Skip to content Skip to main navigation Skip to footer

Blog

Düğünlerde davul çalmanın hükmü nedir?

Düğünlerde çalgı çalınmasında herhangi bir sakınca bulunmamaktadır. Davul çalınabilir. Yalnız burada dikkat etmeniz gereken bir nokta bulunmaktadır: Günümüzde özellikle büyük şehirlerde bir arada yaşamak zorunda olduğumuz insanlarla, komşularımızla iyi geçinmek durumundayız. Dolayısıyla onları rahatsız etmemeliyiz. Düğün yapılacak diye insanların kapısının önünde davul çalarak onları rahatsız etmek, bir hak ihlalidir. Köy ortamlarında, meydanlık bir yerde bu tür düğün eğlenceleri düzenlenebilir. Şehir ortamında ise bu pek mümkün olmamaktadır. Bu tür düğün eğlencelerini düzenlemek için münasip yerler aranmalıdır. Bu konuya özellikle dikkat edilmesi gerekmektedir.

İslam’a uygun düğün nasıl yapılır?

Düğün yapılırken dikkat edilecek şey, dinimizin kesin olarak yasakladığı şeylerden kaçınmaktır. Bunlar da birbirlerine haram olan kadın ve erkeklerin bir arada oynamaması, alkollü içeceklerin içilmemesi, çalgılarla komşuların gece geç vakitlere kadar rahatsız edilmemesi vs. gibi hususlardır. Bu hususlara dikkat edilmek kaydıyla düğünler gelenek ve göreneklere göre icra edilir.

İslam’a göre düğün caiz midir?

İslam’a göre düğün yapmak caizdir. Hatta def çalıp evliliği insanlara ilan etmek Nebîmiz tarafından emredilmiştir. Onun şöyle dediği rivayet edilmiştir:

 “Haram olan nikâhla helal olan nikâh arasındaki ayırıcı özellik, def çalmak ve evliliği/nikâhı duyurmaktır.” (Tirmizî, Nikâh, 6; İbn Mâce, Nikâh, 20; Nesâî, Nikâh, 72)

“Nikâhı gizli değil, ilan ederek yapın. Kalabalık yerler olan mescitler gibi kalabalıklarla yapın. Nikâh yapıldığı belli olması için de def çalın.” (Tirmizî, Nikâh, 6)

Dikkat edilecek şey, düğün yaparken dinin yasakladığı şeylerden kaçınmaktır. Birbirlerine haram olan kadın ve erkeklerin bir arada oynaması, çalgılarla komşuların rahatsız edilmesi gibi hususlardan kaçınmak gerekmektedir.

Toplu duanın İslamiyet’teki yeri nedir?

Kunut ve yağmur duasında olduğu gibi şer’i bir delile dayanan toplu dualarda herhangi bir sakınca bulunmamaktadır. Bu gibi yerlerde topluca dua edilir. Bunun dışında namazlardan hemen sonra, cenaze defnettikten sonra, Arafat’ta, yemekten sonra vs. gibi durumlarda topluca dua edilebileceğine dair Nebîmizden nakledilen herhangi bir uygulama yoktur. Sahih olan uygulama, bu gibi yer ve durumlarda kişinin yalnız başına dua etmesidir.

Duada iki elimizi açık mı tutalım, yoksa birleştirelim mi?

Tespit edebildiğimiz kadarıyla sağlam kaynaklarda Resûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in dua ederken ellerini kaldırdığı belirtilmekte; fakat avuçlarının ayrı mı, yoksa birleştirilmiş bir vaziyette mi olduğu hakkında herhangi bir bilgi verilmemektedir. Fakat hadis âlimlerinden Hafız el-Irâkî, Taberânî’nin Mu’cemu’l-Kebîr adlı eserinde, Abdullah b. Abbas’ın bir rivayetine yer verdiğini söylemektedir. Bu rivayette İbn Abbas, Resûlullâh’ın dua ederken ellerini birleştirdiğini söylemektedir. Ama Irâkî bunun zayıf bir rivayet olduğunu belirtir. (el-Irâkî, Tahrîcu Ehâdîsi’l-İhyâ, c: 1, s. 256)

Buna göre duada ellerin birleştirebilmesi ya da ayrılması konusunda bağlayıcı herhangi bir emrin olmadığı rahatlıkla söylenebilir.

“Yüzü suyu hürmetine” şeklinde dua edilir mi?

Bu tür dualar Süleyman Çele­bi’nin Mevlid‘i gibi kitaplarda yer alır. Ama böyle dua olmaz! Bu konuda Hanefî alim­ler­den İbn Ebi’l-İzz şöyle diyor:

“Kişinin, Allah’tan başkasını du­asının kabulüne sebep kılması ve onunla tevessülde bu­lun­ması caiz değildir… O şöyle demek ister: “Fa­lanca senin salih kullarından olduğu için duamı kabul eyle.” Onun Allah‘ın salih kulu olma­sıyla berikinin du­ası arasında ne ilgi, ne bağlantı olabilir? Bu, duada taşkınlık yapmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Rabbinize için için ve yal­vararak dua edin. O, taşkınlık yapanları gerçekten sevmez.” (A’râf, 7/55)

Bu ve benzeri dualar, sonradan uydurul­muş­tur. Böyle bir dua ne Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sel­lemden, ne sahabeden, ne tabiînden, ne de imamların birinden aktarılmıştır. Allah hepsinden razı olsun. Bu, ancak cahille­rin ve bazı tarikatçıların yazdığı tılsımlarda bulunabilir.” (Ali b. Muhammed b. Ebî’l-İzz ed-Dimaşkî, Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, Beyrut, 1408/1988, c.1, s. 295-297)

İstihare hakkında bilgi verir misiniz?

İstihare; “yapılması düşünülen bir işin, Allah katında hayırlı olan şekliyle gerçekleşmesini istemek” demektir. İstihare yani hayırlı olanı isteme, bir duadır. Nasıl dua edileceğini Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de bize öğretmiş, Resûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem de bunu uygulayarak bizlere örnek olmuştur:

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 2/153)

Câbir radıyallahu anh’ın şöyle dediği nakledilmiştir:

“Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem bütün işlerinde, Kur’an’dan sûre öğretir gibi istihareyi de öğreterek şöyle derdi: “Sizden biriniz bir işe niyetlendiği zaman farzın dışında iki rekât nafile namaz kılsın ve şöyle desin:

“Allah’ım! Senden, senin ilim ve kudretinden hayır beklerim. Senin büyük lütfundan talep ederim. Şüphesiz senin her şeye gücün yeter; benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilemem. Sen bütün gizlilikleri bilensin. Allah’ım! Eğer bu işi dinim, yaşayışım ve işimin sonucu veya dünya veya ahiretimin sonucu bakımından benim için hayırlı olduğunu bilirsen o işi bana takdir et, kolaylaştır ve onu bana mübarek kıl. Eğer bu işi; dinim, yaşayışım ve işimin sonucu veya dünya veya ahiretimin sonucu bakımından benim için şer olarak bilirsen, onu benden, beni de ondan uzak eyle. Nerede olursa olsun benim için hayır olanı takdir et. Sonra da beni bu hayırdan memnun kıl.” (Buharî, Teheccüd, 25, Deavât, 49, Tevhid, 10; İbn Mace, İkâme, 188; Ahmed b. Hanbel, 3/344)

Maliki fakihlerinden İbnu’l-Hâc el-Abderî, istiharenin bundan ibaret olduğunu, ayrıca bir işaret almak amacıyla kişinin veya bir başkasının onun adına rüya görmek üzere uyumasının, gün ve kişi adlarından uğur çıkarma gibi davranışlara başvurmasının bid’at olduğunu belirtir. (Salim Öğüt, “İstihâre”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2001, cilt: 23, sayfa: 334.)

Rüyada beyaz veya yeşil renk görmenin hayra; siyah veya kırmızı görmenin ise şerre yorulmasının herhangi bir dini dayanağı bulunmamaktadır. Çünkü istihare / hayırlı olanı isteme; bir duadan ibarettir, rüya ile hiçbir ilgisi yoktur.

İstihare kişisel bir olaydır. Kişinin gerekli bütün çabayı gösterip araştırma ve istişarelerini tamamladıktan sonra hakkında hayırlısını takdir etmesi için Allah’a dua etmesinden ibarettir. Kişi, bunun sonucunda yine serbesttir. Dilerse yapar dilerse yapmaz. İstiharenin kesin bir bağlayıcılığı yoktur.

İSTİHÂRE DUASI

اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْتَخِيرُكَ بِعِلْمِكَ وَأَسْتَقْدِرُكَ بِقُدْرَتِكَ، وَأَسْأَلُكَ مِنْ فَضْلِكَ الْعَظِيمِ، فَإِنَّكَ تَقْدِرُ وَلاَ أَقْدِرُ وَتَعْلَمُ وَلاَ أَعْلَمُ وَأَنْتَ عَلاَّمُ الْغُيُوبِ، اللَّهُمَّ إِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ أَنَّ هَذَا الأمْرَ خَيْرٌ لِي فِي دِينِي وَمَعَاشِي وَعَاقِبَةِ أَمْرِي أَوْ عَاجِلِ أَمْرِي وَآجِلِهِ فَاقْدُرْهُ لِي وَيَسِّرْهُ لِي ثُمَّ بَارِكْ لِي فِيهِ، وَإِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ أَنَّ هَذَا الأمْرَ شَرٌّ لِي فِي دِينِي وَمَعَاشِي وَعَاقِبَةِ أَمْرِي أَوْ فِي عَاجِلِ أَمْرِي وَآجِلِهِ فَاصْرِفْهُ عَنِّي وَاصْرِفْنِي عَنْهُ، وَاقْدُرْ لِي الْخَيْرَ حَيْثُ كَانَ ثُمَّ رَضِّنِي بِهِ

OKUNUŞU: “Allâhümme innî estehîruke bi ilmike ve estakdiruke bi kudretike ve es’elüke min fadlike’l-azîm. Fe inneke takdiru ve lâ akdiru ve ta’lemu ve lâ a’lemu ve ente allâmu’l-ğuyûb. Allâhümme in künte ta’lemu enne hâze’l-emra hayrun lî fî dînî ve meâşî ve âkıbeti emrî ev ‘âcili emri ve âcilihî fakdurhu lî ve yessirhu lî sümme bârik lî fîhi. Ve in künte ta’lemu enne hâze’l-emra şerrun lî fî dînî ve maâşî ve âkıbeti emrî ev ‘âcili emri ve âcilihî fasrifhu annî vasrifnî anhu vakdur lî el-hayra haysü kâne. Sümme raddınî bihî.”

ANLAMI: “Allah’ım! Senden, senin ilim ve kudretinden hayır beklerim. Senin büyük lütfundan talep ederim. Şüphesiz senin her şeye gücün yeter; benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilemem. Sen bütün gizlilikleri bilensin. Allah’ım! Eğer bu işi dinim, yaşayışım ve işimin sonucu veya dünya veya ahiretimin sonucu bakımından benim için hayırlı olduğunu bilirsen o işi bana takdir et, kolaylaştır ve onu bana mübarek kıl. Eğer bu işi; dinim, yaşayışım ve işimin sonucu veya dünya veya ahiretimin sonucu bakımından benim için şer olarak bilirsen, onu benden, beni de ondan uzak eyle. Nerede olursa olsun benim için hayır olanı takdir et. Sonra da beni bu hayırdan memnun kıl.”  (Buharî, Teheccüd, 25, Deavât, 49, Tevhid, 10; İbn Mace, İkâme, 188; Ahmed b. Hanbel, 3/344)

İstihare ile ilgili olarak aşağıdaki linkleri de tıklayın:

www.fetva.net/namaz/istihare-namazinin-dinimizdeki-yeri-nedir.html

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/istihare-ne-demektir-istihareden-sonra-gorulen-ruyanin-anlami-var-midir.html

Diş dolgusu ve kaplama dişler gusle mâni midir?

Dişlere dolgu kaplama veya köprü yapıldığı taktirde Hanefi Mezhebine göre bunun gusle mâni bir tarafı yoktur. Artık bu yeni dişler ana diş yerine geçerek bunların yıkanması ana dişlerin yıkanması gibi olur. Çünkü bunların ağızda bulunmasına sağlık açısından ihtiyaç vardır ve gusül için bunları sökmeye kalkışmak güçlük doğurur.

Gusül abdesti alırken yıkanmasında güçlük olmayan yerlerin yıkanması farzdır. Abdest ve gusülle ilgili ayet-i kerime şöyle bitmektedir:

“…. Allah size bir güçlük yüklemek istemez, fakat sizi arıtıp (temizlenmenizi sağlayıp) üzerinize olan nimetini tamamlamak ister. Belki şükredersiniz.” (Mâide, 5/6)

Hacc Suresi’nin 78. ayetinde de “… Allah dinde sizin üzerinize bir güçlük yüklemez…” buyurulmuştur.

Bu sebeplerden dolayı fıkıhta güçlük doğuracak şeylerde hüküm değişikliğine gidilir. Bu, “Güçlük giderilir.” şeklinde bir kaideye bağlanmıştır. Dişlere dolgu, köprü, kaplama vs. yapılması sağlık açısından gereklidir. Gusül abdesti alırken bunları söküp altını yıkamak, sonra tekrar yaptırmak ise büyük güçlüklere yol açtığı için artık bunlara dokunulmaz. Bunların kendilerinin yıkanmasının bir güçlüğü olmadığı için sadece kendileri yıkanır. Hanefî mezhebinin fıkıh kitaplarında gusül abdesti alınırken yıkanmasında güçlük olan yerlerin yıkanmasının farz olmadığı açıkça ifade edilmiştir. (Bakınız, İbn Abidin, Redd’ül-Muhtar, 1307, İstanbul, c.I, s. 141 vd.)

Cünüp veya adetli iken diş dolgusu yaptırılır mı?

Hayır, gerekmez. Dolgularınızı söktürmek sizin için kolay değildir. Halbuki Allahu Teala abdest ve gusülü tarif ettiği ayette şöyle buyurmaktadır:

“Allah sizin için herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor.” (Maide, 5/6)

Başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır:

“(Allah) Din konusunda sizin üzerinize hiçbir zorluk yüklememiştir.” (Hacc, 22/78)

Ayrıca Şafii ve Maliki mezheplerinde ağız ve burnun içi bedenin dış kısmından değil, iç kısmından sayılır. Dolayısıyla gusül abdestinde ağız ve burnu yıkamak onlara göre farz değil sünnettir. Buna göre amel edebilirsiniz.

Ağrımayan çürük bir dişi kaplama veya dolgu yaptırmak caiz mi?

Ağızda çürük dişin bulunması sıhhate zararlı olduğu için ağrıyıp ağrımamasına bakılmadan kaplama veya dolgu yaptırılabilir. Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi’nin fetvasından bu husus açıkça anlaşılmaktadır. (Bak: İlaveli Mecmua-i Cedîde, İstanbul 1326-1329, s: 12.)

Cuma namazında abdesti bozulan kişi ne yapmalı?

Cuma namazını beklerken farz öncesinde abdesti bozulan bir kişi gidip abdest almalıdır. Namazı kaçırma korkusu ile teyemmüm almak vs. gibi herhangi bir şey yapamaz. Abdest alıp geldiğinde namaz bitmişse o günün öğle namazını kılar. Dolayısıyla siz o günün öğle namazını kıldıysanız başka yapacak herhangi bir şey yoktur.

Cumadan sonra zuhr-i ahir namazı kılmak gerekir mi, gerekmez mi?

Zuhr-i ahir kılmalı mıyız? Bu namazın kılınmasının sebebi nedir?

Cuma namazından sonra zuhr-i ahir kılmak gerekir mi?

Cuma namazından sonra zuhr-i ahir namazı kılınıp kılınmaması hususunda Din İşleri Yüksek Kurulu’nca bir müzakere metni yayınlanmıştır. Bizim de katıldığımız görüş aşağıdaki gibidir.

ZUHR-İ AHİR (Son Öğle) NAMAZI

‘Son öğle namazı’ anlamına gelen Zuhr-i âhir namazı, bir kısım İslâm bilginleri tarafından, Cuma namazının sahih olmaması ihtimaline binaen, ihtiyaten kılınması öngörülen o günkü öğle namazıdır.

Sıhhat şartlarındaki ihtilaf sebebiyle Cuma namazının geçerli olmaması ihtimalinden hareketle zuhr-i ahir namazının kılınmasının gerektiğini ileri sürenler olduğu gibi, buna karşı çıkanlar da olmuştur.

A. Zuhr-i Ahir Namazının Gerekliliğini İleri Sürenlerin Delilleri

Zuhr-i ahir namazının gerekliliğini ileri sürenlerin hareket noktası, bir yerleşim biriminde birden fazla camide Cuma namazının sahih olmaması ihtimalidir. Bunlara göre, bir zorunluluk bulunmadıkça, bir yerleşim yerinde sadece bir yerde Cuma namazı kılınır. İhtiyaç yokken, birden fazla yerde kılınması halinde, namaza ilk başlayanların Cuma namazları sahih olur, diğerlerininki olmaz. Bu durumda diğerlerinin öğle namazını kılmaları gerekir. Cuma namazını hangisinin önce kılındığının tespit edilememesi durumunda ise, ihtiyaten hepsinin öğle namazını kılmaları bir çözüm olarak öngörülmüştür. Bu görüşlerini de, Cuma namazının toplanmak ve hutbe irat etmek için meşru kılındığı gerekçesine ve Hz. Peygamber ve hulefa-i raşidîn döneminde tek bir yerde Cuma kılındığına dayandırmaktadırlar. ((Şirbînî, Muğnî’l-Muhtâc, I/544; Nevevî, el-Mecmû’, IV/451-452; Sahnûn, el-Müdevvene, I/277-278; İbn Kudâme, el-Muğnî, III/212; Hurâşî, Şerhu Muhtasari Halîl, II/74-75))

B. Zuhr-i Ahirin Kılınmaması Gerektiğini İleri Sürenlerin Delilleri

Zuhr-i ahir namazının kılınmasına karşı çıkanlar, şüpheyle yapılan ibadetin geçerli olmayacağı düşüncesinden hareketle, bu namazın kılınmaması gerektiğini söylemişlerdir. Bunlara göre, şüpheyle ibadet makbul değildir. Bu itibarla, “belki Cuma namazı sahih olmamıştır” diye zuhr-i ahir kılmak doğru olmaz. Ayrıca zuhr-i ahir kılınması gerektiğini ileri sürmek, halkın gözünde, Cuma namazının farz olmayıp, öğle namazının farz olduğu ya da bir vakitte ikisinin de farz olduğu zannını uyandırır. İbn Nüceym, Alaü’d-din Haskefî, Cemaleddin el-Kasimî, Mehmet Zihni Efendi gibi bilginler bu görüştedirler. (İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, II/154-155; İbn Abidîn, Reddü’l-Muhtâr, I/536; Cemalettin el-Kasımî, Islahu’l-Mesâcid, s.50; Mehmet Zihni Efendi, Nimet-i İslâm, 439-440)

Bir kısım alimler ise, Hz. Peygamber, sahabe ve tabiîn döneminde böyle bir namaz bulunmadığından hareketle, zuhr-i ahir kılmayı bidat kabul etmişlerdir. ((Azim Abâdî, Avnü’l-Ma’bûd, III/397,406; Reşid Rıza, Fetâvâ, I/199-200,301-305; III/941; IV/1551, 1591; VI/2521))

C. Delillerin Değerlendirilmesi

Zuhr-i ahirle ilgili olarak tarafların ileri sürdükleri görüşlerin delilleri göz önünde bulundurulduğunda, bu namazı kılmanın gerekli olmadığı anlaşılmaktadır. Şöyle ki, Hz. Peygamber zamanında Cuma namazının sadece bir yerde kılınmış olması, bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma namazı kılınamayacağı anlamına gelmez. Zira o dönemde böyle bir ihtiyaç söz konusu değildi. Ayrıca yeni inen ayetleri Hz. Peygamber’in ağzından işitme iştiyakı içinde bulunan sahabenin, başka bir yerde Cuma namazı kılmalarını düşünmek mümkün değildir.

Bir yerleşim biriminde bir yerde Cuma namazı kılınmaması sebebiyle Cumanın sahih olmayacağını söyleyen müçtehitlerin tamamı, ihtiyaç halinde birden fazla yerde cumanın kılınabileceğini kabul etmişlerdir. Nitekim, İmam Şafiî Bağdat’a gittiğinde birden fazla yerde Cuma namazı kılındığını gördüğü halde, buna karşı çıkmamıştır. ((Nevevî, Mecmû, IV/452; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, I/544)) Günümüzde ise, çoğunlukla bir yerleşim biriminde tek camide Cuma namazı kılınması mümkün olmadığından birden fazla yerde Cuma namazı kılınması kaçınılmaz olmuştur.

İbadetlerde aslolan, kabul edilmesidir. Hz. Peygamber Yüce Allâh’ın, “Ben kulumun benim hakkımdaki zannına göre muamele ederim.” buyurduğunu bildirmektedir (Müslim, Zikir, 1; Tirmizî, Zühd, 51). Başka bir hadislerinde de, “Ameller niyetlere göredir.” buyurmuşlardır (Buharî, Bed’ü’l-vahy, 1). Bu itibarla Cuma namazının kabul olunacağına inanarak kılınması ve bunda şüpheye düşülmemesi gerekir.

Diğer taraftan zuhr-i ahir namazının ihtiyat sebebiyle kılındığını ileri sürmek, sağlam bir temele dayanmamaktadır. Zira, ihtiyat iki delilden kuvvetli olanı tercih etmektir. Halbuki, Cuma namazının farz olduğunu ifade eden ayet ve hadislere karşı, birden fazla yerde kılınmasının caiz olmayacağı konusunda bir delil bulunmamaktadır. Bir yerde kılınması şartını ileri sürenlerin, ihtiyaç bulunduğunda kılınabileceğini belirtmeleri de bunu göstermektedir. Kaldı ki Kur’an-ı Kerim’de, “Allâh bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar” (Bakara 2/286); “Allâh dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi.” (Hac 22/78) buyrulmaktadır.

Diğer taraftan ihtiyat, bir faydaya dayalı olmalıdır. Oysa, zuhr-i ahirin kılınması gerektiğini söylemek, insanların Cuma’dan sonra kılınacak sünneti terk etmelerine sebep olmaktadır. Farzdan sonra sünnet namazdan başka bir namaz olmadığı anlatılır ve uygulama da buna göre olursa, bu sünneti yerine getirenlerin sayısı artacaktır. Asıl ihtiyat, Allâh ve Rasulü Müslüman’ları ne ile sorumlu kılmış ise onları yerine getirmek, buna bir şeyi ilave etmemektir.

SONUÇ:

(…)

Bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma namazı kılınabileceğine, bu sebeple zuhr-i ahir namazının kılınmasına gerek olmadığına (…) karar verildi.

(KAYNAK: 26.03.2002 tarihli Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı, Diyanet gov tr)

Cuma namazı kaç rekât?

Cuma namazı 2 rekâttır. Cuma için camiye girildikten sonra 2 veya isteğe göre 4 rekât tahiyyetü’l-mescid namazı kılınır. Farz bittikten sonra çalışanlar iş yerlerine, çalışmayanlar evlerine döner, isterlerse 2 veya 4 rekât daha nafile namaz kılarlar.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Ey inanıp güvenenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında alış verişi bırakın; Allah’ın zikrine koşun. Bilseniz bu sizin için daha hayırlıdır.

Namazı bitirdiğinizde yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfunu arayın. Allah’ın sözlerini sık sık hatırlayın ki umduğunuza kavuşasınız.” (Cuma, 62/9-10)

İki rekâtlık Cuma namazı kılınınca dağılmak gerekir. Yukarıdaki ayetten ilk olarak anlaşılan budur. Abdullah b. Ömer radiyallahu anh şöyle dedi: “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Cuma namazından sonra mescidden ayrılıncaya kadar namaz kılmaz, ayrılınca evinde (“Evinde” ifadesi Müslim’de geçmektedir) iki rekât kılardı. (Buhârî, Cuma, 39; Müslim, Cuma, 71)

Abdullah b. Ömer, Cuma günü olduğu yerde iki rekât namaz kılan birini gördü ve onu iterek şöyle dedi: “Cumayı dört rekât mı kılmak istiyorsun?” Abdullah evinde iki rekât namaz kılar ve şöyle derdi: “Resulullah böyle yapardı.” (Ebû Davud, Cuma, 1127)

Atâ, Abdullah b. Ömer ile ilgili olarak şunları söylemiştir: Mekke’de bulunur da Cumayı kılarsa ileri geçer iki rekât kılar, sonra ileri geçer dört rekât kılardı. Medine’de olduğu zaman Cumayı kılar, sonra evine döner iki rekât kılardı. Mescitte kılmazdı. Derdi ki, “Resulullah böyle yapardı.” (Ebû Davud, Cuma, 1130)

Nafi’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ömer Cumadan önce namazı uzatır, Cumadan sonra evinde iki rekât kılar ve derdi ki: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem de böyle yapardı.” (Ebû Davud, Cuma, 1128)

Ebu Hureyre, Resulullah’ın şöyle dediğini rivayet ediyor: “Sizden biri Cumayı kıldıktan sonra dört rekât namaz kılsın.” (Müslim, Cuma, 67; Ebû Davud, Cuma, 1131)

Ebu Hureyre, Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Cumadan sonra namaz kılacak olursanız dört rekât kılın.” (Müslim, Cuma, 68; Ebû Davud, Cuma, 1131; Tirmizi, Cuma, 523)

es-Sâib diyor ki, Muaviye ile birlikte maksurede (hünkar mahfilinde) Cuma namazını kıldık. İmam selam verince kalktım, aynı yerde namaza devam ettim. Muaviye bana birini gönderdi ve dedi ki, “Bu yaptığını bir daha yapma. Cuma namazını kıldıktan sonra dışarı çıkmadan veya biraz konuşmadan başka namaz kılma. Çünkü Resulullah bize böyle emretmişti. Konuşmadıkça veya dışarı çıkmadıkça bir namazın diğerine eklenmemesini isterdi.” (Müslim, Cuma, 73; Ebû Davud, Cuma, 1128)

Hanefi mezhebine göre Türkiye’de Cuma namazı kılınır mı?

Hanefi mezhebinde Cuma namazının kılınmasının farz olması için bazı şartlar koşulmuştur. Bu şartlardan birisi de Cumayı kıldıracak olan imamın sultan veya onun görevlendireceği bir kişi olmasıdır. Hanefî mezhebinin böyle bir görüşe varmasının sebeplerini okumamış olan bir kısım müslümanlar, burada sözü edilen sultan kelimesini devlet başkanı olarak anlamışlardır. Bu sebeple Cuma namazını ya müslüman devlet başkanının veya onun görevlendireceği bir kimsenin kıldırması gerektiği zannedilmektedir. Bu görüşe, bazı hayali gerekçeler de eklenerek, Hanefî mezhebinin Cuma namazı için belirlediği şartların Türkiye’de oluşmadığı öne sürülmektedir. Bu yanlış iddia şu şekilde özetlenebilir:

“Türkiye laik bir ülkedir. Burada devlet başkanının Cuma namazını bizzat kıldırması söz konusu değildir. Cuma namazı İslâmî egemenliğin bir simgesidir. Fakat laik yönetim İslam’ın egemen olmasını kabul etmez. Bu sebeple böyle bir yönetimin görevlendireceği imamların arkasında Cuma namazı kılınmaz.”

Allah’ın emrini yerine getirmekten başka arzusu olmayan ve çoğunluğu gençlerden oluşan kardeşlerimizden bir kısmı bu görüşün doğru olduğuna inanmışlardır. Günümüzde, bu sebeple Cuma namazını kılmayan ve bunu İslam’ın egemen olması uğruna yapılan bir cihat sanan insanlar ortaya çıkmıştır.

Hanefî mezhebi böyle bir görüşü asla kabul etmez. Bu gerekçelerle ortaya çıkan kişiler, Cuma namazı gibi bir ibadete engel oldukları için çok ağır bir vebale girmektedirler. Bu yanlış yoldan dönmedikleri sürece hem kendi günahlarını hem de onların görüşlerine dayanarak Cuma namazı kılmayanların günahları kadar bir günahı üstlenmeye devam edeceklerdir.

Konu ile ilgili olarak www.suleymaniyevakfi.org sitemizin ARAŞTIRMALAR bölümünde HANEFİ MEZHEBİNE GÖRE CUMA NAMAZI başlıklı bir araştırmamız bulunmaktadır. O araştırmada Cuma namazı ile ayeti, Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in konuyla ilgili hadisini ve el-Mebsût, el-Bedâi, el-Hidâye ve İbn Âbidîn gibi meşhur ve güvenilir kaynaklardan da Hanefi mezhebinin görüşlerini okuyabilirsiniz.

Aşağıdaki linke tıklayarak ilgili yazıya ulaşabilirsiniz:

www.suleymaniyevakfi.org/arastirmalar/hanefi-mezhebine-gore-cuma-namazi.html

Âdet döneminde ilişkinin cezası nedir?

Bir kimse, henüz âdetini tamamlamamış olan eşi ile cinsel ilişkiye girerse günahkâr olur. Onun için tevbe ve istiğfarda bulunması gerekir. Bununla beraber fakir müslümanlara 1 (4,25 gr. altın) veya yarım dinar  sadaka vermesi uygun görülmüştür.

Abdullah İbn Abbas radıyallâhu anh’tan rivayet edildiğine göre Peygam­ber sallallâhu aleyhi ve sellem hanımına hayızlı iken yaklaşan kimse hakkında şöyle bu­yurmuştur:

“O (kimse) bir dinar yahut da yarım dinar sadaka verir.” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 46-47)

Abdullah İbn Abbas radıyallâhu anh demiştir ki:

“Bir kimse hanımına hayız kanının ilk görüldüğü zamanlarında yaklaşacak olursa bir dinar, kan kesildiğinde kadın daha yıkanmadan yaklaşacak olur­sa yarım dinar sadaka verir.” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 46-47)

Dini bayramlarda eşler arasında cinsel ilişki yasak mıdır?

Ramazan ve Kurban bayramları gibi dini bayramlarda veya cuma gecesi, Ramazan geceleri gibi mübarek gecelerde eşler arasında cinsel ilişki yasak değildir. Eşler arasında cinsel ilişkinin yasak olduğu dönemler; bayanların adetli veya lohusa olduğu günler, hac ve umre için ihramlı bulunulan günler ve itikâfta bulunulan günlerdir. Bunların haricinde cinsel ilişki için herhangi bir “özel gün” yasağı yoktur.

Hamilelikte cinsel ilişki caiz midir?

Hamilelikte cinsel ilişkiyi yasaklayan herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Cinsel ilişkinin kesin olarak yasak olduğu durumlar kadınların adet dönemleri, Ramazan ayında oruçlu olunan zamanlar ve yine Ramazan ayında mescitlerde itikafta bulunulan durumlar ile hac ve umre için ihramlı bulunulan durumlardır.

Hamilelik döneminde ise doktorların söyleyecekleri şeyler önem kazanmaktadır. Bu dönemin son zamanlarına kadar cinsel ilişkinin kadına ve karnındaki çocuğa herhangi bir zarar vermediği bilinmektedir. Bu durumda herhangi bir sakınca olmaz. Fakat hamileliğin son dönemlerinde -ki bunu doktorlardan öğrenmelisiniz- anne veya çocuk için zarar söz konusu olursa o zaman bundan kaçınmak dinen de gerekli olur. Çünkü dinimizde “ne zarar vermek vardır ne de zarara uğramak.” (İbn Mâce, Ahkâm, 17; Muvatta, Akdiye, 31; Ahmed b. Hanbel, 5/327.)