüşler vardır. (Bkz: Zerkeşî, el-Burhân, Thk. Muhammed Ebu’l-Fazl İbrahim, Dârü’t-Türâs, Kahire, c: 1, s: 249; Suyûtî, el-İtkân, Matbaat-ü Hicâzî, Kahire, c: 1, s: 68 vd.)

Dolayısıyla Mâide 38: 5 + 38 = 43 Yusuf 31: 12 + 31 = 43 şeklinde sure ve ayet sayıları üzerinden yapılan yukarıdaki çıkarımın doğruluğu konusunda kesin bir yargıya varmak mümkün değildir.

Ayrıca Yusuf suresi 31. ayette yer alan (وَقَطَّعْنَ اَيْدِيَهُنَّ) “ellerini kestiler” şeklinde ifade, aynı surenin 50. ayetinde de geçmektedir. Sayılar üzerinden ulaşılan Mâide 38: 5 + 38 = 43 Yusuf 31: 12 + 31 = 43 şeklindeki sonucun doğru olduğu kabul edilse bile, bu durum, Mâide 38. ayetteki (فَاقْطَعُوا اَيْدِيَهُمَا) “ellerini kesin” ifadesini Yusuf 31 ve 50. ayetlerde yer alan “ellerini yaraladılar, kanattılar” şeklindeki anlamıyla kabulünü zorunlu kılmaz. Zira aynı kelime ‘elin çizilmesi, yaralanması’ anlamında kullanılabileceği gibi, ‘elin tamamen kesip koparılması’ anlamında da kullanılmaktadır. Nitekim söz konusu kelime Türkçede de örneğin, “bıçakla oynarken elini kesti” ifadesi ile “kangren olduğu için doktorlar hastanın elini kesti” şeklinde her iki anlamda da kullanılmaktadır.

Sonuç olarak Kuran’da tikel olarak yer alan “nitelikli hırsızlık” suçu karşılığında öngörülen “el kesme” cezasını, suç-ceza genel ilkeleri ve Kur’an-sünnet bütünlüğünden bağımsız olarak değerlendirmek mümkün değildir. Konuya bu zaviyeden bakıldığında (فَاقْطَعُوا اَيْدِيَهُمَا) “ellerini kesin” ifadesindeki elin kesilmesinin “kesip koparmak” anlamında olduğu anlaşılmaktadır.

Batı aydınlanması süreci ile birlikte gündeme gelen suçlu hakları bağlamında modernitenin Müslüman düşünürler üzerindeki etkisi ile gelişen ve Kur’an’da yer alan cezaların varlığı üzerindeki tartışmaların, özellikle söz konusu yaptırımın yerine farklı cezaların ikame edilip edilemeyeceği etrafında şekillenmesi ve alternatif ceza arayışları dikkat çekicidir. Bu bağlamda tarihsel bir bakış açısıyla, İslam’ın kendisinden önce var olan “el kesme” cezasını devralıp devam ettirdiği veya ‘el çektirmek/engellemek’ anlamında mecaz olduğu ya da simgesel bir ‘çizme, ilan ve teşhir’ anlamına geldiği şeklindeki yaklaşımlara katılmadığımızı ifade etmek isteriz.

Konuyla ilgili bağlantılı cevaplarımızı da aşağıdaki linklerden okumanızı/dinlemenizi tavsiye ederiz:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/hirsizlik-yapanlarin-ellerinin-kesilmesi-cezasi-mecazi-midir.html

www.fetva.net/yazili-fetvalar/peygamberimiz-doneminde-hirsizlarin-elleri-kesiliyor-muydu.html

www.fetva.net/yazili-fetvalar/bizden-onceki-ummetlerde-de-hirsizlarin-elleri-kesiliyor-muydu.html

Hazırlayan: Suat ERDOĞAN

Kurbana sonradan ortak dâhil etmek caiz midir?

Her ne kadar bazı âlimler bunu hoş karşılamasa da kurbana sonradan ortak almayı yasaklayan hiçbir bir delil yoktur.  Hâlbuki bir şeyin yasak/haram olması için ayet veya sahih hadisten bir delil bulunması şarttır.

Allah Teala şöyle buyurmuştur:

Allah’a mâl etmek için dillerinizin özenle bezediği yalanlar ile ‘Bu helaldir, bu haramdır’ demeyin. Allah’a karşı yalan uyduranlar iflah olmazlar. Bunlar biraz menfaatlenirler; ama onlar için can yakıcı bir azap vardır.” (Nahl, 16/116-117)

Hisse satmak yani kurbandan gelir elde etmek kastedilmediği sürece kurbana sonradan ortak almakta hiçbir sakınca yoktur.

Kurban kesmeyen bizim mescidimize yaklaşmasın hadisi sahih midir?

İlgili rivayet şöyledir:

مَنْ وَجَدَ سَعَةً فَلَمْ يُضَحِّ فَلَا يَقْرَبَنَّ مُصَلَّانَا

“İmkânı olup da kurban kesmeyen namazgâhımıza yaklaşmasın” (İbn Mâce, Edâhî, 2; Ahmed b. Hanbel, II/321; Hâkim, II/422)

Bu rivâyeti eserinde kaydeden Beyhakî ve Hanefi muhaddislerden İmâm Zeylâî bunun farklı ravilerden “mevkûf” olarak yani Hz. Peygamber’e değil de sahabeye isnat edilerek geldiğini kaydetmişlerdir. (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, c: 2, s. 260; Zeylai, Nasbu’r-Râye, c: 4, s: 207)

Çeşitli muhaddisler de bu rivayetin senedini tenkit etmiş ve “zayıf” olduğunu belirtmişlerdir: (Bkz. Bûsirî, Misbâhu’z-Zücâce, c: 3, s: 222; İbnü’l-Cevzî, et-Tahkîk, c: 2, s: 161)

Dolayısıyla rivayetin senet açısından sahih olmadığı ve kurban ibadetinin hükmü için delil olarak kullanılamayacağı anlaşılmaktadır.

Kimlerin kurban kesmesi gerektiğine dair ayrıntılı bilgi için lütfen aşağıdaki linkleri tıklayınız:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/kurana-gore-kimlerin-kurban-kesmesi-gerekiyor.html

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/kurban-kesmede-maddi-durumu-iyi-olmanin-olcutu-nedir.html

Kurban keserken besmele çekmenin hükmü nedir?

Kurban bayramı kurbanını keserken besmele çekmek farzdır. Bununla ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“İnsanların içinde haccı ilan et ki yürüyerek ve bitkin binekler üzerinde sana gelsinler; bütün derin vadilerden geçerek gelsinler. Gelsinler de kendi menfaatlerine şahit olsunlar. Belli günlerde de Allah’ın onlara rızık olarak verdiği hayvanlardan en’âm (koyun, keçi, sığır ve deve) üzerine Allah’ın adını ansınlar. Onlardan hem siz yiyin, hem de darda olan yoksula yedirin.” (Hacc, 22/27–28)

“Her ümmete kurban kesme görevi yükledik ki kendilerine rızık olarak verdiğimiz en’âm (koyun, keçi, sığır ve deve) cinsinden hayvanları Allah’ın adını anarak kessinler. Hepinizin ilahı tek ilahtır, siz yalnız ona teslim olun. Sen alçak gönüllülere müjde ver. (Hac, 22/34)

“Bedence gelişmiş olanları da sizin için, Allah’a kulluğun simgelerinden yaptık. Onlarda sizin için hayır vardır. Sıra sıra dururlarken üzerlerine Allah’ın adını anın. Yanları yere yapıştığı zaman onlardan yiyin, halinden memnun olana da isteyene de yedirin. Onları bu şekilde sizin hizmetinize verdik, belki şükredesiniz.” (Hac, 22/36)

Ayetlerden anlaşılacağı üzere kurban ibadetinin temel amaçlarından biri, insanların o hayvanları keserken üzerlerine Allah’ın adını anmalarıdır. Müslümanlara da kurbanlarını keserlerken özellikle Allah’ın adını anmaları emredilmiştir.

“Kurbanı, hayvanın eti veya derisi için kesiminden (zebh, tezkiye) ayıran temel fark, onun Allah’ın rızasını kazanma ve isteğine boyun eğme gayesi ile kesilmiş olmasıdır. İbadetin özünü teşkil eden bu gaye ancak şâriin (Allah’ın) bildirdiği şekil şartlarına uyulduğunda gerçekleşmiş olur. Bu yönüyle kurban ibadetinin özü ve biçimselliği dini bildirime dayanır.” (Ali Bardakoğlu, “Kurban”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Ankara, 2002, c: 26, s: 436.)

Resûlullâh zamanında vekaletle kurban kesimi var mıydı?

Resûlullâh’ın, ailesi adına veya onlara vekâleten kurban kestiğiyle alakalı olarak Aişe Validemizden şöyle bir rivayet nakledilmiştir:

“Biz Mina’daydık ve bize sığır eti getirildi. Bu nedir, diye sordum. Resûlullâh, zevceleri adına sığır kurban etti, dediler.” (Buhârî, Edâhî, 3)

Hz. Ali’nin de Resûlullâh’a vekâleten kurban kestiği, kurbanlık hayvanlara nezaret ettiği kaynaklarda zikredilmektedir. İlgili bir rivayet şöyledir:

“Resûlullâh bana kurbanlara nezaret etmemi ve bunların kesimi hususunda develerine bakmamı, etleriyle, derilerini ve çullarını tasadduk etmemi, kasaba bunlardan bir şey ver­mememi bana emir buyurdu ve: ‘Ona (kasaba) biz kendimizden (bir şeyler)  veririz.’ dedi.” (Müslim, Hac, 348 (1317). Ayrıca bkz: Buhârî, Hac, 120, 121)

Lütfen aşağıdaki linki de tıklayınız:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/vakif-ve-derneklere-kurban-bagislamak-dogru-bir-davranis-mi.html

Kredi çekerek kurban kesmek caiz midir?

Kredi, faizli borç demektir. Faiz de Allah’ın en büyük yasaklarından biridir. Hacca gitmek veya kurban kesmek gibi bir ibadeti yerine getirmek için dahi olsa hiçbir şekilde faize bulaşmak caiz değildir. Bankaların faizi ibadetlerimize bulaştırmalarına da müsaade edilmemelidir.

Maddi durumu iyi olmayan kimselerin zaten kurban kesmesi gerekmez. Bu açıdan kendinizi sıkıntıya sokmayınız.

Kimlerin kurban kesmesi gerektiğiyle alakalı bilgi için lütfen aşağıdaki linkleri tıklayınız:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/kurana-gore-kimlerin-kurban-kesmesi-gerekiyor.html

www.fetva.net/yazili-fetvalar/kredi-karti-ile-veya-borc-alarak-kurban-kesmek-caiz-midir.html

Geceleyin kurban kesilmesinde bir sakınca var mıdır?

Eski zamanlarda elektrik olmadığından muhtemel yaralanmaların önüne geçmek için geceleyin hayvan kesilmesini hoş karşılamayanlar olmuştur. Fakat bunu yasaklayan herhangi bir delil mevcut değildir. Dolayısıyla akşam güneş battıktan sonra da kurban kesilebilir. Yeter ki ortam müsait olsun; kurbana, insanlara ve çevreye zarar gelmesin.

Farzlardan önce ve sonra kılınan sünnet namazların ayetten delili var mı?

Günlük beş vakit farz namazların öncesinde veya sonrasında kılınan sünnet namazlarla ilgili hadis kaynaklarında çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Abdullah İbn Ömer ve Hz. Aişe’den gelen sahih rivayetlerde Resûlullâh’ın farz namazların öncesinde ve sonrasında toplam on iki rekât nafile namaz kıldığı rivayet edilmiştir. Bunlar; sabah namazından önce iki, öğleden önce dört ve sonra iki, akşam namazından sonra iki ve yatsı namazından sonra iki rekâttır. Düzenli olarak kılındıkları için “revâtip sünnetler” ve Resûlullâh’ın çoğu zaman kıldığı için de “müekked sünnetler” olarak adlandırılan bu namazlara devam edenlere Allah’ın cennette bir ev/köşk bina edeceği ifade edilmektedir. (İlgili hadisler için bkz: Buhârî, Teheccüd, 25, 29, 34, Cuma, 39; Müslim, Salâtü’l-Müsafîrîn, 291 (729), Cuma, 71 (882); Muvatta, 69; Ebû Dâvûd, Salât, 290, 299; Nesâi, İkâmet, 64, Kıyâmu’l-Leyl, 66, Cuma, 43; Tirmizî, Salât, 206)

Ayrıca ikindi namazının sünnetiyle ilgili Hz. Ali ve Abdullah İbn Ömer’den gelen rivayetlerde Resûlullâh’ın ikindiden önce iki rekât veya dört rekât kıldığı ve bu namazı kılana dua ettiği rivayet edilmiştir. Resûlullâh sürekli olarak kılmadığı için ikindinin sünneti “sünnet-i gayri müekkede” olarak isimlendirilmiştir. (İlgili hadisler için bkz: Ebû Dâvûd, Salât, 297, (1271, 1272), Tirmizî, Salat, 318).

Yatsı namazının farzından önce kılınan dört rekâtla ilgili olarak ise hadis kaynaklarında herhangi bir rivayet bulunmamaktadır.

Nebîmizin kıldığı bu namazlara Kur’an-ı Kerim’de işaret edilmiştir. Allah Teala şöyle buyurmuştur:

فَاصْبِرْ عَلَى مَا يَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَا وَمِنْ آنَاءِ اللَّيْلِ فَسَبِّحْ وَأَطْرَافَ النَّهَارِ لَعَلَّكَ تَرْضَى

“Onların sözlerine katlan. Güneşin doğmasından önce de batmasından önce de her şeyi güzel yapması sebebiyle Rabbine kulluk et; gece vakitleri ile gündüzün bölümlerinde de kulluk et; belki memnun kalırsın.” (Tâhâ, 20/130)

Bu ayet sünnet namazların ne zaman kılınacaklarını açıklamaktadır. Farz namazların vaktini bildiren ayetlerde “namazı dosdoğru kıl.” (أَقِمِ الصَّلَاة)  ifadesi geçmektedir.( Bkz: Hûd, 11/114, İsra, 17/ 78.). Fakat bu ayette “tesbih et”  (وَسَبِّحْ) ifadesi geçmektedir. Bu vakitlerin farz namaz vakitlerine değil de sünnet namaz vakitlerine işaret ettiğini gösteren ayetteki “belki razı olursun” (لَعَلَّكَ تَرْضَى) ifadesidir. Eğer bu ayetteki vakitler farz namazlar için olsaydı böyle bir ifade yer almazdı. Çünkü farz olan ibadetlerde kişilerin rızaları aranmaz, kesin bir şekilde emredilir. Yine aynı şekilde Kâf suresinin 39 ve 40. ayetlerinde  “tesbih et”  (وَسَبِّحْ)  ifadesinden sonra “güneş doğmadan önce, batmadan önce ve gece” ifadeleri sünnet namazlarının vakitlerine işaret etmektedir.

Bu anlamda Tâhâ suresi 130. ayeti incelediğimizde “güneşin doğmasından önce” ifadesi sabah namazının iki rekâtlık sünnetine, “güneşin batmasından önce” ifadesi ikindi namazının sünnetine, “gecenin anlarında” ifadesi akşam ve yatsı namazlarından sonraki iki rekata ve gece kılınan teheccüd namazına işaret etmektedir. Bu ayetteki آنَاءِkelimesi çok önemlidir. Bu kelime آن kelimesinin çoğuludur. Arapçada çoğul ifade en az üç şeyi gösterir. “ gündüzün taraflarında” ifadesi de, kuşluk namazı ile öğleden önce ve sonra kılınan sünnet namazlara işaret etmektedir. Yine bu ifadedeki أَطْرَافَkelimesi çok önemlidir. Bu kelime طرف kelimesinin çoğuludur. Dolayısıyla bu ifade de en az üç şeyi göstermektedir.

Bütün bunlar gösteriyor ki sünnet namazlar, Resûlullâh (s.a.v.)’ın Kur’an’dan çıkarmış olduğu doğru hükümlerden ibarettir. Zaten Allah Teala ona: “Kendinde olan ayetlerle öncekileri tasdik eden ve koruma altına alan bu kitabı, sana hak olarak indirdik. O halde aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet…buyurmuştur. (Mâide 5/48-49).

Nafile namazlarla ilgili diğer bir önemli bir konu da niyet meselesidir. Bu namazları kılmak için niyet edilirken sanki bu namazların Resûlullâh için kılındığı gibi çok yanlış bir algı söz konusudur. Diğer bütün ibadetler gibi bu namazlar da yalnızca Allah için yapılır. Resûlullâh da bizim için örnek teşkil ettiği için elbette O’nun yapmış oldukları bizim için önemlidir. Fakat Resûlullâh örnek almak ibadetleri onun için yapmak anlamında değildir. Bu nedenle tüm ibadetlerde olduğu gibi bu namazların niyetinde de önemli olan kişinin Allah rızası için namaz kılacağını bilmesidir. Bu şekilde niyette bulunmak yeterlidir.

Sünnet namazların terk edilip edilemeyeceği meselesi de diğer önemli bir konudur. Çünkü birçok kişi bu namazları sünnet olarak değil de terk edilmesi halinde büyük vebali olan farz namazlar gibi görmektedirler. Fakat bu namazlar, farz değil nafile namazlardır. Hiçbir ayette ve Resûlullâh’tan nakledilen hadislerde bu namazları kılmayanlar için, bir tehdit ve ceza öngörülmemiştir. Aksine, kılanlar için büyük mükâfatlar olduğundan bahsedilmiştir. Dolayısıyla bu namazları terk etmekle kimse günahkâr olmaz. Bu konuda kişinin sorumluluğu, yalnızca farz namazlardır. Ama sünnetleri kılan kişi de bunların sevabını alır.

Konuyla ilgili görüntülü cevaplarımız için de lütfen aşağıdaki linkleri tıklayınız:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/sunnet-namazlari-peygamberimize-allah-mi-emretmistir.html

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/sunnet-i-muekkede-neye-denir-sunnetler-kilinmazsa-ne-olur.html

Bazı ayetlerde geçen “köle azat etme” işi günümüzde uygulanabilir mi?

Kur’an-ı Kerim’de yanlışlıkla (hataen) adam öldürme durumunda, konunun birinci derecede mağduru olan maktul yakınlarına, kişisel hakların telafisi olarak bir diyet ödenmesi gerektiği bildirilmiştir.

www.fetva.net/yazili-fetvalar/hataen-adam-olduren-kisi-diyeti-nasil-ve-ne-kadar-odemeli.html

Bunun dışında bir de özgür olmaması sebebiyle manevî şahsiyetten yoksun, diğer bir ifadeyle toplumsal kimliği yok sayılan, toplumdan eksilen manevî bir şahsiyetin hükmen yerine konulması anlamında, mümin bir esirin özgürlüğüne kavuşturulması (tahrîr-i rakabe) yaptırımı da öngörülmektedir. İlgili ayetler şöyledir:

Bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı yoktur; yanlışlıkla olursa başka. Kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse bir mümin köle azat etmesi ve öldürülenin ailesine ödenecek diyet vermesi gerekir; bağışlarlarsa başka. Eğer öldürülen mümin, size düşman olan toplumdan ise mümin bir köle azat etmek gerekir. Eğer aranızda anlaşma olan bir toplumdan ise ailesine ödenecek diyet ve bir mümin köle azadı gerekir. Kim bulamazsa art arda iki ay oruç tutar. Bu Allah tarafından tevbesinin kabulü içindir. Allah bilir, doğru karar verir.

Kim bir mümini kasten öldürürse (onun) cezası, içinde sürekli kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük azap hazırlamıştır.” (Nisâ, 4/92-93)

92. ayette boyunduruğun/esaretin çözülmesi ve özgürlüğe kavuşturma olarak ifade edebileceğimiz “tahrîr-i rakabe (تَحْرِيرُ رَقَبَةٍ)” tabirinin kullanılması, söz konusu olaydaki hak ihlalini tam anlamıyla karşılamasının yanında, uygulanabilirlik açısından da esnek bir yapı oluşturmaktadır. Özgürlüğüne kavuşturulacak kişiler, tutsak durumda olan savaş esirleri olabileceği gibi sosyal, siyasal veya ekonomik sebeplerle suçsuz olduğu halde boyunduruk altına alınmış ve özgürlüğünü yitirmiş kişiler de olabilir. İçinde bulunduğumuz dönemde dünyanın çeşitli bölgelerinde insan ticareti ve kadınların cinsel anlamda köleleştirilmesi gibi söz konusu esaretin farklı boyutlarının varlığı da bir gerçektir.

Sonuç olarak, günümüzde de “tahrîr-i rakabe” yaptırımının ulusal ve uluslararası uygulama alanlarının bulunabileceğini söyleyebiliriz.

Hazırlayan: Suat ERDOĞAN

Nefsi müdafaa durumunda birini öldürmenin hükmü nedir?

Kur’an-ı Kerim’de, “hukuka uygun bir sebep olmadıkça” kasten adam öldürmek kesin bir dille yasaklanmıştır. Bir ayette şöyle buyurulmuştur:

“Allah’ın dokunulmaz kıldığı kimseyi öldürmeyin, hukuka uygunsa başka…” (İsrâ, 17/33. Konu ilgili diğer ayetler için bkz. Âl-i İmran, 3/21, 112, 181; Nisâ, 4/155, En’âm, 6/151)

Kur’an’ın bütünlüğü içerisinde konuya bakıldığında bir kişiyi öldürme konusunda hukuka uygunluk, ancak haksız yere adam öldürme suçunu işleyen kişinin işlediği suçun cezası olarak öldürülmesi ya da ölümle karşı karşıya kalma ve nefsi müdafaa durumunda mümkün olabilmektedir.

Nefsi müdafaa konusu, Kur’an’da iki örnek üzerinden genel prensiplerle uyumlu bir şekilde ele alınır. Bunlar şöyledir:

1- “Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa (siz de onlarla savaşın) onları öldürün.” (Bakara, 2/191)

2- “Haram ay, haram aya karşılıktır. Dokunulmazlıklar karşılıklıdır. O halde kim size saldırırsa siz de ona, size yaptığı saldırıya denk bir saldırı yapın.” (Bakara, 2/194)

Yukarıdaki ayetlerde Mescid-i Haram ve haram aylarda savaş yasağı konusundaki dokunulmazlık kuralının çiğnenmesi durumunda, meşru müdafaanın bir hak olarak ortaya çıkacağından söz edilmektedir. Bir başkasının yaşam hakkına yönelik saldırıda bulunmadığı sürece her iki durumda da kişinin dokunulmazlığı vardır. Ancak normal koşullarda hukuka aykırı olmakla birlikte, saldırı durumunda kişinin saldırıya misliyle mukabele etme ve kendisini koruma hakkı ortaya çıkmaktadır. Bu hakkı kullanmak için nefsi müdafaanın, söz konusu haksız fille orantılı olması gerektiği gibi, ölüm tehdidinin fiilen devam ediyor olması da şarttır. İlgili ayetin hemen sonrasındaki “Vazgeçerlerse artık husumet ancak zalimlere karşıdır” (Bakara, 2/193) şeklindeki ifadeler meşru müdafaanın sınırlarını çizmektedir.

Hz. Peygamber (a.s.)’ın “Kim, canı uğrunda ölürse şehittir” (Tirmizî, “Diyât”, 22) şeklindeki ifadelerinin de ayetlerde söz konusu edilen nefsi müdafaa hakkının kullanılması kapsamında olduğu anlaşılmaktadır.

Konuyu bir örnek üzerinden ifade etmek gerekirse: Silahla ateş etmek üzere olan kişiye karşı erken davranıp, ateş ederek onu öldürmek meşru müdafaa sınırları içerisinde olmakla birlikte, kesici bir aletle öldürmek kastıyla saldıran kişinin tehdidi, bir el ateş edildiğinde uzaklaştırılmışsa, ikinci el ateş etmek meşru müdafaa sınırlarını aşmak anlamına gelecektir. Zira kişinin kendi isteğiyle olmasa da ölüm tehdidi artık ortadan kalkmıştır. Bu durumda meşru müdafaa bahanesi ile o kişiyi öldürmek asla caiz değildir.

HAZIRLAYAN: Suat ERDOĞAN

İslam’da her şey mantıkla izah edilir mi, mesela melekler?

Melekler gayba ait varlıklar olduğu için deney ve tecrübe ile idrak edilmeleri mümkün değildir. Akıl ve mantık fizik ötesi/gaybî varlık ve hadiselerin izahı noktasında yanlış ve eksik bilgiler verebilir. Kaldı ki akıl ve mantığın, içinde bulunduğumuz dünya hakkındaki verileri de çoğu zaman yanlış olabilir. Bu hususlarda Kur’an ve sahih sünnette verilen bilgilere tabi olmak gerekir. Ayet ve hadislerde insanoğlunun ilgi ve merakını tatmin edecek malumatlar vardır ve bunlara inanmak her mümin için zorunludur.

İslam dininin hem gönül/kalp hem de akıl ve mantık boyutu bulunur. Gönül boyutu, insanın manevî/duygusal ihtiyaçlarını; akıl ve mantık boyutu ise düşünme, anlama, analiz etme, eşya ve tabiatla sağlıklı ilişkiler kurma gereksinimlerini gidermeye yöneliktir. Kur’an-ı Kerim her türden meseleyi belirli bir düşünce sistematiği, tutarlılık ve kavramsal çerçeve içinde ortaya koymakta ve anlaşılmaları için düşünmenin doğru yönetilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Birçok ayette akletmenin tavsiye edilmesi, her şeyden önce insanın Allah’ın varlığını bilip tasdik etmesi, yükümlü bir canlı olduğunu kavraması ve buna yönelik davranışlar yapması içindir. Müminler; aklın kavrama sınırlarını aşan ve literatürde “sem’iyyât” denilen; melek, cin, ruh, ahiret ahvâli vb. metafizik hadiseleri her ne kadar akıl ve mantıkla kavrayamasalar da bunlara iman etmekle mükelleftirler.

Dr. Osman Demir

Konuyla ilgili daha geniş bilgiye ulaşmak için lütfen aşağıdaki linkleri de tıklayınız:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/meleklerle-iletisime-gecmek-onlardan-yardim-istemek-mumkun-mudur.html

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/islam-akil-dini-degildir-soylemini-nasil-degerlendirmek-gerekir.html

“Vatan sevgisi imandandır” sözü hadis midir? Hadis ise sahih midir?

“Vatan sevgisi imandandır” rivayeti, Aliyyü’l-Kârî’nin el-Esrâru’l-Merfûa adlı eserinde geçmektedir. O, bu rivayet için Zerkeşî’nin: “Bu rivayete vâkıf olamadım”, Safevî’nin: “Bu rivayet sabit değildir” ve Sehâvî’nin: “Bu rivayete vâkıf olamadım; fakat manası sahihtir” şeklindeki açıklamalarına yer vermiştir. Aliyyü’l-Kârî, ayrıca bu rivayetin selefe/geçmiştekilere ait sözlerden olduğunun söylendiğini de belirtmiştir.

Fakat Aliyyü’l-Kâri, Sehâvî’nin “Bu rivayetin manası sahihtir” sözünü reddetmiş ve şöyle demiştir: “Bu rivayetin manası sahihtir” sözü ilginçtir!  Çünkü iman ile vatan sevgisi arasında bir bağlantı yoktur.” Bunun yanı sıra o, rivayette yer alan vatan sevgisinin sadece mü’minlere özgü bir durum olması halinde kabul edilebileceğini; fakat bunun gayrimüslimler için asla bir iman alameti olamayacağını belirtmiştir. O, ayrıca hadiste geçen “vatan” ifadesi ile “Cennet”, “Mekke” veya “Allah’a dönüş”ün kast edilmiş olabileceğini de söylemiştir. (Bkz: Aliyyü’l-Kâri, el-Esrâru’l-Merfûa, s:189-191, hadis no: 164.)

Aclûnî de Keşfu’l-Hafâ adlı eserinde bu rivayete yer vermiş ve “Sağânî bu rivayet için uydurma, Sehâvî ise ‘(Bu rivayete) vâkıf olamadım; ama rivayetin manası sahihtir’ dedi.” açıklamasında bulunmuştur. (Bkz: Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, s: 346-347, hadis no: 1102.)

Aliyyü’l-Kârî’nin el-Esrâru’l-Merfûa adlı eserini tahkîk eden Muhammed Lütfi es-Sabbâğ ise bu rivayet hakkında şu değerlendirmelerde bulunmuştur:

“… Bu hadis sahih değildir, uydurmadır. Günümüz şartları ve olayları içerisinde hadis diye sunulan bu ifadenin metnine bakacak olursak bunun uydurma ve batıl olduğuna dair asla bir şüpheye ve kuşkuya yer olmadığını görebiliriz. Çağımızda İslam düşmanları, bu rivayeti, dini tamamen toplumdan soyutlamak ve kendilerince bir toplum oluşturmak amacıyla ileri sürmektedirler. Böylece “vatancılık”, “milliyetçilik” düşüncelerini ve tohumlarını pekiştirmek istiyorlar. Gerçek olan şu ki Müslümanın asıl vatanı onun akidesidir, inancıdır…” (Bkz: el- Esrâru’l-Merfûa, s: 191, dipnot: 2.)

Buraya kadar verilen bilgiler ışığında “Vatan sevgisi imandandır” rivayetinin Hz. Peygamber’e ait bir ifade olmadığı, yani onun adına uydurulduğu anlaşılmaktadır. Fakat bu, vatan sevgisinin yanlış olduğu gibi bir sonuç ifade etmez. Kişinin vatanını sevmesi yanlış değildir, bunda hiçbir sakınca yoktur. Ama bu başkadır, bunun hadis olduğunu iddia etmek başka. Burada esas olarak söylenmek istenen, bu rivayetin Hz. Peygamber’e ait bir hadis olmadığı ve vatan sevgisinin bir iman göstergesi olmadığıdır.

Bununla ilgili görüntülü bir cevabımız için lütfen aşağıdaki linki tıklayınız:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/vatan-sevgisi-imandandir-seklinde-bir-hadis-var-midir.html

 

Cünüp olarak ölenler cehennemde mi yanacak?

Cünüp bir şekilde ölmek değil, imansız bir şekilde ölmek âfettir. Ebedi olarak cehennemde kalacağı bildirilen kişiler de müşriklerdir.

Bir kişi, cünüp bir şekilde öldü diye Allah katında hesaba çekilmez. Günahlarına ve sevaplarına bakılır; ona göre ceza veya ödülü verilir.

Lütfen aşağıdaki linki de tıklayınız:

Arafatta vakfe yapmanın haccın farzlarından olduğunun delili nedir?

Arafat’ta vakfe yapmak, hac ibadetinin farz olan rükünlerindendir. Vakfe yapmaya Kur’an’da şöyle işaret edilmektedir:

“(Hac mevsiminde) Rabbinizin ikramını aramanızda bir günah yoktur. Arafat’tan boşalıp aktığınız zaman Meş’ar-i Haram yanında Allah’ı anın. Size nasıl gösterdiyse öyle anın. Doğrusu, bundan önce siz gerçekten yanlış yolda idiniz.” (Bakara, 2/198).

Ayetteki “Arafat’tan boşalıp aktığınız zaman Meş’ar-i Haram yanında Allah’ı anın” ifadesi Arafat ve Müzdelife vakfelerine işaret etmektedir. Arafat ve Müzdelife vakfesine işaret eden bir âyet de şöyledir:

“Aynı zamanda[1] tefeslerini (Arafat ve Müzdelife vakfelerini) tamamlasınlar, adaklarını yerine getirsinler[2] ve o şerefli Beyti (Kâbe’yi) tavaf etsinler.” (el-Hac, 22/29)

Ayette geçen “tefes” kelimesiyle  kastedilenin Arafat ve Müzdelife vakfesi olduğu Peygamber (sav)’den nakledilen şu rivayetten anlaşılmaktadır:

Tay kabilesinden Urve b. Mudarris dedi ki, Resulullah sallallaha aleyhi ve selleme geldim, Cem’de (Müzdelife’de) vakfe yerindeydi.  Dedim ki, “Ya Resulallah! Tay dağından geldim. Bineğim perişan oldu, kendimi de yordum. Vallahi üzerinde beklemediğim bir kum tepesi olmadı, ben hacı olabilir miyim? Resulullah dedi ki: “Kim bizimle birlikte şu namazı kılar ve daha önce gece veya gündüz Arafat’a gelmiş olursa haccını tamamlamış, tefesini yerine getirmiş olur.” (Ebû Davûd, “Menasik”, 69; Tirmizî, “Hac”, 57; Nesâî,”Menâsik”, 211)


[1] Ayetin Arapçasında geçen ثُمَّ kelimesi “maa” anlamındadır.

[2] Kurbandan çeşitli ayetlerde bahsedildiği için buradaki adaklar hacının, ihrama girmekle birlikte üstlenmiş olduğu görevlerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Hac bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca başlarsa, hac sırasında ne müstehcenlik yapar, ne günaha girer ne de kavga eder.” (Bakara 2/197)