Skip to content Skip to main navigation Skip to footer

Blog

Mekke müşrikleri bir nebî bekliyorlar mıydı?

Son Nebî’ye risalet görevinin verildiği dönemde, Ehl-i Kitap tarafından, Son Nebî’nin İsmailoğulları arasından çıkacağını bilen ve bu bilgiyi paylaşan samimi kişilerin olmaması pek mümkün değildir. Bu paylaşım neticesinde, Mekkeliler’in kendi soylarından bir nebînin geleceği haberlerini duymuş olmaları akla gelir. Nitekim şu ayetler Mekkeliler’in, kendi soylarından bir nebî geleceğini bildiklerini, hatta bu konuda bir beklenti içerisinde olduklarına işaret edebilir:

“İşte bu, indirdiğimiz bereketli Kitaptır. Ona uyun ve kendinizi koruyun ki ikram göresiniz. Yoksa kalkar, ‘Kitap bizden önceki iki topluluğa indirilmişti. Biz onların okuduklarından habersiz kaldık.’ diyebilirdiniz. Ya da “Eğer o Kitap bize indirilmiş olsaydı ona onlardan daha iyi uyardık” diyebilirdiniz. İşte size Rabbinizden açık bir belge, bir rehber ve bir ikram geldi. Bundan sonra Allah’ın ayetleri karşısında yalana sarılan ve onlardan yüz çevirenden daha kötü kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmelerine karşılık azabın kötüsü ile cezalandıracağız.” (En’âm 6/155-157)

Ayette geçen “iki topluluk” ile kastedilen, Yahudi ve Hristiyanlar olmalıdır. Müfessirler de aynı şeyi söylerler. Bu durumda ayette sözü edilen şeyleri Mekkelilerin söylediği anlaşılmaktadır.

İbn Kesîr, yukarıdaki ayetleri ele alırken konuyla ilgili şu ayete de atıfta bulunur:

“Kendilerine bir uyarıcı gelirse herhangi bir milletten daha çok doğru yolda olacaklarına dair bütün güçleriyle Allah’a yemin etmişlerdi. Fakat onlara uyarıcı gelince, bu, onların sadece tepkilerini arttırdı.” (Fâtır 35/42)

Ayette yemin edenlerin Mekkeliler olduğu söylenmektedir. Nitekim İbn Kesîr ayette Allah Teâlâ’nın, Muhammed (s.a.v)’in kendilerine elçi olarak gönderilmeden önce Kureyş’in ve Araplar’ın böyle yemin ettiklerini bildirdiğini söyler. En’âm sûresinin 155 vd. ayetleri bağlamında Fâtır sûresinin 42. ayetine atıfta bulunan İbn Kesîr, aynı şekilde bu ayetleri ele aldığı yerde de En’âm sûresinin ilgili ayetlerine atıfta bulunur. O ayrıca bu ayet bağlamında Saffât sûresinin 167 ilâ 170. ayetlerine de atıfta bulunur. Beklenildiği üzere Saffât sûresinin ilgili ayetlerini ele aldığı yerde de hem En’âm sûresinin hem de Fâtır sûresinin ilgili ayetlerine atıfta bulunur. Pek çok müfessir, Fâtır sûresinin 42. ayetiyle ilgili olarak Ehl-i Kitab’ın, kendilerine gönderilen rasulleri yalanladıklarını öğrenen Kureyş’in “Allah Yahudi ve Hristiyanlara lanet etsin, bize bir rasul gönderilseydi herhangi bir kavimden daha çok doğru olurduk.” dediklerini rivayet ederler. Şirbînî, Rasûlullah’a nübüvvet verilmeden önceki durumu tasvir ederken, Ehl-i Kitab’ın bir nebî beklentisi içinde olduğunu söyledikten sonra müşriklerin de benzer beklentisini Fâtır sûresinin 42. ayetiyle ortaya koymaya çalışır.

Gerek İbn Kesîr’in, gerek diğer bazı müfessirlerin Fâtır ve En’âm sûrelerinin ayetleriyle birlikte atıfta bulunduğu Saffât sûresinin 167 ilâ 170. ayetleri konuyla ilgili gözükmektedir. Ayetler şöyledir:

“Öncekiler gibi bize de bir Zikir verilseydi mutlaka Allah’ın ihlaslı kulları olurduk! diyorlardı. Ama görmezden geldiler. Yakında öğrenecekler.” (Sâffât 37/167 vd.)

Taberî, yukarıdaki ayetlerin Kureyş müşrikleriyle ilgili olduğuna ve Muhammed (s.a.v.)’e gönderilmeden önce onların böyle dediklerine dair rivayetleri nakleder. Yukarıdaki ayetlerle ilgili olarak bu rivayetler diğer başka müfessirler tarafından da paylaşılmaktadır.

Zuhruf sûresinin 31. ayeti de Mekkelilerin bir nebî beklentisine işaret etmektedir. Ayet şöyledir:

“Bu Kur’ân şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” (Zuhruf 43/31)

Kur’an’ın inişine değil de Muhammed (s.a.v.)’e inmesine şaşırmaları ve itiraz etmeleri bir beklenti içinde olmalarını gösterebilir. Müfessirler ayette sözü edilen iki şehirden birinin Mekke, diğerinin Taif olduğunu söylerler. Ayet Mekkî olduğundan ve ayetin öncesinde Mekke halkından bahsedilmesinden hareketle, iki şehirden birinin Mekke olduğu kesindir. Bizim için önemli olan da budur. Çünkü bu, Mekkelilerin bu yönde bir beklentisi olduğuna işaret eder. Kuss bin Saîde’nin, Ukaz Panayırı’nda okuduğu söylenen şiirin şu kısmı da konumuz açısından dikkat çekicidir:

“… Allah’ın gelecek bir peygamberi vardır ki onun gelmesi yakındır. Gölgesi başımızın üstüne düştü. Ne mutlu o kimseye ki, o inanacak, o da onu doğru yola yöneltecektir…”

Daha geniş bilgi için bkz: Fatih Orum, Tasdik Tebyin ve Nesih, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 77 vd.

Bizim orucumuzla önceki ümmetlerin orucu arasında fark var mı?

Yeme-içme ve cinsel ilişki sınırlamasının olduğu orucun Bakara sûresinin 183. ayetiyle farz kılındığı, daha sonra da bunun aynı sûrenin 187. ayetiyle nesh edildiğini dile getirenler vardır. 183. ayetin meali şöyledir:

“Müminler! O oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Belki kendinizi korursunuz.”

İbn Abbas’tan yapılan rivayete göre, oruç önce Bakara sûresinin 183. ayetiyle önceki şeriattaki gibi, yani geceleri yeme-içme ve cinsel ilişki yasağı olduğu halde farz kılınmış, daha sonra da 187. ayetle oruç gecelerindeki bu sınırlamalar kaldırılmıştır. Nitekim aralarında Ömer b. el-Hattâb’ın da bulunduğu bazı sahabilerin oruç gecelerindeki bu sınırlamayı ihlal ettiklerine dair bazı rivayetler de bunu destekler gibidir.

Gerçekten de Bakara sûresinin 187. ayetinin, nesih unsuru taşıdığı söylenir ve bu konuda bazı rivayetlerden bahsedilir. Özetle, önceleri oruç gecelerinde yeme-içme ve cinsel ilişki konularında bazı sınırlamalar varmış. İftar eden kişiye yeme-içme ve cinsel ilişki, yatsı namazına yahut uyuyuncaya kadar mubahmış ve bu uygulama 187. ayet ininceye kadar uygulanmış. Bu yasağı ihlal edenler olunca söz konusu âyetle önceki şeriatın bu hükmü kaldırılmış ve oruç gecelerinde cinsel ilişki serbest hale gelmiş. 183 ve 184. ayetlerin, orucun zamanı ve mükellefiyet şartları hususunda neshe uğradığı; önceleri her ay üç gün tutulan ve güç yetirebilenlerin isterlerse tutmayıp yerine fidye verebilecekleri orucun daha sonra 185. âyetle Ramazan ayını oruçlu geçirme şeklinde nesh edildiğini söyleyenler de vardır. 183. âyetin neshe uğradığını söyleyenlerin olması dikkat çekicidir.

Ayet incelendiğinde, gün içinde orucun tutulma süresi ve cinsel ilişkinin hükmü hususunda bir neshin gerçekleştiği sonucuna varılabilir. Ayette geçen “أُحِلَّ لَكُمْ = sizin için helal kılındı” ifadesi öncekilerin hükmünden farklı bir hüküm söz konusu olduğunu gösterir gibidir. Nitekim 183. ayette öncekilerinki gibi farz olan orucun hüküm ve vasıf açısından benzerlik taşıdığını, bu orucun vasıf yönüyle neshinin “أُحِلَّ لَكُمْ” denilerek 187. ayetle gerçekleştiğini söyleyenler vardır.

Esasında tüm bunlar 187. ayetin metniyle de örtüşmektedir. Ayette geçen “sizin için helal kılındı = أُحِلَّ لَكُمْ” ifadesi, yeni hükmün önceki şeriattan farklı olduğuna işaret etmektedir. Yine ayette geçen “Allah, kendinize olan güveninizi sarsıcı işler yapmakta olduğunuzu bildi, tevbelerinizi kabul etti ve sizi affetti = عَلِمَ اللَّهُ أَنَّكُمْ كُنْتُمْ تَخْتَانُونَ أَنْفُسَكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ وَعَفَا عَنْكُمْ” şeklindeki ifadeler, bazılarının bu sınırı aştığını, ancak Allah’ın bunları affettiğini göstermektedir. Aynı şekilde âyette geçen “فَالْآنَ بَاشِرُوهُنَّ وَابْتَغُوا مَا كَتَبَ اللَّهُ لَكُمْ = Bu vakitte onlarla birleşin ve Allah’ın sizin için yazdığını arayın şeklindeki ifadeden de yeni bir hükmün geldiği anlaşılmaktadır.

Resûlullah ve ona tâbî olanlar, önceki şeriata göre oruç tutuyor olmalıydılar. Nitekim buna dair rivayetler herkesin malumudur. Bu, Medine’de Bakara sûresinin 183. ayetiyle; Kur’an’i vahiyle tasdik edilmiş oluyordu. 184. ayetin başındaki “أَيَّامًا مَعْدُودَاتٍ = bilinen günlerde şeklindeki ifade, önce tutulan ve Kur’an’la da tasdik edilen orucun zamanının bilindiğini göstermektedir. 187. ayetle, oruç gecelerindeki yeme-içme ve cinsel ilişkiye dair sınırlamalarda genişlemeler oldu. Çünkü bunu ihlal edenler oluyordu.

KAYNAK: Fatih Orum, Tasdik Tebyin ve Nesih, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 32-35.

Şeriatlarda bütünlük ve süreklilik ilkesine dair aşağıdaki linkte bulunan soru-cevabı da gözden geçirmenizi tavsiye ederiz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/peygamberler-hep-ayni-seyleri-mi-teblig-etmislerdir.html

Dinimizde bazı şeyler yavaş yavaş mı haram kılınmıştır?

Şeriatlar arasında süreklilik ve bütünlük ilkesi, Kur’an’a bakış açısının yanı sıra bazı kavram ve söylemlerin de yeniden ele alınmasını gerekli kılmaktadır. Yeniden ele alınması gereken söylemlerden biri olan tedricilik, bazı hükümlerin birkaç aşamadan sonra nihai halini aldığı düşüncesidir. Bu bağlamda en bilindik örnek, sarhoş edici maddelerin kullanımının mesela içki içmenin haram kılınmasının birkaç aşamada gerçekleştiği iddiasıdır. Bu iddiaya göre; içki içmenin haram kılınma süreci önce Mekke’de inen Nahl sûresinin 67. ayetiyle içkinin güzel bir rızık olmadığına dikkat çekilerek başlamakta,  Medine’de inen Bakara sûresinin 219. ayetiyle zararının faydasından çok olduğuna dikkat çekilmekte, Nisâ sûresinin 43. ayetiyle kısmi yasaklama getirilmekte ve en nihayetinde Mâide sûresinin 90. ayetiyle haram kılma süreci tamamlanmaktadır. Benzer aşamaların faizin haram kılınma sürecinde de yaşandığı iddia edilmektedir. Nebilere vahyin indirilişinin zamana yayılması gerçeğinden hareketle, bir takım hükümlerde toplumun durumunu ve beklentilerini dikkate alarak herhangi bir konudaki son hükme belli aşamalar kat ederek varma düşüncesi, kulağa hoş gelse de şeriattaki bütünlük ve süreklilik ilkesiyle örtüşür gözükmemektedir.

Nebiler ve onlara verilen kitapların meşruiyeti büyük oranda tasdik ilişkisine dayanır. Kendinden öncesini tamamen yok sayan, geçersiz kılan bir nebîye insanların tabi olma yükümlülüğü yoktur. Dolayısıyla; yeni bir nebî gelene kadar önceki şeriatın gereklerini yerine getiren kimselerin, gelen nebîye tabi olduktan sonra şer’î ahkama dair hayatlarında köklü değişiklikler beklenemez. Mesela; Muhammed (a.s.)’a tabi olana kadar, zina etmeyen, faiz yemeyen, içki içmeyen bir Ehl-i kitabın, Muhammed (a.s.)’a tabi olduktan sonra, herhangi bir vahiy henüz inmediği gerekçesiyle bu konularda bir ara dönem yaşayıp tüm bu hususlarda serbest olduğu, yani isterse zina edip faiz yiyeceği, içki içip abdestsiz namaz kılabileceği düşünülebilir mi? Yeni bir nebîye tabi olanların, şer’î hükümler hususunda önceki şeriattan kopuk bir ara dönem yaşadıklarını düşünebilmek, bu insanların nebî olduğundan emin olmadıkları birine tabi olacak kadar büyük bir riski göze aldıklarını kabule etmek anlamına gelir ki samimi hiçbir mümin böyle bir şey yapmaz. Tabi olduğu şeriat uyarınca haram olduğu için içki içmeyen ama son nebîye tabi olduktan sonra kendisine içkinin haramlığı hususunda herhangi bir ayet inmediği söylendiği için içki içen bir mümin olabilir mi?

Benzer şeyi kendimiz için hayal etmeye çalışalım. Elimizdeki Kur’an, Muhammed (a.s.)’in son nebi olduğunu söylemeseydi ve tıpkı diğer ümmetlerde olduğu gibi bizi Kur’an’ı tasdik edecek bir nebî beklentisi içine soksaydı ve bir gün kendisinin nebî olduğuna inandığımız birine tabi olsaydık ve ona şunu sorsaydık:

“Ey Allahın elçisi! Bizler, elimizdeki Kur’an haram kıldığı için içki içmiyor, faiz yemiyoruz. Sana indirilen ayetler içinde bu ikisini haram kılan bir şey var mı?”

O da bu soruya şu cevabı verseydi:

“Hayır! Sözünü ettiğiniz konularda haram kılıcı bir ayet bana henüz vahyedilmiş değil. Ben size bunlar haram diyemem.”

Böyle bir nebîye hangimiz tabi olurduk? Kur’an haram kıldığı için dün sakındığımız şeyleri yeni bir nebîye tabi olduğumuz için bugün yapar mıydık? Kendimiz için hayal edemediğimizi başkaları için hayal edebiliyor olmamızın sebebi, her şeyin miladi 610 yılıyla başladığına dair oluşturulan algı olmalıdır. Miladi 610 yılından önce, herhangi bir konuda hüküm neyse hakkında yeni bir hüküm gelene kadar da hüküm o olmalıydı. Dolayısıyla, mesela içki ve faiz gibi konularda tedricilik iddiaları ve bu iddialara dair rivayetler tekrar düşünülmeli, gözden geçirilmelidir. Bir nebîye tabi olmanın en başta gelen gerekçesinden olan tasdik ilişkisini ortadan kaldıran bir kurgunun temeli, öncesi olmayan bir din algısına dayanmaktadır. Bunun sebebi de şeriatlar arasındaki bütünlük ve süreklilik ilkesinin göz ardı edilmesi olmalıdır. Bu yanlış düşüncenin zaman zaman günümüzde de etkileri görülmektedir. Bir takım hükümlerin tedricen tamamlandığı iddia edilerek bu ilkenin bazı konularda günümüzde de uygulanabileceği söylenmektedir.

KAYNAK: Fatih Orum, Tasdik Tebyin ve Nesih, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 20-22.

Şeriatlarda bütünlük ve süreklilik ilkesine dair aşağıdaki linkte bulunan soru-cevabı da gözden geçirmenizi tavsiye ederiz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/peygamberler-hep-ayni-seyleri-mi-teblig-etmislerdir.html

Allah’ın elçileri hep aynı şeyleri mi tebliğ etmişlerdir?

Dînî anlayış ve uygulamaya dair her şeyin Miladi 610 yılından itiba­ren, kendisine nübüvvet verilmesiyle birlikte Muhammed (s.a.v.) ile başladığına dair kanaat gelenekte oldukça yaygındır. Bu kabul, üm­met içinde, öncesini tamamen karanlık ilan etme temayülü oluştur­muş, akla hayale gelmeyecek pek çok kötü huy ve uygulama Mekke toplumunun siciline kaydedilmiştir. Öncesini tamamen yok ya da kirli sayıp, her şeyin yeni baştan 610 yılından itibaren başladığına dair oluşturulan bu algının, dini “anlama” ve “uygulama” alanında olumsuz sonuçları olmuştur.

Oysa pek çok ayette, şeriatta süreklilik ve bütünlük olduğuna dikkat çekil­miştir. Çeşitli ayetlerde bildirildiği üzere, Muhammed (s.a.v.), gönderilen ilk nebî değildi. Mesela şu ayette, onun rasullerin ilki olmadığı, bizzat kendi ifadelerine nispet edilerek şöyle bildirilir:

“De ki; ben rasullerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben apaçık bir uyarıcıyım.” (Ahkâf 46/9)

Rasûlullah ile ondan önceki nebîlere, dinde şeriat kılınan hususlar arasındaki müşterekliğe vurgu yapan şu ayette de önemlidir:

“Allah, Nuh’a buyurduğunu sizin için bu dinin şeriatı yapmıştır. Sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Mûsâ’ya ve İsa’ya emrettiğimiz şudur: Dini ayakta tutun, o konuda ayrılığa düşmeyin!” (Şûrâ 42/13)

Diğer başka ayetlerde de çeşitli yönlerden temas edildiği gibi, yukarıdaki âyette, Rasûlullah’a dinde şeriat kılınanların, önceki nebîlere şeriat kılınanlarla taşıdığı müşterekliğe vurgu yapılır.

Allah’ın dininde zamana ve mekana göre değişmeyen, hep sabit kalan bir öz bulunur. Namaz kılmak ve zekat vermek de bu özün parçasıdır. Kur’an’ın pek çok ayeti, namaz ve zekatın tüm ümmetlere farz kılındığını göstermektedir. Bu durum çeşitli vesilelerle klasik kaynaklarda da ifade edilmekle birlikte, son şeriatla ilgili olarak her şeyin Miladi 610 yılında başladığına dair algı, bu haki­kati gölgede bırakmış, söz konusu dönemde Mekke ve çevresinde, namaz başta olmak üzere, ibadetlerin uygu­lanmasına ilişkin herhangi bir malumata sahip olunmadığı düşüncesi, Kur’an’ın tek başına yeterli olmadığını, Kur’an-Sünnet arasında tah­sîs, takyîd, nesih ve teşrî ilişkisi olabileceğini kabul edenlerin yegane delili olmuştur. Kur’an-Sünnet ilişkisine dair hiçbir tartışma ve ça­lışma olmasın ki, “Sünnet olmasaydı namazı nasıl kılardık?” şeklin­deki Kur’an’î ve tarihi gerçeklerden uzak ezber cümle hatırlatılmamış olsun!

Her ilâhî kitap, kendinden önceki ilahi kitapları büyük oranda misliyle neshederek tasdik ettiği için, daha hayırlısı ile nesih olmadığı müddetçe nebîler, kendilerinden önceki şeriata uymakla yükümlüydüler. Nitekim Rasûlullah’a da şu emredilmişti:

“… Bunlar Allah’ın yola gelmiş saydığı kimselerdir; sen de onların yoluna uy …” (En’âm 6/90)

Yukarıdaki ayetin öncesinde; 83. ayetten 86. âyete kadar nebîlerden onsekizinin ismi (İbrahim, İshak, Yakub, Nuh, Davud, Süleyman, Eyyüb, Yusuf, Musa, Harun, Zekeriyya, Yahya, İsa, İlyas, İsmail, Elyesa’, Yunus, Lut) sayılmakta, 87. âyette ismi zikredilen bu nebîlerin atalarından, oğul ve torunlarından, kardeş ve yeğenlerinden olmak üzere ismi zikredilmeyen tüm nebîlere de atıfta bulunulmakta, 89. âyette tüm bunlara kitap, hikmet ve nübüvvet verildiği bildirilmekte, ardından da 90. âyette, Rasûlullah’a, bunların yoluna uyması emredilmektedir.

Ehl-i Kitab’a yönelik âyetlerde, Rasûlullah’a vahyedilenlerin önceki kitaplarda da olduğuna dikkat çekilmesi, Ehl-i Kitab’tan, kendi kitaplarının gereğini yerine getirmelerinin istenmesi, Rasûlullah’ın kendisinin ve kendisine indirilenin “musaddık = tasdik eden, onaylayan” olduğuna vurgu yapılması önemlidir. Nitekim İsa (a.s.)’ın söylediği rivayet edilen şu söz de bu durumla örtüşmektedir:

“Kutsal Yasa’yı ya da peygamberlerin sözlerini geçersiz kılmak için geldiğimi sanmayın. Ben geçersiz kılmaya değil, tamamlamaya geldim.” (Matta 5/17)

Hakkında yeni bir hüküm gelmediği sürece, Rasûlullah’a, önceki şeriatın hükümlerine tâbî olmasının emredilmesi, şeriattaki bütünlüğü ortaya koymaktadır. Kur’an, önceki ilâhî kitapları büyük oranda tasdik ederek misliyle; az bir kısmını da daha hayırlısıyla neshetmiştir. Durum böyle olunca Kur’an’ın muhtevası, indirildiği zaman ve coğrafyada yaşayan insanlar için tümüyle yeni ve bilinmedik şeylerden oluşmuyordu. Kur’an, bilinenleri hatırlatıyor (tezkîr), gizlenenleri ve ihtilaf edilenleri ortaya koyup açıklıyor (tebyîn), önceki ilahi kitaplarda bulunan hükümlerin büyük bir kısmını onaylayıp (tasdîk) bir kısmını da insanlar için daha hayırlısıyla değiştiriyordu (nesih).

KAYNAK: Fatih Orum, Tasdik Tebyin ve Nesih, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 14 vd.

Hz. Yusuf kardeşini yanında tutabilmek için hile mi yapmıştır?

İlgili kıssada hileden ziyade bir planın varlığından söz etmek daha doğru olur. Nitekim Yusuf sûresi 76. ayette bu planın Allah’ın öğretmesi ile gerçekleştiği ifade edilmiştir. Ayrıca 69. ayette Yusuf’un kardeşini (Bünyamin) de bundan haberdar ettiği anlaşılmaktadır. Yine aynı sûrenin 83 ve 87. ayetlerinde Yakup (a.s.)’ın Yusuf ve Bünyamin hakkında dile getirdiği ifadeler, onun da bazı şeylerden haberdar olabileceğini ima etmektedir. Dolayısıyla Yusuf, Bünyamin ve Yakub (a.s.) açısından kıssanın bu bölümünde herhangi bir hak ihlali gözükmemektedir. Aksine, Yusuf’un kardeşlerinin Yusuf ve babalarına karşı işlemiş oldukları haksız fiilin karşılık bulması söz konusudur. Şöyle ki:

Yusuf’un kardeşleri kendi aralarında plan yaparak Yusuf’u babalarından almışlardı. Onlar Yusuf’u koruyacaklarına dair babalarına söz verdiler; ancak sözlerinde samimi değillerdi. Nitekim sözlerinin sonunda hiç rahatsızlık duymadılar. Babalarına geldiklerinde son derece rahattılar. (Bkz: Yusuf, 12/7-18)

Kardeşlerinin bu planlı eylemlerine karşılık Yusuf (a.s.) da aynı şekilde plan kurarak Bünyamin’i onlardan aldı. Onlar, Bünyamin’i koruyacaklarına dair babalarına samimi olarak söz vermişlerdi. (Bkz: Yusuf, 12/63-66) Sonuçta sahte sözlerinin cezasını, samimi sözlerini yerine getirememenin acısıyla ödediler. Böylece yaptıkları misliyle karşılık bulmuş oldu.

Dr. Suat Erdoğan

Kadınlar çorapsız olarak namaz kılabilirler mi?

Bir kadının eli, yüzü ve ayakları haricinde bütün vücudu, açılmaması gereken süs/ziynet/avret olarak kabul edildiği için bir kadının namazda eli, yüzü ve ayakları hariç bütün vücudunu örtmesi gerekir. Avret sayılmadığı için[1] ayaklarında çorap bulunması şart değildir.

KAYNAK: Yahya Şenol-Enes Alimoğlu, İnsanlık Tarihi Boyunca O Namaz, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 174.

[1] Talebesi Hasan b. Ziyâd’ın rivayet ettiğine göre İmam-ı Azam Ebû Hanife kadının ayağına (bilekten aşağısına) bakılmasının mubah olduğunu söylemiştir. İmam Tahâvî de aynı görüştedir. Çünkü kadınlar alım satım gibi bazı işlemlerde erkeklere karşı nasıl yüzleri ve ellerini açabiliyorlarsa yalınayak veya terlikle yürürken de ayaklarını açmak zorunda kalabilirler. Çünkü her zaman ayakkabı/bot/çizme gibi (ayağı tamamen kapatan) bir şey bulamayabilirler. Bkz: Serahsî, el-Mebsût, c: 10, s: 153. Ayrıca bkz: www.suleymaniyevakfi.org/arastirmalar/basortusu-ve-ortunme.html

Zihin kontrolü ile suça yönlendirilen kişinin sorumluluğu nedir?

İslam düşüncesinde kişiyi sorumluluktan kurtaran şartlar bellidir. Malum, akıl mükellefiyetin ön şartlarındandır.

www.fetva.net/yazili-fetvalar/akil-nedir-islam-ile-mukellef-olmak-icin-gereken-akil-miktari-nedir.html

Ancak uyuşturucu vb. yollarla gerçekleştirilen zihin kontrolü, kişinin akli melekesini kullanmaktan alıkoyacak derecede ise ceza ehliyeti açısından bir muafiyetten söz etmek mümkündür. Fakat konunun önemine binaen ve istismara açık olması sebebiyle uzman ve ehil bir heyetin vereceği rapora göre hareket edilmesinin uygun olacağı kanaatindeyiz.

Subliminal mesaj için ise aynı şeyi söylemek doğru değildir.  Zira günaha/suça teşvik eden, yönlendiren bu tür etkilerden kendisini koruması insanın asli görevlerindendir.

Dr. Suat Erdoğan

Bununla ilgili görüntülü bir cevabımızı aşağıdaki linkden izleyebilirsiniz:

www.fetva.net/cezalar/zihin-kontrolu-ile-suca-yonlendirilen-kisinin-sorumlulugu-nedir-2.html

Zekâtın verileceği yerlerden biri olan fî sebîlillâh ile ne kastediliyor?

“Fî sebîlillâh” kavramı “Allah yolunda” anlamına gelmektedir ve Kur’an’da kırk beş ayette ve tamamen Medenî sûre veya ayetlerde çoğunlukla Allah yolunda savaşmak, ölmek, öldürmek, hicret etmek, cihat etmek, infak etmek anlamlarında geçmektedir.[1]

Aslında genel olarak Allah yolunda olan her şeyi ifade eden “fî sebîlillâh”ı, fakîhlerin çoğunluğu cihat, cihadı da düşmanla harp etmek olarak anlamışlardır. Kanaatimizce zekâtın harcama kalemi olarak “fî sebîlillâh”ı özel manada cihat olarak yorumlamak doğru ise de cihadı sadece savaşmak olarak anlamamak gerekir. Cihadın sözlük ve terim manaları, muhtelif ayet ve hadislerin çerçevelediği boyutları, ayrıca Hz. Peygamber’in cihatla ilgili uygulamaları dikkate alındığında bu faaliyetin sadece Müslüman olmayan unsurlarla savaşmaktan ibaret olmadığı anlaşılmaktadır.

Aslında cihadın ilk ve en temel safhası da davettir. “İ‘lâ-yi kelimetullâh” vazifesinin yerine getirilmesinde, davet imkânının mevcut olması halinde silahlı savaşa gerek kalmayacaktır. Bu yaklaşımla savaş bizatihi gaye değil, bir bakıma tebliğin selametini garantiye alma ve tebliğe mani olacak engelleri bertaraf etme gayesi güden bir vasıta olmaktadır.

“Allah yolunda” tabirinin ilk planda “Allah yolunda savaşanlar” şeklinde anlaşılmış olması, ayetin ifade tarzından ziyade İslam’ın yayılış dönemindeki sosyo-politik şartlarla ve uluslararası ilişkilerle ilgili olmalıdır. İslamiyet’in yayılması ilk dönem itibariyle sürekli olarak maddi cihat şeklinde olmuş ve asırlarca böyle devam ederek “fî sebîlillâh” kavramı “cihat” kavramıyla özdeş olarak görülmüştür.[2]

“Fî sebîlillâh” fonunun harcanması esnasında göz ardı edilemeyecek bir husus da bu harcama kaleminin ayette “fî” harf-i cerrinden sonra yer almış olmasıdır. Dolayısıyla zekâtı, bizzat “Allah yolunda” olan kimselerin eline vermek (temlîk) şart olmayıp[3] bu uğurda harcamak da yeterli olacaktır.

“Fî sebîlillâh” kavramının sadece Medenî surelerde geçmesi ise bu fonunun kurumsal bir yapıya ihtiyaç duyduğunu göstermektedir. İfadenin “Allah yolunda bulunanlar” değil de “Allah yolunda” olması da bireylerden çok, kurumları ve kurumların faaliyet alanlarını akla getirmektedir. [4]

Netice olarak kanaatimizce günümüzde “fî sebîlillâh” fonu ferdî olarak değil, zekâtı toplama ve dağıtma işini yapan devletler veya kurumlar tarafından harcanmalıdır. Bu harcama; İslam’ın yayılması, Allah’ın adının yüceltilmesi (i‘lâ-yi kelimetullâh), Müslüman çocukların ve gençlerin dinlerini öğrenmesi gibi amaçlarla olmalıdır. Gerektiğinde bu amaca hizmet edeceğinden emin olunan müesseselerin inşa edilmesinde de bu fon kullanılmalıdır.

KAYNAK: Beytullah Aktaş, Kur’an’a Göre Zekâtın Harcama Kalemleri (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul Üniversitesi SBE, İstanbul, 2013, s. 111-122.

[1] Bkz. Bakara, 2/154; 190; 195; 218; 244; 246; 261; 262; Âl-i İmrân, 3/13; 157; 167; 169; Nisâ, 4/74; 75; 76; 84; 89; 95; 100; Mâide, 5/54; Enfâl, 8/60; 72; 74; Tevbe, 9/19; 20; 34; 41; 81; 111; Hacc, 22/58; Nûr, 24/22; Muhammed, 47/4; 38; Hucurat, 49/15; Hadîd, 57/10; Saff, 61/11; Müzzemmil, 73/20. Diğer fiillerle kullanım için bkz. Bakara, 2/273; Âl-i İmrân, 3/146; Nisâ, 4/94; Tevbe, 9/38; 120.

[2] Murtaza Köse, “‘Fî Sebîlillâh’ Kavramının Zekât Açısından Tahlili”, AÜİFD, sayı 21, Erzurum, 2004, s. 110.

[3] Kardâvî, Fıkhu’z-Zekât, s. 440.

[4] Beşer, “Zekâtın Masarifi ve Sosyal Güvenlik”, Bir Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak Kur’an ve Sünnette Zekât, s. 182.