Blog
Alışkanlık haline getirilen nafile ibadetlerin, Kur’an okumalarının bazı gecelerde artırılması, bazı gecelerde azaltılması, bazı gecelerde de terk edilmesi sakıncalı değildir.
Fakat “sevabından dolayı özellikle şu gece daha fazla nafile kılayım, daha fazla Kur’an okuyayım demek” sakıncalıdır. Bu, o gece yapılacak amellere diğer gecelerden daha fazla sevap verileceği gibi bir iddia taşır. Hakkında ayet veya hadis bulunmayan bu gibi konularda fikir ileri sürmek ise doğru değildir. Zaten bidatlerin ortaya çıkışı ve sürdürülüşü bu gibi masum gerekçelere dayanır. O yüzden dikkatli olmakta fayda vardır.
Daha geniş bilgi için lütfen aşağıdaki linkleri tıklayınız:
www.fetva.net/yazili-fetvalar/dini-hayat-icin-kandil-geceleri-gerekli-degil-midir.html
www.suleymaniyevakfi.org/tarih-arastirmalari/kandil-geceleri.html
Mirac olayı harikulade, olağanüstü bir olaydır ama nebîliği ispat amacıyla gösterilen bir mucize değildir. Nebîliği ispat etmek için gösterilen mucizeler, insanların gözleriyle görebilecekleri bir şekilde gerçekleşir. Hâlbuki mirac hadisesine sadece Nebîmiz şahit olmuş, bu yolculuğa melek Cebrail’den başkası eşlik etmemiştir. Bu da miracın diğer mucizeler gibi olmadığını göstermektedir.
Bununla ilgili başka bir cevabımızı aşağıdaki linkten okumanızı tavsiye ederiz:
www.fetva.net/yazili-fetvalar/peygamberimizin-kurandan-baska-mucizesi-yoksa-mirac-nedir.html
Teyemmüm “yemm” (يَمّ) kökünden türemiş olup, sözlükte “kastetmek” anlamına gelmektedir. Fıkıhtaki anlamı ise “su bulunmadığı veya suyu kullanmaya güç yetirilemediği zaman, toprak cinsinden temiz bir şeyle abdestsizliği gidermek için yapılan bir işlemdir.”
Kur’an-ı Kerim’de teyemmümden şöyle söz edilir:
“… Hasta veya yolcu olur veya sizden biri ayakyolundan gelir ya da kadınlara temas etmiş olur da su bulamazsanız temiz toprağa teyemmüm edin; onunla yüzünüzü ve ellerinizi mesh edin…” (Maide, 5/6)
Teyemmüm şu durumlarda alınır:
1. Mukim veya seferi iken su bulunamadığında
2. Su bulunup da hastalık veya başka bir sebepten dolayı kullanılmadığında.
Yukarıdaki ayette “temiz toprağa teyemmüm edin; onunla yüzünüzü ve ellerinizi mesh edin…” buyurularak teyemmümün temiz toprakla yüzü ve elleri mesh etmekten ibaret olduğu öğretilmiştir.
Maide suresinin 6. ayetinde abdest alınacağı zaman kolların dirseklerle beraber yıkanması emredilirken teyemmümde bu şart yoktur. Hanefiler abdeste kıyasen teyemmümde de kolların dirseklerle beraber mesh edilmesi gerektiğini söylerler. Hâlbuki onların da kabul ettiği meşhur bir kurala göre “ibadetlerde kıyas olmaz”. Doğrusu, teyemmümde ellerin bileklere kadar mesh edilmesidir.
Konuyla ilgili hadislere gelince:
1- Tek vuruşla ve ellerin bileklere kadar mesh edileceğini gösteren hadisler:
Ammar b. Yasir aktarmaktadır: Ben Hz. Peygambere (s.a.v) teyemmümün nasıl alındığı sordum. O’da şöyle cevap verdi:
“Yüz ve eller için tek bir defa yere vur ve teyemmüm al” diye buyurdu.” (Ebu Davud, Taharet, 123)
Ömer b.Hattâb radıyallahu anha biri geldi. “Ben cünüp oldum ve su da bulamadım. Ne yapmam gerek?” diye sordu Ömer, “namaz kılma” cevabını verdi. Bunun üzerine Ammâr b. Yâsir, Ömer b. Hattâb’a şöyle dedi: “Hatırlamaz mısın? İkimiz bir seferde idik. Cünüp olmuş ve su bulamamıştık. Bu yüzden sen namaz kılmamıştın ama ben toprakta yuvarlandıktan sonra namazı kılmıştım. Daha sonra bu yaptığım işi Peygamber’e (s.a.v) arz ettim. Peygamber (s.a.v), iki elini yere vurdu, ellerine üfürdü, sonra iki avucu ile yüzüne ve iki eline mesh etti. Ve “Sana bu kadarı yeterdi” diye buyurdu. (Buhari, Teyemmüm, 3; Müslim, Hayız, 112 (368); Ebu Davud, Taharet, 123; İbn Mâce, Taharet, 91)
2. İki vuruşla ve ellerin dirseklere hatta omuzlara kadar mesh edileceğini gösteren hadis:
Ammâr b. Yâsir (r.a) şöyle haber vermiştir:
“Sahâbîler, Resûlullah (s.a) ile beraber oldukları halde, sabah namazı için yeryüzü (toprak) cinsinden bir şeyle teyemmüm ettiler. Şöyle ki: Ellerini yere vurdular sonra yüzlerini bir kere mesh ettiler. Bilahare ellerini tekrar yere vurdular ve her iki ellerini omuzlarına ve koltuk altlarına kadar avuçlarının içiyle mesh ettiler. (Ebu Davud, Taharet, 121)
İbn Hacer el-Askalanî, Fethu’l-Bari adlı eserinin teyemmüm bölümünde şöyle demektedir:
“Teyemmüm konusunda Ebû Cüheym ve Âmmar hadisi dışındaki hadisler ya zayıftır ya da merfu mu mevkuf mu oldukları tartışmalıdır. Tercih edilen görüş, merfu olmadıkları yönündedir.
Ebû Cüheym hadisinde eller “mücmel” (belirsiz) bir şekilde zikredilmiştir. Ammar hadisinde ise, Buhari ve Müslim’de “bileklere kadar”, Sünen kitaplarında “dirseklere kadar” şeklinde geçmektedir. Bir rivayette, “dirseklerin yarısına kadar”, başka bir rivayette ise “koltuk altına kadar” şeklinde geçmiştir.
“Dirseklere” ve “dirseklerin yarısına kadar” rivayetleri hakkında birçok söz söylenmiştir. “Koltuk altlarına kadar” rivayeti için ise, İmam Şafiî ve diğer bazı kişiler şöyle demişlerdir: “Eğer bu emir peygamberimizden (s.a.v) gelmişse, daha sonra peygamberimizden sabit olan teyemmüm alma şekli bunu neshetmiştir. Şayet Peygamberden (s.a.v) gelmemişse, bu durumda hüccet olan onun verdiği emirdir.”
Bir de Sahihayn’da geçen rivayetlerin doğruluğunu güçlendiren, Âmmar’ın Peygamberden sonra teyemmümde yüz ve ellerin bileklere kadar mesh edileceği şeklinde fetva vermesidir. Hadisin ravisi müçtehit bir sahabi ise tabiî ki olayın gerçek yüzünü diğerlerinden daha iyi bilir.” (İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bari, c: 2, s: 265, 339. hadisin şerhi)
İbn Hacer’in söyledikleri doğrudur. Teyemmümde önce yüzün, daha sonra ellerin bileklere kadar mesh edilmesi yeterlidir. “Dirseklere kadar” ifadesi abdest için geçerli olup teyemmümde böyle bir şart bulunmamaktadır.
Cumaya gidebildiğiniz sürece farzı yerine getirmiş olursunuz. Cuma kendisine farz olmayanlar, meşru mazeretlerinden dolayı cumaya gidemeyecek durumda olanlardır.
Fıkıh kitaplarında hasta olduğundan dolayı cuma namazına çıktıkları takdirde hastalığının artmasından veya uzamasından korkan kimselere, kötürüm veya ayakları kesilmiş olan kimselere cumanın farz olmadığı ama gidip cuma namazını kılmaları halinde o günün öğle namazını kılmakla yükümlü olmadıkları ifade edilmektedir.
Cuma namazını kılamayanlar o günün öğle namazını kılmak zorundadırlar.
Cumanın farzından sonra kılınacak namaz hakkındaki cevaplar için lütfen aşağıdaki linkleri tıklayınız:
Bahis şirketlerinin oynattığı oyunlar kesin bir şekilde kumardır, bunda hiçbir şüphe yoktur. Kumar da büyük günahlardandır. Dolayısıyla bir Müslümanın şans oyunları oynaması kesinlikle caiz değildir. Bu, işin birinci bölümüdür.
Bununla ilgili daha açıklamalı bilgi için lütfen aşağıdaki linki tıklayınız:
www.fetva.net/yazili-fetvalar/kumar
Sorunuzun ikinci bölümüne gelince: Keşfettiğiniz açık sayesinde sistemden yasal olmayan bir yolla para kazanılacağını siz de gayet iyi biliyorsunuz. Oynanan oyunun kumar olması, onların parasını çalmayı gerektirmez. Bir Müslümanın “içki satıyorlar” diye meyhaneyi, “zina yapıyorlar” diye genelevi soyması nasıl caiz değilse “kumar oynatıyorlar” diyerek kumar şirketlerinin hesaplarını boşaltması da caiz değildir. Bu, açık bir hırsızlık olur. Hırsızlık da tıpkı kumar gibi büyük günahlardan biridir. Asla bu yola tevessül etmeyiniz.
Keffaretlerde sıralanan seçeneklerin birbirlerine denk olması diye bir şey yoktur. Mükellefin maddi durumuna göre “zordan kolaya” şeklinde seçenekler sunulmuştur. Mesela köle azadı seçeneği, yemin keffaretinde olduğu gibi zıhar ve adam öldürme keffaretlerinde de vardır. Ama zıharda köle bulamayan kişinin 60 fakiri doyurması istenmiştir.
Aynı şekilde yeminde son seçenek olarak 3 gün oruç tutulması istenirken zıhar ve adam öldürmede peş peşe olmak kaydıyla iki ay oruç tutulması istenmiştir. Bunlar birbirine denk olan şeyler değildir. Keffaret, kulluk gereği yerine getirilmesi gereken görev olduğu için Allah nasıl emrediyorsa odur.
Ayetleri, kendi başımıza açıklamaya kalkmamız doğru değildir. Çünkü Allah Teâlâ buna izin vermemekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Elif, Lâm, Râ. Bu, ayetleri hakîm (doğru karar veren) ve habîr (her şeyden haberdar) olan Allah tarafından muhkem kılınmış ve de açıklanmış bir kitaptır. Böyle olması Allah’tan başkasına kulluk etmemeniz içindir. (De ki:) Ben de O’nun tarafından size uyarı yapan ve müjde veren biriyim.” (Hûd, 11/1-2)
Allah Teâlâ, âyetleri, âyetlerle açıklamıştır. Bize düşen ise aynı konuyla ilgili ayetleri ve Resûlullah’ın uygulamalarını toparlayarak Allah’ın açıklamalarına ulaşmaya çalışmaktır.
Buradan hareketle, Fatiha Suresinin ilgili ayetinde geçen istiâne kavramının kapsamı diğer ayetlerde açıklanmış ve gereken durumlarda insanların birbirlerinden yardım isteyebilecekleri belirtilmiştir. Fakat “olağanüstü” veya “olağandışı” dediğimiz ve sadece Allah’ın yapabileceği yardımları O’ndan başkasından istemenin şirk olduğu da yine diğer ayetlerde özellikle vurgulanmıştır. Buna göre Fatiha Suresinde geçen “sadece senden yardım isteriz” cümlesi, diğer ayetlerin delaleti ile “senden başkasının yapamayacağı şeyleri başkasından değil; sadece senden isteriz” demek olur.
Dolayısıyla ayeti sizin dediğiniz şekilde anlamlandırmak doğru olmayacaktır.
www.fetva.net/yazili-fetvalar/sadece-allahtan-yardim-istemek-ne-manaya-gelir.html
Kur’an’ı açıklamada usul konusuyla ilgili geniş bilgiye aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:
www.suleymaniyevakfi.org/arastirmalar/kurani-aciklamada-usul.html
Bizler selamı, sesimizi kabirdekilere işittirmek veya onlardan bir cevap beklemek için vermiyoruz. Selam bir duadır. Biz Allah Teala’nın tavsiyesine ve Peygamberimizin uygulamalarına göre bizden önce imanla gelip geçmiş kardeşlerimize selam vererek onlar için hayır duada bulunuyoruz.
Ayrıca “Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirlerdekilere işittiremezsin!” (Fatır, 35/22) ayetine göre bizim selamımızı Allah Teala’nın bizzat kendisinin onlara işittiriyor olması da mümkündür. Yani biz işittiremeyiz ama Allah Teala işittirebilir.
Yukarıda bahsi geçen cevabımızı aşağıdaki linkten okumanızı tavsiye ederiz:
www.fetva.net/yazili-fetvalar/mezarlik-yanindan-gecerken-sarki-turku-dinlemek-caiz-mi.html
Hadis diye bilinen bu sözün aslı yoktur. İmam Gazali’nin İhyâ-u Ulûmiddîn adlı eserinde de geçtiği bildirilen bu söz hakkında İhyâ hadislerini tahric eden Hâfız el-Irâkî “bunun herhangi bir aslını göremedim” demiştir.
İbn Teymiye de bunun İsrailiyattan olduğunu ve Peygamberimizden geldiği bilinen bir senedinin olmadığını söylemiştir. (Sehâvî, el-Makâsıdu’l-Hasene, s: 438, hadis no: 990; Aliyyü’l-Kârî, el-Esrâru’l-Merfûa, s: 301, hadis no: 423; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c: 2, s: 195, hadis no: 2256)
Görüldüğü gibi halk arasında hadis diye bilinen bu sözün hadis değeri bulunmamaktadır. Dolayısıyla herhangi bir yerde “bir hadiste geçtiği üzere …” diyerek bu sözü hadismiş gibi anlatmak doğru değildir.
Siyer kaynakları, Peygamberimizle görüşmeye gelen altmış kişilik Necran Hristiyanlarının Peygamberimizin mescidinde ibadet yaptıklarını kaydetmişlerdir. Muhammed Hamidullah, İbn Hişam’dan yaptığı alıntıyla bu olayı şöyle nakletmiştir:
“Necrânlı Hristiyanlar, Midras’larının (okul ve mahkeme) başkanı ve piskoposları durumundaki Ebû Hârise İbn Alkame, onun naibi Abdu’l-Mesîh ve kervan başkanı el-Eylem’in idaresinde altmış kişilik bir heyeti Medine’ye gönderdiler. Kaynağımız bu konuda birçok ayrıntılı bilgi verir: Onların giysileri ve develeri Medinelileri çok etkilemişti; öğleden sonra geç saatlerde, Mescid-i Nebevî’de Muhammed (a.s.)’ın huzuruna çıktılar. Daha sonra kendilerine has ibâdetlerini yerine getirmek istediler; bu amaçla Resûlullah (a.s.) dışarı çıkıp Mescid’i onlara bıraktı: “İbâdetleri sırasında doğuya yöneldiler.” (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, c: 1, s: 619-620, 1022. paragraf)
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ibadet için mescidini onlara terk ettiğine göre bunda herhangi bir sakınca olmadığı anlaşılmaktadır.