Blog
Peygamberlerden bazı günahlar sadır olduğu ayetlerle sabittir. Bu ayetlerden birinde Allah Tela Peygamberimize hitaben şöyle buyurmuştur:
“…Hem kendinin hem de mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahlarının bağışlanmasını dile!” (Muhammed, 47/19. Benzer ayetler için bkz: Ğâfir, 40/55; Fetih, 48/2)
Eyüp aleyhisselamla ilgili ayette şöyle buyurulmuştur:
“Kulumuz Eyyub’u da an; Rabbine: «Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azap verdi» diye seslenmişti.” (Sâd, 38/41)
Allah Teâlâ, Eyüp aleyhisselamın hastalığını şeytandan bilmesini onun için bir günah kabul etmiştir. Çünkü O, insanın başına gelen her şeyin kendisinden olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur:
“… Onlara bir iyilik gelse; “Bu Allah’tandır” derler, bir kötülük gelse “Bu da sendendir” derler. De ki: “Ne gelirse Allah’tan gelir…” (Nisa, 4/78)
Bundan dolayı Sad Suresinin 44. ayetinde Allah Teâlâ, Eyüp aleyhisselama “وَلَا تَحْنَثْ günaha girme” buyurmuştur. Fakat bu kelime tefsir ve meallerde “yemini bozma” olarak tercüme edilmiş ve herhangi bir sahih kaynağı olmayan bir rivayete dayanılarak ayet hakkında birçok şey söylenmiştir. Hâlbuki حِنْث= hins kelimesi bir yerde daha geçmektedir. Ayet şöyledir:
وَكَانُوا يُصِرُّونَ عَلَى الْحِنْثِ الْعَظِيمِ
“Onlar, büyük günah üzerinde ısrarlı davrananlardı.” (Vâkıa, 56/46)
Burada da “yemin” manasında değil, “günah” manasınadır.
Arapça’da yeminden dönmeye de hins denir. Çünkü yemini bozmak günahtır. (Bkz: Ragıp el-İsfehani, el-Müfradât, h-n-s mad)
Bu kelime Eyup aleyhisselam ile ilgili ayette yemin manasına gelemez. Çünkü kitaplarda aktarılan rivayette Eyüp aleyhisselamın, karısına, bir suçu olmadığı halde yüz sopa vurmaya yemin ettiği iddia edilmektedir. Bu iddia kabul edilemez. Çünkü böyle bir yeminin tutulmaması gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Yeminlerinizde Allah’ı; iyilik yapmanıza, takvanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel yapmayın. Allah işitir ve bilir.” (Bakara, 2/224)
Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Bir konuda yemin eder sonra başkasını hayırlı görürsen yeminini boz, keffaretini ver ve hayırlı gördüğüne gel.” (Buhari, Eyman, 1; Müslim, Eyman, 7)
“Günaha yemin edenin yemini yemin değildir. Akraba ile ilişkiyi kesmeye yemin edenin yemini yemin değildir.” (Ebu Davud, Talak, 7)
O halde Sad Suresinin 41-44. ayetlerinin meâli şöyle olmalıdır:
“Kulumuz Eyyûb’u da an; Rabbine: «Şeytan bana yorgunluk ve azap verdi» diye seslenmişti.
Biz de ona «Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su» dedik.
Katımızdan bir rahmet, içi temiz olanlar için de bir öğüt olmak üzere ona, ailesini ve onlarla birlikte olanların bir mislini lutfettik.
Ona: «Eline bir demet ot al, onunla (kendine/derine) vur! Günaha da girme» dedik. Doğrusu Biz onu pek sabırlı bulduk. Ne güzel kuldu o! O, gerçekten Allah’a yönelirdi.”
Eyüp aleyhisselamın soğuk su ile yıkanıp derisine otla vurması, onun için bir tedavi yöntemi olmuştu.
Bununla ilgili görüntülü cevabımızı aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz:
www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/seytan-insana-yorgunluk-veya-azap-verebilir-mi.html
Kadınların hayvan kesmesi yasak değildir. Hadis kaynaklarında Peygamberimiz döneminde hayvan kesen cariyelerden söz edilmektedir.
İlgili hadis şöyledir:
Abdullah İbn Ömer’in azatlı kölesi Nâfi’, Ka’b b. Mâlik’in bir oğlundan, İbn Ömer’e anlatırken şunları işitmiştir: “Bâbası (Ka’b) kendisine şöyle bir olay anlatmıştı: Davar güden bir cariye, bir koyunun ölmek üzere olduğunu görmüş, derhal bir taş kırarak onunla koyunu kesmişti. Babası (Ka’b), ailesine: “Resulullah’a sorup öğrenene kadar ondan yemeyin.” demiş ve sormuştu. Resulullah da yemelerine izin vermişti.” (Buhârî, Zebâih, 18, 19, Vekâlet, 4; Müslim, Edâhî, 19; İbn Mâce, Zebâih, 8; Ebû Dâvûd, Edâhî, 3; Muvatta, Zebâih, 4; Ahmed b. Hanbel, 2/76, 80.)
Görüldüğü gibi kadınlar da erkekler gibi hayvan kesebilmektedirler. Dolayısıyla onların kestikleri hayvanlar da yenir.
Osmanlı Devleti zamanında hazineye ait toprakları halk kullanıyor ve kira ödüyordu. Kiracı durumunda olan bu şahıslar ölünce toprağın kullanımı, devletin isteğine göre oluyordu. Son zamanlara doğru kullanma hakkı, miras gibi intikal etmeye başladı ve kız ile erkek arasında eşit paylaşıldı.
Sizin bahsettiğiniz yer, ister arsa, ister arazi olsun; mülkiyeti sizde olan yer olduğu için yukarıdaki hükme tabi değildir. Dinimize göre onu sekiz paya bölersiniz; annenize ve üç kız kardeşinize birer pay verirsiniz. İkişer pay da erkek kardeşlere düşer. Eğer kız kardeşlerinize ve annenize fazla bir şey vermek isterseniz onu kendi payınızdan verirsiniz.
Öncelikle ayetler arasında herhangi bir çelişki bulunmadığını belirttikten sonra sorunuzu şu şekilde cevaplandırmaya çalışalım:
Birincisi; Kur’an’ın tek bir ayeti ile hüküm verilemez. Kur’an, bir olayı en az iki yerde anlatan bir usûlle/yöntemle kendi kendini açıklar. Bu usûlü ancak alanında uzman ilim adamları topluluğu uygulayabilir.
Kur’an’ı Açıklamada Usûl konusunda ayrıntılı bilgi için lütfen aşağıdaki linki tıklayınız:
www.suleymaniyevakfi.org/arastirmalar/kurani-aciklamada-usul.html
İkincisi; Yahudi ve Hıristiyanların elindeki Tevrat ve İncil her ne kadar indiği gibi korunamamış olsa da hala doğru inancı gösteren ifadeler taşımakta, onları son nebîye inanmaya çağırmaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Allah nebilerinden kesin söz aldığında şöyle demiştir: ‘Size Kitap ve hikmet veririm de elinizde olanı onaylayan bir elçi gelirse kesinlikle ona inanacaksınız ve destek vereceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi? Bu ağır yükü yüklendiniz mi?’ Onlar: ‘Kabul ettik.’ demişlerdi. Allah: ‘Siz buna şahit olun, sizinle beraber ben de şahidim.’ demişti.
Bundan sonra sözünden dönenler, yoldan çıkmış olurlar.[1]
Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa isteyerek veya istemeyerek O’na teslim olmuştur. Hepsi döndürülüp O’nun huzuruna çıkarılacaktır.” (Âl-i İmrân, 3/81-83)
“De ki: ‘Ey Ehlikitap! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirilmiş olanı tam olarak yerine getirmedikçe temelsiz kalırsınız!’ Rabbinden sana indirilen (Kur’an), onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü arttıracaktır. Artık o kafirler topluluğuna üzülme.” (Mâide, 5/68)
“Ehlikitap içinde öyle kimseler vardır ki, Allah’a içten inanırlar, size indirilene ve kendilerine indirilmiş olana da inanırlar. Allah’a karşı saygılıdırlar. Allah’ın ayetlerini geçici bir bedelle değişmezler. Onların alacakları karşılık Rableri katındadır. Allah hesabı çabuk görür.” (Âl-i İmrân, 3/199)
Hıristiyan ve Yahudilerdeki Mesih inancı, beklenen son nebînin gelmediğini iddia etmelerinden ve yerine kendi belirledikleri birini koyma arzularından kaynaklanmaktadır. Onların önde gelenleri bunu bilmektedirler.
Mekkelilerin de büyük ataları uyarılmış, kendilerine nebî olarak Hz. İbrahim ve Hz. İsmail gönderilmişti. Ama ellerinde, (Tevrat ve İncil gibi) gelecek son nebîye inanmalarını emreden herhangi bir kitapları yoktu. Eğer Resûlullâh onlara gönderilmeseydi iddianız haklı olabilirdi. Onun, bütün insanlığa gönderilen elçi olduğu gösteren ayetlerden birkaçı şöyledir:
“… Bu Kur’an bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu. Yoksa siz, Allah ile beraber başka tanrılar olduğuna şahitlik mi ediyorsunuz? De ki: ‘Ben buna şahitlik etmem.’ ‘O ancak bir tek Allah’tır, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden kesinlikle uzağım’ de.” (En’âm, 6/19)
“Biz seni bütün insanlara, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik ama çoğu insan bunu böyle bilmez.” (Sebe, 34/28)
“De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah’ın gönderdiği elçiyim. Göklerde ve yerde hâkimiyet O’na aittir. O’ndan başka ilah yoktur. Hayat veren ve öldüren O’dur. Siz Allah’a inanıp güvenin; nebî olan ümmi resulüne de. O Resûl de Allah’a ve O’nun sözlerine inanıp güvenir. Ona (Nebî olan Resûle) uyun ki doğru yolu bulasınız.” (A’râf, 7/158)
“İşte böyle. Bunu sana, Arapça kur’anlar (ayet kümeleri) halinde vahyettik ki Anakent’te (Mekke’de) ve çevresinde olanları uyarasın. Geleceğinden şüphe olmayan toplanma günü konusunda da uyarasın. Bir kesim Cennette, bir kesim de alevli ateşin içinde olacaktır.” (Şûra, 42/7)
“Bereketli olan ve kendinden öncekileri tasdik eden bu Kitabı da biz indirdik. İndirdik ki Anakenti ve çevresini uyarasın. Namazlarına özen gösterip Ahirete inananlar, buna da inanırlar.” (En’âm, 6/92)
[1] Bunu destekleyen ifadeler İncil’de vardır. Aşağıda geçen metinde “O” yerine “Muhammed” kelimesini koyarak okuyunuz:
“Şimdiyse beni gönderenin yanına gidiyorum. Ne var ki, içinizden hiçbiri bana, `Nereye gidiyorsun?’ diye sormuyor. 6Ama size bunları söylediğim için yüreğiniz kederle doldu. 7Size gerçeği söylüyorum, benim gidişim sizin yararınızadır. Gitmezsem, Yardımcı size gelmez. 8O gelince dünyanın günah, doğruluk ve gelecek yargı konusundaki suçluluğunu dünyaya gösterecektir. 9Günah konusunda – çünkü bana iman etmezler. 10Doğruluk konusunda – çünkü Baba’ya gidiyorum, artık beni görmeyeceksiniz. 11Yargı konusunda – çünkü bu dünyanın egemeni yargılanmış bulunuyor. 12«Size daha çok söyleyeceklerim var, ama şimdi bunlara dayanamazsınız. 13Ne var ki O, yani Gerçeğin Ruhu gelince, sizi her gerçeğe yöneltecek. O kendiliğinden konuşmayacak, yalnız işittiklerini söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek. 14 O beni yüceltecek.” (İncil, Yuhanna, 16: 5-14)
Vahiy ile ilham aynı anlamda kullanılır. Kendisine vahyedilen herkesin nebî olması gerekmez. Allah Teâlâ bal arısına da vahyettiğini söylemektedir.
“Rabbin bal arısına şöyle bildirdi: ‘Dağlarda, ağaçlarda ve insanların yaptıkları çardaklarda kendine evler edin.
Sonra bütün ürünlerden ye ve Rabbinin sana gösterdiği yollara koyul.’ Arıların içinden değişik renklerde bir sıvı çıkar ki bu sıvıda insanlar için şifa bulunur. İşte bunda düşünen bir topluluk için kesin bir belge (ayet) vardır.” (Nahl, 16/68-69)
Allah Teâlâ şeytanların da dostlarına vahiyde bulunduklarını, yani içlerine bir şeyler fısıldadıklarını bildirmektedir. (Bkz: En’âm, 6/112, 121)
Allah’ın Elçilerine vahyin gelişi, onların gelen vahiyden şüphe etmelerine imkân vermeyen bir yöntemle olur. İlgili âyetler şöyledir:
“Bütün gizli bilgileri (gaybı) bilen O’dur. O, gaybını kimseye açmaz;
Uygun bulduğu bir elçi olursa başka. Onun da önüne ve arkasına gözcüler diker.
O elçi bilsin ki Rabbi tarafından gönderilenleri, melekler ona tam olarak ulaştırmış, o da onlarda olanın hepsini almış ve her şeyi tek tek kavramıştır.” (Cin, 72/26-28)
Bazı tefsirlerde En’âm sûresinin inişi ile ilgili olarak Enes b. Malik’ten gelen şöyle bir rivayetten söz edilir:
“Allah’ın Elçisi şöyle dedi: Kur’ân’dan En’âm sûresinin dışında bir sûre bana toptan inmedi. Şeytanlar bu sûre için toplandıkları kadar hiçbir sûre için toplanmamışlardı. Bu sûre bana, Cebrail ile birlikte elli bin melekle gönderildi. Bunu kuşatmışlar, bir düğün debdebesiyle getirdiler.” (Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur’an Dili, İst. 1936, c: 2, s. 1861-1862)
Elçinin, kendine gelenin melek olduğuna ve söylediği söze şeytan vesvesesi karışmadığına güvenmesi gerekir. Cenab-ı Hakk’ın vahiy esnasında elçisinin etrafına melekler dizmesi bundandır.
Bir de Allah’ın insanlarla konuşması meselesi vardır. Allah’ın insanla konuşması kalbine gelen ilhamla olabilir. Ya da ona bazı şeyleri rüyada gösterebilir. Ancak bunlar, yalnızca o kişiyi ilgilendiren şeylerdir. Bunlara pek güven de olmaz. İnsan, şeytan vesvesesini ilham sayabilir. Şeytani rüyayı, Rahmânî rüya sayabilir. Bizim emin olabileceğimiz tek yol, nebîlere gelen vahiylerdir. Onların dışındakiler zaten görev doğurmazlar.
Bu konu, Kur’ân Işığında Tarikatçılığa Bakış adlı kitabımızda delilleriyle açıklanmıştır. Oraya bakabilirsiniz.
Sorunuzu maddeler halinde cevaplandırmaya çalışalım:
1. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de, büyük günahlardan saydığı zinayı yasaklarken hiçbir yerde “zina yapmayın” veya “zina haramdır” dememiş fakat; “zinaya yaklaşmayın!” buyurmuştur. Bu, “zina yapmayın” demekten daha ileri bir ifade tarzıdır.
İçki de öyledir. Allah Teâlâ’nın “ondan uzak durun!” demesi, tıpkı “zinaya yaklaşmayın!” yasağı gibidir. Hüküm bakımından ikisi de aynıdır, haramdır. Zaten buna da gerek kalmayacak bir şekilde, Bakara sûresinin 219. ayetinde içki ve kumar için “ikisinde de büyük günah vardır” buyurularak bunların büyük günahlar kapsamında olduğu bildirilmiştir. İçkinin bir taraftan büyük günah olması, diğer taraftan haram olmaması mümkün değildir!
Ayrıca ayette “Onlardan uzak durun” emri bulunduğu için sarhoşluk veren içki, uyuşturucu gibi maddelerin üretimi, alımı, satımı, taşınması ve sunulması da caiz olmaz. Çünkü “uzak durmak”, ancak o şeyle araya mesafe koymakla mümkün olur. Bundan dolayı Nebîmizin sarhoş edici şeylerle ilgili olarak on kişiye lanet ettiği rivayet edilmiştir:
“Sıkana, sıktırana, içene, taşıyana, taşıtana, sunana, satana, parasını yiyene, satın alana ve satın aldırana.” (Tirmizî, Büyû, 59; Ebû Dâvûd, Eşribe, 2)
Görüldüğü gibi bu lanet, “uzak durma” yasağını ihlal edenlerle alakalıdır.
Ayrıca bildiğiniz gibi benzin istasyonlarında “ateşle yaklaşmayın” levhaları aslıdır. Bu cümle “ateşle yaklaşmayın ama istasyonda ateş yakabilirsiniz” anlamına gelmez. Ateşle yaklaşmanın yasak olduğu yerde ateş yakmak, daha büyük bir yasak olur.
2. İçki ayetinde yer alan “uzak durmak” ifadesi sadece içki veya zina için değil, bütün büyük günahlar için de kullanılmıştır. Aşağıdaki ayetlerde Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan “kaçınırsanız” sizin diğer günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız.” (Nisâ, 4/31)
“Onlar (mü’minler), büyük günahlardan ve hayâsızlıktan “kaçınırlar”; kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar.” (Şûrâ, 42/37)
“Ufak tefek kusurları dışında, büyük günahlardan ve edepsizliklerden “kaçınanlara” gelince, bil ki Rabbin, affı bol olandır. O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin karınlarında bulunduğunuz sırada (bile), sizi en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir.” (Necm, 53/32)
Şimdi bu ifadelere bakarak zina etmek, adam öldürmek, hırsızlık yapmak, namuslu kadına zina iftirasında bulunmak vb. gibi büyük günahların da aslında yasak olmadıkları sonucunu mu çıkartacaksınız?!
3. Allah Teâlâ sarhoşluk veren maddeleri yasaklarken onun şeytan işi bir pislik/rics olduğunu belirtmiştir. Kur’an’da dört ayette haram kılındığı belirtilen domuz etinin niçin haram kıldığı açıklanırken “çünkü o ricstir/pisliktir” (En’âm, 6/145) buyurulmuştur. Demek ki bir şeyin “rics” olması, onun haram olmasını gerektirmektedir. Zaten rics kelimesinin eşanlamlısı olan “habis/pis” kelimesi de bunu göstermektedir. Allah Teâlâ, Resûlullâh’tan bahsederken “o, habîs olan şeyleri haram kılar” (A’râf, 7/157) buyurmuştur. İçki de habis olduğuna göre ayetlerin delaleti ile onun da haram olduğu kesin bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Görüldüğü gibi içki, ayetlerin açık beyanları ile BÜYÜK GÜNAHLARDANDIR. Bu konuda sünnette yer alan açıklamalar Kur’an’da bulunanları başka bir dille ifade etmektedir. Sünnetin ayetlere ilave yapması veya ondan bir şey çıkarması söz konusu değildir.
Yahya Şenol
Kâbe ile ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar için kurulan ilk mabet, kesinkes Bekke’de (Mekke’de) olandır. Bereketli olsun ve şu âlem için yön belirleyici olsun diye kurulmuştur.” (Âl-i İmrân, 3/96)
“Bir zamanlar İbrahim’e beytin yerini göstermiş ve şöyle demiştik Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf eden, kıyamda bulunan, rükû ve secde edenlere evimi temiz tut.” (Hac, 22/26)
Buna göre ibadet için kurulan ilk evin ilk insanla birlikte var olması, akla en yakın ihtimaldir. İbrahim aleyhisselam Kâbe’nin ilk banisi değil, var olan temellerini yükselten ikinci banisidir.
Diğer ayetler şöyledir:
“Kâbe’yi insanlar için toplanma yeri ve güvenli bir yer haline getirdik. Siz İbrahim’in durduğu yerleri (makam-ı İbrahim’i) dua yeri yapın. İbrahim ile İsmail’e görev verdik, “Evimi; tavaf edenler, ibadete kapananlar, boyun eğen ve secde edenler için tertemiz tutun!” dedik.
Bir gün İbrahim şöyle yalvardı: “Rabbim, burasını güvenli bir şehir yap. Halkına; onlardan Allah’a ve Ahiret gününe inananlara her üründen rızık ver”. Allah dedi ki; “kim görmezlik ederse ona da bir süre iyilik eder, sonra onu o ateş azabına girmek zorunda bırakırım. Ne kötü hale düşmedir o!
Bir gün İbrahim, İsmail’le beraber Kâbe’nin temellerini yükseltiyordu. Dedi ki: “Rabbimiz, bunu bizden kabul et. İşiten de sensin, bilen de!” (Bakara, 2/125-127)
“İnsanlar arasında haccı ilân et ki gerek yaya olarak gerekse nice uzak yol ve diyarlardan yorgun argın gelen, zayıf develer üzerinde, kendilerine ait birtakım yararları müşahede etmeleri, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini anmaları -kurban kesmeleri- için sana -Kâbe’ye- gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yiyin hem de fakir ve yoksullara yedirin. Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve eski evi tavaf etsinler. Kim Allah’ın yasaklarına saygı gösterirse bu, rabbinin katında kendisi için daha hayırlıdır.” (Hac, 22/ 27-30)
Bu ayetlerden Kâbe’nin İbrahim aleyhisselamdan önce de var olduğu, ancak yıkılıp uzun zaman içinde yerinin kaybolduğu ve İbrahim aleyhisselam tarafından bulunarak yeniden yapıldığı anlaşılmaktadır.
Yine ayetlerden anladığımız kadarıyla Kâbe ile ilgili ibadetler “namaz” ve “tavaf”tır. Tavaf da hac ve umrenin asli rüknü olduğundan Kâbe’nin ilk yapılmasından itibaren haccın da var olduğu anlaşılır.
Aşağıdaki ayet de hac ibadetinin İbrahim aleyhisselamdan önce var olduğunu gösteren bir başka delildir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Allah Nuh’a buyurduğunu, sana vahyettiğini, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğini sizin için bu dinin şeriatı yapmıştır. Dini ayakta tutun, onda ayrılığa düşmeyin…” (Şûrâ, 42/13)
İbrahim aleyhisselamın şeriatında ve bizim şeriatımızda hac farz olduğuna göre demek ki Nuh aleyhisselama ve ümmetine de farzdı. Nuh aleyhisselamın İbrahim aleyhisselamdan daha eski olduğu ise kesindir.
Ödeme gücü olmadığı için borcunu ödeyemeyenlere bir ceza verilemeyeceği konusunda ittifak vardır. Çünkü ilgili ayet çok açıktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Eğer borçlu darlık içinde ise genişliğe çıkıncaya kadar beklemelidir. Borcu bağışlamanız hakkınızda daha hayırlıdır. Bunu bir bilseydiniz.” (Bakara, 2/280)
Ödeme gücü olduğu halde borcunu geciktirenlerin hapsedilmesini Ebû Hanîfe kabul etmiştir. Ancak o bunu, ödemeyi geciktirmenin cezası değil, borçluyu ödemeye zorlamanın ve haksızlığı önlemenin bir yolu olarak görmüştür. Zira Ebû Hanîfe, borçlunun mallarının haczedilip satılmasını kabul etmez. Ona göre, “Borçlunun malı varsa, hâkim o mal üzerinde tasarrufta bulunamaz. Borçluyu süresiz olarak hapseder ki, malını satsın ve borcunu ödesin. Bunu, alacaklılar haklarını alsınlar ve zulüm önlensin diye yapar.” (Ali b. Ebîbekr el-Merğinânî, el-Hidâye Şerhu Bidâyeti’l-Mübtedî, İstanbul, 1985, Kitâbu’l-Hacr, Babu’l-Hacr bi Sebebi’d-Deyn, c: 3, s: 285)
Borçlu, borcu ödeyince hapisten çıkacağına göre bunun, borcu geç ödemenin cezası olmadığı açıktır. Hapse atılmadan borcunu ödeyen hapse girmez.
Hapis cezasını gerekli gören başka mezhep yoktur.
Babanızın mirası eşine, iki oğluna ve iki kızına kalır. Buna göre miras 48 paya bölünür; 6 pay karısına (yani annenize), 14’er pay oğullarına, 7’şer pay da kızlarına verilir. 6+14+14+7+7=48
Ölenin çocukları varken kardeşleri miras alamaz. Bu yüzden amca ve halalarınız babanızdan kalan mirastan pay alamazlar.
Alakanız için teşekkür ederiz. Yalnız ilimde “ben böyle düşünüyorum”, “cevabınızı beğenmedim” gibi sözlere ve duygusallığa yer yoktur. Bizi bağlayan tek şey Allah’ın ayetleridir. Ayetleri bir kenara bırakarak fetva vermek, kendini Allah’ın yerine koymak olur ki bu, Allah’ın asla affetmeyeceği şirk günahıdır.
Eğer ayetler çerçevesinde bize karşı bir cevap hazırlama imkânınız olursa seve seve istifade ederiz. Siz yapamazsınız bunu yapabileceğine inandığınız kişilere aşağıdaki linkte yer alan röportajımızı gönderin ve duygusallıktan uzak, ayetler ışığında, tamamen bilimsel bir cevap hazırlamalarını sağlayın. İlim böyle olur, doğrular-yanlışlar böyle açığa çıkar. Sonuçta bütün ümmet çıkan hayırlı sonuçtan istifade eder. Böyle yapılmadan sadece bir takım duygusal sözlerle hareket edilirse biz dine uymuş olmaz, dini kendimize uydurmuş oluruz.
Bahsi geçen röportajımızı okumak için lütfen aşağıdaki linki tıklayınız:
www.suleymaniyevakfi.org/bulten/prof-dr-abdulaziz-bayindirla-istishad-eylemleri-uzerine.html
Yahudileri ekonomik olarak çökertme politikası güdeceğiz diye kendimizi sıkıntıya sokmamız gerekmez. Ama topluca bir karar alınırsa ona uymak icap eder. Bu açıdan orada çalışmak haramdır, günahtır denilemez. Fakat bu gibi konularda bir müslümanın uyanık olması, yaptığı işin sonunu iyi düşünmesi gerekir.
Secde etmek için yastık kullanmasına gerek yoktur. Oturduğu yerden namazını ima ile kılabilir. Rükûda biraz öne eğilerek, secdede rükûdan da biraz daha eğilerek namazınızı tamamlar.
Daha geniş bir cevap için lütfen aşağıdaki linki tıklayınız:
www.fetva.net/yazili-fetvalar/namazi-ayakta-kilamayanin-sandalyeye-oturup-kilmasi-dogru-mudur.html