Skip to content Skip to main navigation Skip to footer

Yazılı Fetvalar

Kuyumculardan hangi şartlar altında borç olarak altın alınabilir?

Altın ve benzeri para ve para yerine geçen farklı kıymetli malların değişimi ancak peşin olarak gerçekleştirilebilir.

Şayet soruda bahsedildiği gibi müşteri 10 gr altını (veya ona karşılık gelen TL’yi)  borç olarak istiyorsa ya aynen bu 10 gr altın ya da onun TL karşılığı, o günkü kur üzerinden borç verilebilir. Ancak altının fiyatı (kuru) müşteri ve kuyumcu arasında değil, Merkez Bankası veya her iki tarafın da dahli olamayacak başka ulusal veya uluslararası bir kurum taraftan belirlenmeli, bunların belirlediği kur esas alınmalıdır.

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/kuyumcudan-altin-satin-alip-parasini-daha-sonra-odemek-caiz-mi.html

Ödeme günü gelince de aynı 10 gr miktarındaki altın, bahsedilen kuruluşlar tarafından belirlenmiş kur üzerinden tahsil edilir.

Kısacası bu işlem yalnızca yardım amaçlı gerçekleştirilebilir; kuyumcu bu işlemden kazanç elde etmemelidir. Zira borç verip bundan gelir elde etmek faizdir.

Aşağıdaki linkte bulunan soru-cevabı da incelemenizi tavsiye ederiz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/kuyumcularin-birbirlerine-altin-kiralamasi-caiz-midir.html

Doç. Dr. Servet BAYINDIR

Kız çocuklarına Hanne ismini koymakta bir sakınca var mıdır?

Meryem validemizin annesinin ismi İslami kaynaklarda Hanne olarak geçmektedir. Bu ismin İbranicesi Hanna, Latincesi ise Anna‘dır.

Âl-i İmrân suresinin 33-37. ayetleri arasında “İmrân’ın karısı” şeklinde ismi açıkça belirtilmeden Meryem validemizin annesinden ve onun, kızı Meryem’i Allah’a adamasından bahsedilmektedir.

Bu ismin kız çocuklarına konulmasında herhangi sakınca bulunmamaktadır.

İnternetten izinsiz olarak yapılan indirmelerin cezası nedir?

Kur’an-Sünnet bütünlüğü çerçevesinde sınırları çizilen “nitelikli hırsızlık” suçu karşılığında öngörülen “el kesme” cezası (Mâide, 5/38), mal varlığına yönelik tüm ihlaller için öngörülen bir ceza değildir.

İnternetten hukuka aykırı olarak söz konusu dokümanların indirilmesi, herkes tarafından kolaylıkla gerçekleştirilebilen bir eylem olması sebebiyle, “nitelikli hırsızlığın” şartlarından olan, malın koruma altında/hırz bulunması şartı oluşmadığı için söz konusu fiil “basit hırsızlık” kapsamında, bilişim suçları içerisinde yer alan bir hak ihlali olarak değerlendirilebilir. Ancak bunun için de indirilen dokümanların bir kişi ya da kurumun mülkiyet hakları içerisinde yer alması gereklidir. Mülkiyet hakkı kapsamının dışında kalanlar için herhangi bir hak ihlalinden söz edilemez.

Bu durumda söz konusu hak ihlali suç-ceza ile ilgili “Bir suçun karşılığı ona uygun/misl bir cezadır.” (Şûrâ, 42/40) şeklindeki genel ilke çerçevesinde değerlendirildiğinde, hukuka aykırı olarak indirilen dokümanların ekonomik değeri kadar meblağın hak sahibine iade edilmesi, bir o kadar da toplum/kamu hakkı karşılığında, ceza olarak ödeme yapılması ve ayrıca internet hizmetinin olması gerekenin dışında kullanılması/sınırın aşılması/i’tidâ sebebiyle hak mahrumiyeti cezası şeklinde bir sonuca ulaşılır.

Konuyu bir misalle daha somut hale getirebiliriz: Bir kişi telif hakları kapsamında yer alan ve ücretsiz olarak indirilmesine izin verilmeyen dokümanları indirdikten sonra başkalarıyla da paylaştığını düşünelim. Paylaşılanlarla birlikte suça konu olan malın ekonomik değerinin 100 TL olduğunu varsayalım. Bu durumda failin 100 TL hak sahibine, 100 TL de toplum/kamu hakkı karşılığı olarak ceza ödemesi, ayrıca iyi hal (ıslah) gösterene kadar da internet erişiminin engellenmesi gerekir.

Söz konusu suçun bireysel olmanın ötesinde ticari amaçlarla işlenmesi durumunda, mağduriyetin giderilmesi ve uygulanacak mali ceza suçla orantılı olacağından daha büyük rakamlar söz konusu olacaktır. Ayrıca fail iyi hal (ıslah) gösterene kadar internet erişim ve ticari faaliyetlerden men olmak üzere hak mahrumiyeti cezası alacaktır. İnternet erişim ve ticari faaliyetlerden men cezalarının uygulamasının/infazının günümüz teknolojisi açısından pek de zor olmadığı söylenebilir.

Suat ERDOĞAN

Kurulması planlanan süt bankasının dinimizde hükmü ne olur?

Bebekler sütanneye verilebilir. (Talak, 65/6). Bunun karşılığında sütanne ücret de alabilir. Fakat süt akrabalığı İslam hukukunda mutlak bir evlenme engeli sayılmıştır. Allah Teala sütanne ve süt kardeşlerle evlenmeyi haram kılmıştır (Bkz: Nisâ, 4/23) Dolayısıyla kurulması planlanan süt bankasında hangi kadının sütünün hangi çocuğa verildiğinin kesin olarak tespit edilip kayıtlara geçirilmesi gerekir. Aksi takdirde bu çocukların ileride süt akrabaları ile evlenme yasağını delmelerine zemin hazırlanmış olur.

Bunun yanı sıra Kur’an-ı Kerim, sürekli olarak emzirme işine vurgu yapmıştır (Bakara, 2/233; Talak, 65/6). Bunun süt emziren kadın ile bebek arasında bir sevgi bağı meydana getirdiği aşikârdır. Bu açıdan, hem süt veren kadınların hem de o sütten yararlanan çocukların böyle bir sevgi bağından mahrum edilmemeleri için sütanneliği kurumunun yeni bir yapılanma ile hayata geçirilmesi uygun olacaktır.

Bununla ilgili görüntülü cevabımızı aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/sut-bankasi-kurulmasi-konusundaki-gorusunuz-nedir.html

Bebeklere doğumunun kaçıncı gününde isim konulmalı?

İslâmî eserlerde çocuğa ad koymanın zamanı üzerinde durulmuş ve bazı rivayetlerde doğumunun üçüncü, bazıların­da ise yedinci günü ad koymak için en uygun zaman olarak gösterilmiştir. Bu­nunla beraber Hz. Peygamber’in Mâriye’den doğma oğlu İbrahim için, “Bu gece bir oğlum doğdu, ona dedem İb­rahim’in adını verdim” (Müslim, Fedâil, 62 (2315); Ebû Dâvûd, Cenâiz, 24.) dediği, dolayısıyla doğumun birinci günü ad koyduğu bilinmekte ve bu yöndeki rivayetler diğerlerine nispetle daha sahih kabul edilmektedir. (Özgü Aras, “Ad Koyma”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c: 1, s: 332-333).

Bu bilgiler ışığında sünnete uygunluk açısından bebeklere mümkün mertebe birinci gün isim konulmalı; fakat bunu yedinci günden sonraya da bırakmamalıdır.

İsim koyarken bebeklerin sağ kulağına ezan okunması sünnettir. Ubeydullah b. Ebî Rafi’ (r.a.)’in babasından rivayete göre o, şöyle demiştir:

“Ali’nin oğlu Hasan, Fatıma’dan doğduğu zaman Resûlullah (s.a.v.)’ın onun kulağına namaz ezanı gibi ezan okuduğunu gördüm.” (Ebû Dâvûd, Edep, 106; Tirmizî, Edahî, 17)

Geleneğimizde yaygın olduğu şekli ile bebeğin sol kulağına farz namazlardan önce getirilen kametin okunmasına dair ise Peygamberimizin nakledilen herhangi bir rivayete rastlayamadığımızı ifade etmek isteriz.

Bebekler için kesilmesi tavsiye edilen Akika kurbanıyla ilgili bilgi için lütfen aşağıdaki adresi inceleyiniz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/akika-kurbaninin-dini-hukmu-nedir.html

Kuyumcuların birbirlerine altın kiralaması caiz midir?

Atölyeler altını süs veya altın üretimini gerçekleştirecekleri ekipman/alet/makine gibi kullanmayacakları, aksine o altını işleyip farklı kalıplarda altın üretip satarak ticaret yapacaklarına göre, atölyeye bu amaçla altın vermek, ne fıkıhta ne de günümüz hukukunda kiralama olur! Bu bir kredidir, borç işlemidir.

Altın’ın vadeli olarak bir menfaat karşılığında borç (kira değil) verilmesi ise caiz değildir.

Kira ile faiz arasındaki fark için aşağıdaki adresi de inceleyebilirsiniz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/mulklerden-elde-edilen-kira-geliri-ile-faiz-arasinda-ne-fark-var.html

www.fetva.net/yazili-fetvalar/gayrimenkullerden-elde-edilen-kira-ile-faiz-ayni-seyler-midir.html

Elde bulunan bir malın zekâta tabi olup olmayacağına nasıl karar verilir?

Ticaret mallarını sayı ile sınırlamak mümkün değildir. Satıp kâr elde etmek amacıyla alınan her çeşit giyim eşyası, gıda maddeleri, inşaat malzemeleri vs. ticaret malıdır ve zekâta tabidir. Bunların temel özellikleri, ticarete konu olmalarıdır.

Bir malın ticaret malı olabilmesi için iki unsurun bulunması gerekir:

1)       Satmak için almak,

2)       Kâr etme maksadı ve niyeti.

Bunlardan biri eksik olsa o mal ticaret malı olmaz.

Misal vermek gerekirse binek olarak kullanmak için alınan otomobiller ticaret malı olmaz; bunun zekâtı da verilmez. Fakat bir kişi otomobil alım satımı ile meşgul olsa ve bu araçları satmak niyeti ile elinde bulundursa onların zekâtını alış fiyatlarına ve maliyetlerine göre tespit ederek vermekle mükellef olur.

Aşağıdaki adresleri de inceleyebilirsiniz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/ticaret-mallari-icin-zekat-verileceginin-delili-nedir.html

www.fetva.net/yazili-fetvalar/3-adet-evim-var-bunlarin-zekatini-nasil-hesaplamaliyim.html

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/yatirim-amaciyla-satin-alinan-arsanin-zekati-verilir-mi.html

Ticaret malları için zekât verileceğinin delili nedir?

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَنْفِقُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّا أَخْرَجْنَا لَكُمْ مِنَ الْأَرْضِ وَلَا تَيَمَّمُوا الْخَبِيثَ مِنْهُ تُنْفِقُونَ وَلَسْتُمْ بِآخِذِيهِ إِلَّا أَنْ تُغْمِضُوا فِيهِ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ

“Müminler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Sizin göz yummadan almayacağınız kötü kısmını vermeye kalkmayın. Bilin ki Allah zengindir, ne yaparsa, güzelini yapar. (Bakara, 2/267).

Ayetteki “Kazandıklarınızdan (مَا كَسَبْتُمْ)” ifadesinin ticari malları da kapsadığı açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Peygamber (sav)’den nakledilen bir rivayet de şöyledir:

 عَنْ سَمُرَةَ بْنِ جُنْدُبٍ قَالَ أَمَّا بَعْدُ فَإِنَّ رَسُولَ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- كَانَ يَأْمُرُنَا أَنْ نُخْرِجَ الصَّدَقَةَ مِنَ الَّذِى نُعِدُّ لِلْبَيْعِ

Semure b. Cündüb (r.a.)’ten rivayet edildiğine göre o demiştir ki: “Şüphesiz Resûlullah (sav) satış için hazırladığımız (eşyâ) dan zekât vermemizi emrederdi.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 3).

İlgili ayet ve hadis birlikte değerlendirildiğinde ticaret mallarının da zekâta tabi olduğu görülmektedir.

Zekât hesabı yapılırken ticaret mallarının o anki satış fiyatları değil, mal oluş fiyatları dikkate alınır.

Zümra isminin anlamı nedir? Bu ismi koymakta bir sakınca var mıdır?

Türk Dil Kurumu Kişi Adları Sözlüğü’nde kız ismi olarak gösterilen Zümra’nın Arapça kökenli olduğu ve “Güzel, iyi ahlaklı, cesur, yürekli” anlamlarına geldiği belirtilmektedir.

Fakat tespit edebildiğimiz kadarıyla Arapça sözlüklerde Zümra/zümre (الزُّمْرَةُ) kelimesi “Topluluk, grup, cemaat” anlamlarına gelmektedir.  Bir de “Kahraman, daima insanlara yardım eden, zeki, zarif ve bilgin adam” anlamlarına gelen (الذِّمْرُ) Zimr kelimesi vardır. Bu kelimenin müennesi/dişili ise Zimra (الذِّمْرَةُ) olur, “Kahraman, daima insanlara yardım eden, zeki, zarif ve bilgin kadın” anlamlarına gelir. Zümra ismi keskin -z- (ز) ile, Zimra ise peltek -z- (ذ) ile yazılır.

Görüldüğü gibi yukarıda Zümra ismi için verilen anlamlar, Arapça’daki Zimra ismi için uygun düşmektedir. Bu isimle ilgili olarak biz bunun dışında herhangi bir bilgiye ulaşamadık.

Verilen bu bilgiler ışığında kararı kendiniz verebilirsiniz. Fakat şimdiye kadar konulan Zümra isimlerinin değiştirilmesinin gerekmediğini belirtmemizde de fayda vardır.

İbrahim sûresi 4. ayete eski alimlerden sizin gibi meal veren var mı?

İbrahim sûresi 4. ayet ve bu ayete bizim verdiğimiz meal şöyledir:

وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ فَيُضِلُّ اللَّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

“Biz, her resulü kendi toplumunun dili ile gönderdik ki onlara açık açık anlatsın. Bundan sonra Allah, sapıklığı tercih edeni sapık sayar, hidayeti tercih edeni de yoluna kabul eder. Güçlü olan o, doğru karar veren odur.” (İbrahim, 14/4)

Ayete bu meal verdikten yaklaşık 8 sene sonra İmam Mâturîdî’nin de aynı meali verdiğini büyük bir memnuniyetle tespit ettik. Hicri 333 (miladi: 944) yılında vefat etmiş olan Mâturîdî’nin İbrahim 4. ayet ile ilgili tefsiri şöyledir:

لِيُبَيِّنَ لَهُمْ فَيُضِلُّ اللَّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ :  أي يضلُّ اللّهُ مَن آثر سبب الضلال و يهدي مَن آثر سبب الذي به يهتدي ، يهدي ذلك. وقال قائلون: فيضلُّ اللّهُ مَن يَشَاء وَيَهْدِي مَن يَشَاء، هذا حكم الله أن يضل المكذبين و يهدي المصدقين. لكن الوجه فيه ما ذكرنا بدءً أنه يضل من آثر سبب الضلال ويهدي من يشاء، أي من آثر سبب الإهتداء.

“Allah, dalâlet yolunu tercih edeni saptırır, hidayet yolunu tercih edeni de hidayete erdirir. Bazıları (فَيُضِلُّ اللَّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ) ayeti için “Bu, Allah’ın tekzip edenleri saptırması, tasdik edenleri de hidayete erdirmesine dair hükmüdür” demişlerdir. Fakat doğrusu, bizim dediğimizdir. Yani Allah, dalalet sebebini (yolunu) tercih edeni saptırır, hidayet sebebini (yolunu) tercih edeni de hidayete erdirir.” (Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed el-Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Thk: Hatice Boynukalın, Dâru’l-Mîzân, İstanbul, 2006, c: 7, s: 458.)

Hicri 425 yılında vefat etmiş olan Râgıp el-İsfehânî, bu ayet başta olmak üzere birçok ayette geçen “şâe” (شاء) fiiline birçok kelam âliminin “erâde” (اراد) yani istedi manası verdiklerini söylemiştir. (Bkz: Râgıp el-İsfehânî, el-Müfredât, ş-y-e mad) Demek ki, 333. yılında vefat eden ve bir kelamcı olan İmam Mâturîdî, Râgıp’ın bahsettiği kelamcılardan değilmiş. Fakat daha sonra gelen Mâturîdî kelamcılarının, İmam Mâturîdî’nin aksine bu kelimeye “irâde” yani “isteme” manası vermeleri gerçekten çok şaşırtıcı ve ibret vericidir.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nca yayınlanan Kur’an mealinde ayete verilen anlam şöyledir:

 “Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın. Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. O mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Diyanet Vakfı’nın ayete verdiği meal ise şöyledir:

“(Allah’ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Çünkü O, güç ve hikmet sahibidir.”

Yine Diyanet’in çıkardığı Kur’an Yolu Tefsiri’nde ayete şöyle meal verilmiştir:

“İstisnasız her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açık açık anlatsın; bundan sonra Allah dilediğini sapkınlık içerisinde bırakır, dilediğini de doğru yola iletir. O, güçlüdür, hikmet sahibidir.”

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın meali de şöyledir:

“Ve biz her gönderdiğimiz Resul’ü ancak bulunduğu kavminin diliyle gönderdik ki onlara iyi beyan etsin sonra da Allah dilediğini dalâlette bırakır, dilediğini de hidayete erdirir, ve öyle Aziz Hakim O.”

Allah dilediğini yola getirip dilediğini saptıracaksa neden elçi göndersin? Bu durumda elçinin, o toplumun dili ile açıklama yapmasının ne anlamı olur? Böyle anlamsız bir iş “doğru karar veren” Allah’a yakıştırılabilir mi? İçinde ciddi çelişkiler olan ifadeler, Allah’ın sözü olabilir mi?

Hanefiler kendilerini Mâturîdî mezhebine mensup sayarlar. Görüldüğü gibi tarih içinde mezheplerin, ciddi anlamda ana çizgiden uzaklaştırılması Kur’an meallerini bile anlamsız hale getirebilmiştir.

Bu konuyla ilgili geniş bilgi edinmek isteyenlere aşağıdaki linkte bulunan “Kur’an’da İrade, Şey ve Fıtrat” başlıklı yazımızı okumalarını tavsiye ederiz:

www.suleymaniyevakfi.org/arastirmalar/kuranda-irade-sey-ve-fitrat.html

İnternet üzerinden altın alım satımı yapmak caiz midir?

Alım-satımın peşin olması ve altının fiziki olarak teslim alınması/bankadaki hesaba kaydedilmesi şartıyla caiz olur, aksi halde bu tür bir işlem faiz olur. Zira Nebîmiz altın alım-satımının peşin olması ve altının derhal teslim alınmasını şart koşmuş, şöyle buyurmuştur:

“Altına altın, gümüşe gümüş, buğdaya buğday, arpaya arpa, hurmaya hurma ve tuza tuz misli misline, dengi dengine ve peşin olur. Bu cinsler farklı olursa peşin olması şartıyla istediğiniz gibi satın.” [Müslim, Müsâkât, 81 (1583)]

Konuyla ilgili daha geniş bilgi için aşağıdaki linkte bulunan soru-cevabı da incelemenizi tavsiye ederiz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/kredi-karti-ile-taksitli-altin-satin-almak-caiz-mi.html

Âl-i İmrân sûresi 81. ayeti nasıl anlamamız gerekiyor?

Sorunuzla ilgili olarak aşağıda bulunan yazıyı okumanızı tavsiye ederiz. Zira bu yazı, sorunuza ayrıntılı şekilde bir cevap niteliğini taşımaktadır:

“Tüm nebîler, önceki ilâhî Kitapları tasdik edici olarak gelir. Bu, onların nebî olduğunun da bir tür belgesidir. Şu ayet bu açıdan önemlidir:

“Allah nebîlerden söz aldığı gün onlara, ‘Size bir Kitap ve hikmet veririm de elinizde olanı tasdik eden bir elçi gelirse ona kesinlikle inanacaksınız ve destek vereceksiniz.’ demişti. (Âl-i İmrân, 3/81)

Yukarıdaki ayette, nebîlerden alındığı söylenen misak/söz, onlar aracılığıyla ümmetlerinden alınan sözdür. İnsanlar bu sözü, ellerindeki Kitab’a iman etmekle vermiş olurlar. Bu söz, ilâhî bir kitaba bağlı olup bir nebî beklentisi içinde bulunanlara, ellerindeki kitabı tasdik eden bir nebî geldiğinde, ona inanıp destek olma sorumluluğu yükler. Bu sorumluluktan dolayı Ehl-i Kitab’a, ilk inkar edenlerin kendileri olmaması öğütlenmiştir. (Bakara 2/41) Yine bundan dolayı, ellerindeki Kitab’ı tasdik eden bir resûle inanırlarsa kendilerine iki kat ecir verileceği bildirilmektedir. (Kasas 28/54) Bu sorumluluk, Kur’ân’a hâlâ inanmamış olan tüm Ehl-i Kitap için geçerlidir. Ayette resûl kelimesinin geçmesinin bu yönüyle önemi olmalıdır. Çünkü insanlar, ellerindeki ilâhî bir Kitab’a iman etmekle vermiş oldukları sözü, bir nebînin yanı sıra Allah’ın Kitabı’nı tebliğ eden bir resûle inanarak da yerine getirebilirler.

Resûlullah’ın çağdaşı ve muhatapları olmayanlar için, ellerindeki kitabı tasdik eden resûl, Kur’ân’ı tebliğ eden kişilerdir. Bu, nihayetinde tasdik edenin Kur’ân olması anlamına gelir. Gerçekten de kendisine kitap verilen nebî, resûl vasfıyla kitabı tebliğ ettiği için musaddik olan hem resûl hem de kitaptır. Şu iki ayet bunu göstermektedir:

“Günü geldi, Allah katından onlara, ellerinde olanı doğru sayan bir kitap ulaştı. Daha önce onun, inanmayanlara karşı önlerini açacağını umuyorlardı. Ne zaman ki o geleceğini önceden bildikleri Kur’ân onlara ulaştı, onu görmezlikten geldiler. Allah’ın laneti o kâfirler üzerinedir.” (Bakara 2/89)

“Ne zaman Allah katından, ellerinde olanı doğrulayan bir elçi gelse kendilerine Kitap verilenlerden bir grubu tutar, Allah’ın kitabını sırtlarının gerisine atarlar. Sanki bunu bilmiyorlarmış gibi yaparlar.” (Bakara 2/101)

Yukarıdaki iki ayet birlikte düşünüldüğünde, kitap ve resûl kelimelerinin aynı anlama geldiği görülür. Çünkü insanlara “ellerinde olanı doğrulayan bir elçinin gelmesi”, ancak Kitap’la olur. Elçiler, kitabı tebliğ ettiğine göre,[1] onların gelmesi, kitabın yani risâletin gelmesi anlamına gelir. Yukarıda, 89. ayette, Ehl-i Kitab’ın bir nebî beklentisi içinde olduğu, o nebînin gelmesi ile kafirlere karşı bir güç kazanacaklarını umdukları, nitekim bekledikleri nebî geldiğinde, onun beklenen nebî olduğunu anlamalarına rağmen inkar ettikleri bildirilmektedir. Ehl-i Kitab’ın, Resûlullah’ın beklenen nebî olduğunu anlamaları, Kur’ân’ın ellerindeki kitabı tasdik etmesi ile mümkün olmuştur. Nitekim Resûlullah’tan mucize isteyenlere, Kur’ân’ın, ellerindeki kitaplar’ı tasdik eden ayetleri ihtiva etmesinin, onlar için yeter bir delil olduğu hatırlatılarak şöyle cevap verilmiştir:

“Sana indirdiğimiz kitaptan kendilerine okudukların, onlar için yeter delil değil mi?” (Ankebût 29/51)

Tasdik, külli olmayabilir. İlahi kitaplar, kendilerinden önceki kitapların bir kısmını daha hayırlısıyla nesh edebilir. İsâ (a.s.), Tevrat’ı tasdik edici olarak gelmesinin yanı sıra haram kılınan bazı şeyleri de helal kılmak için geldiğini söylemiştir:

“Ben, önümdeki Tevrat‘ı tasdik eden ve size haram edilmiş bazı şeyleri helâl etmek için gelen bir elçiyim. Size Rabbinizin bir belgesini de getirdim, Allah’tan korkun ve bana itaat edin.” (Âl-i İmrân 3/50)

Kur’ân’ın önceki ilâhî kitapları tasdiki, o kitaplarda bulunan ve Kur’ân’ın da misliyle nesh ettiği ayetler için geçerlidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Kendinde olanla öncekileri onaylayan ve koruma altına alan bu kitabı, sana hak olarak indirdik. O halde aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen doğruları bırakıp onların arzularına uyma.” (Mâide 5/48)

Yukarıdaki âyette geçen Kitab kelimesinin iki defa tekrarlanmış olması, bunu gösterir. Yani Kur’ân, kendisinde olan âyetler nisbetinde önceki kitapları tasdik etmiş olur. Ayrıca âyette geçen “müheymin” kelimesi de bunu desteklemektedir. Kur’ân’ın önceki kitaplar üzerinde müheymin olması, o kitaplardakilerin Allah’ın âyetleri olup olmaması konusunda son söz sahibi olması anlamındadır.[2] Kur’ân’ı kabul etmek, tüm ilâhî kitapları kabul etmek anlamına gelir. Tüm nebî ve kitaplara iman etmek de ancak böyle mümkün olur.

Sonuç olarak Kur’ân, önceki kitapları büyük oranda tasdik etmiştir. Bu, misliyle nesihtir. Önceki kitaplardaki bir kısım hükümleri de daha hayırlısı ile neshetmiştir. Ayrıca Kur’ân, önceki kitaplarda gizlenen veya üzerinde ihtilaf edilen konuları da tebyin etmiştir.”

KAYNAK: Fatih Orum, Kur’an ve Sünnet Temelinde Kur’ân’ı Anlama Usûlü, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2013, s: 137-140.

 


[1]           Mâide 5/67, 92; Nahl 16/35, 82; A’râf 7/62, 68, 79, 93; Hûd 11/57; Ahkâf 46/23; Ahzâb 33/39.

[2]           Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 246.

Bebeklerin ne zaman sütten kesilmesi gerektiğine dair ayet var mı?

Süt emzirmeyle ilgili olarak Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:

Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Bu, emzirmeyi tamamlamak isteyen içindir. Onların marufa uygun yiyecek ve giyeceği, çocuğun babasına aittir. Kimseye gücünün üstünde yük yüklenmez. Çocuğu yüzünden ne ana zarara sokulur, ne de baba. Mirasçının sorumluluğu da aynıdır. Anne ve baba, karşılıklı anlaşma ve danışma ile çocuğu sütten kesmek isterlerse bunun ikisine de günahı olmaz. Eğer çocuklarınıza sütanne tutmak isterseniz, verdiğiniz ücreti marufa uygun olarak ödedikten sonra, bunun size bir günahı olmaz. Allah’tan çekinin ve bilin ki, Allah yaptığınız her şeyi görür.” (Bakara, 2/233).

Ayette geçen, “Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Bu, emzirmeyi tamamlamak isteyen içindir” hükmü, emzirme süresini iki yılla sınırlandırmıştır. Buna göre karı-kocanın birlikte karar vermeleri şartıyla bebeğin 2 yaşından önce de sütten kesilmesi mümkündür. Fakat 2 yaşını doldurmuş çocuğun artık memeden kesilmesi gerektiği anlaşılmaktadır.

Benzer soruya cevabımızı aşağıdaki adresten inceleyebilirsiniz:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/kurana-gore-bebekler-24-ay-mi-30-ay-mi-emzirilir.html

Bir kadın, dedesinin yanında başı açık durabilir mi?

Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:

“Mümin kadınlara da söyle gözlerini sakınsınlar; edep yerlerini ve çevresini örtsünler. Görünen kısım dışındaki süslerini açmasınlar. Başörtülerini yakaları üstüne kadar indirsinler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları, elleri altında bulunan esirler, ele bakar hale gelmiş ve erkekliği kalmamış kimselerle kadınların edep yerlerinin farkına varamamış çocuklar dışında hiç kimseye süslerini açmasınlar…” (Nûr, 24/31)

Bu ayete göre bir kadın yukarıda belirtilen erkeklerin yanında oturabilir, başını açabilir. Dede ise “baba” mesabesinde olduğu için kadınlar dedelerinin yanlarında da başları açık bir şekilde bulunabilirler.

www.fetva.net/yazili-fetvalar/bir-gelin-kayinpederinin-yaninda-basi-acik-durabilir-mi.html

Bir kişiyi suça teşvik etmenin İslam’daki cezası nedir?

Suçun işlenmesine katkıda bulunmanın farklı dereceleri vardır ki buna hukuk literatüründe “suça iştirak” adı verilir. Suçun birden çok kişiyle işlenmesi, azmettirme, suçu işlemeye yardım gibi farklı şekillerde suçun oluşmasına katkıda bulunmak, durumuna göre farklı cezai yaptırımlar gerektirir. Mesela adam öldürme suçunda birden çok kişinin fail olarak yer alması suça iştirak eden her biri için kısas cezasının söz konusu olacağı hususunda tüm fakihler fikir birliği içerisindedirler.[1]

Lut (a.s.)’ın eşi hakkındaki  “…Çünkü onların başına gelecek azap, onun başına da gelecektir” [2] hükmü , suça iştirak konusunda önemli bir örnektir. İlgili ayetlerde Lut (a.s.)’ın kavminin, eşcinselliği bir yaşam biçimi olarak benimsedikleri,[3] dolayısıyla neslin kısmen de olsa yok olmasıyla sonuçlanan, bir anlamda soykırım suçu işlemeleri sebebiyle cezalandırıldıkları söylenebilir. Lut (a.s.)’ın eşinin cinsiyeti itibariyle diğerleriyle aynı fiili işlemesi mümkün olmadığı halde, muhtemelen suça destek olma, ortam hazırlama ve belki de azmettirme sebebiyle aynı cezaya müstahak olduğu anlaşılmaktadır.

Benzer şekilde nitelikli hırsızlıkla ilgili olarak Hz. Yusuf’un kardeşleri kendilerine yöneltilen “…Ey kervancılar! Siz hırsızsınız” [4] şeklindeki ithamı reddettikleri, dolayısıyla suça iştirak etmedikleri ileriki ayetlerden anlaşılıyor. Ancak hitabın tüm kardeşlere yönelik olarak “Hırsızlar şeklinde cemî/çoğul olarak kullanılması dikkat çekicidir. Bu noktadan hareketle diğer kardeşlerin suçsuz olduğunun ortaya çıkmaması şeklindeki bir varsayımla her birisinin suça iştirak etmekle “hırsız” sıfatını alacağı sonucuna ulaşılabilir. Bu konuda farklı değerlendirmeler de bulunmaktadır. Mesela Ebu Hanife’ye göre bir kişi koruma (hırz) altında bulunan bir malı alıp arkadaşına verse o da söz konusu malı koruma altından dışarı çıkarsa her ikisi için de “el kesme” cezası verilmez.[5] 

Kur’an’ın ortaya koyduğu ceza belirleme sisteminde altın terazisinde tartma şeklinde nitelenebilecek hassas bir dengenin varlığından söz edebiliriz. Dolayısıyla adil bir ceza tayini için suçun tüm ayrıntılarının bilinmesi gerekir. Suçun belirlenmesinde failin amacı, sıfatı, ihlal edilen haklar, suçun işleniş şekli gibi birden çok kriterin varlığı söz konusu olmaktadır.

Sonuç olarak suça teşvik sözünden kastınız suçun içerisinde doğrudan rol almaksızın sadece sözlü olarak destek verme ise teşvikte bulunan kişinin suçun faili ile aynı konumda olmadığı, dolayısıyla aynı cezayı almayacağı şeklinde bir sonuca varılabilir. Ancak bu durumda da suça uygun bir cezanın belirlenmesi daha detaylı bilgi ve çalışmayı gerektirir. Konu ile ilgili bir ayette yer alan ifadelerle cevap verecek olursak “Kim bir suç işlerse ancak suça uygun/misl bir ceza ile cezalandırılır” [6] çerçevesinde suça uygun bir ceza belirlemek için öncelikle failin  “işlediği suçu”  görmek gerekir.

 

HAZIRLAYAN: Suat ERDOĞAN

NOT: Hırsızların ellerin kesilmesi ile ilgili olarak sitemizde bulunan diğer cevaplara aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/peygamberimiz-doneminde-hirsizlarin-elleri-kesiliyor-muydu.html

www.fetva.net/yazili-fetvalar/bizden-onceki-ummetlerde-de-hirsizlarin-elleri-kesiliyor-muydu.html

 


[1] İbn Kudâme el-Muğnî, c: 11, s: 490; Vehbe Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî ve Edilletühû, c: 6, s: 235 vd.; Ebu Zehra, el-Cerime, 299; TCK’da da aynı esasların gözetildiği ilgili konudaki tanımdan anlaşılmaktadır: “Suçun kanunî tanımında yer alan fiili birlikte gerçekleştiren kişilerden her biri, fail olarak sorumlu olur.” TCK, Md. 37

[2] Hûd, 11/81. Ayrıca bkz. A’râf, 7/83.

[3] Bkz. A’râf, 7/81, 82; Hicr, 15/70, 71, 72.

[4] Yusuf, 12/70.

[5] Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi‘, c: 7, s: 66.

[6] En’âm, 6/160.

“Âlimler, nebîlerin varisleridir” hadisi sahih midir?

Söz konusu rivayet, farklı lafızlarla Tirmizî, Ebû Dâvûd, İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbel’de geçmekte olup rivayet zincirinde yer alan ravileri yüzünden “zayıf”tır. Bu zayıflık sebebiyle de bu metni Nebîmize dayandırmanın zor olduğunu söyleyebiliriz.

Rivayetle ilgili hükmü bu şekilde kısaca belirttikten sonra cevabın detaylarına geçebiliriz:

Hadisin tam metni şöyle kaydedilmiştir:

“Kays b. Kesîr’in anlatımına göre Medine’den bir adam Şam’da bulunan (sahabî) Ebu’d-Derdâ’ya geldi. Ebu’d-Derdâ adama ‘Buraya seni getiren nedir kardeşim?’ diye sordu. Adam gelişini şöyle açıkladı: ‘Rasûlüllah’tan naklettiğini duyduğum bir hadis’. Ebu’d-Derdâ ‘bir ihtiyacın için mi geldin?’ deyince adam ‘Hayır’ dedi. Ardından ‘Bir ticaret için mi geldin?’ sorusuna adam ‘Hayır, sadece bu hadisi senden talep etmek için geldim’ yanıtını verdi. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ, Rasûlüllah’ı şöyle derken işittiğini söyledi:

‘Kim ilim talep etme isteğiyle bir yol tutarsa Allah onun yolunu cennete ulaştırır. Melekler ilim talebesine, hoşnutlukla kanatlarını sererler. Muhakkak ki âlim için göklerde ve yerde bulunanlar istiğfar dilerler. Hatta denizdeki balıklar bile. Âlimin âbide (ibadet eden kişiye) üstünlüğü, ayın (bazı rivayetlerde ‘dolunay halindeyken’) diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Şüphesiz ki âlimler nebîlerin varisleridir (إِنَّ الْعُلَمَاءَ وَرَثَةُالأَنْبِيَاءِ). Nebîler dinar veya dirhem miras bırakmazlar. Onlar sadece ilmi miras bırakırlar. Kim bu mirası alırsa çokça nasip almış demektir.’

Rivayeti bu metinle İmam Tirmizî kaydetmiş ve hadisin sadece Âsım b. Recâ’ b. Havye rivayeti ile bilindiğini ifade etmiştir. Tirmizî, bu rivayeti Âsım b. Recâ’ – Kays. b. Kesîr – Ebu’d-Derdâ senediyle vermiş ve bunun muttasıl olmadığını belirtmiştir. Doğrusunun ise Âsım – el-Velid b. Cemil – Kesîr b. Kays – Ebu’d-Derdâ senediyle nakledildiğini söyleyerek bu konuda en sahih olan senedin bu olduğunu eklemiştir.[1]

Tirmizî’nin açıklamalarından şu iki sonuca ulaşmak mümkündür:

1. Bazı kitaplarda hadisin yalnızca “Âlimler nebîlerin varisleridir (الْعلمَاء وَرَثَة الْأَنْبِيَاء) kısmı nakledilmiş olsa bile, bu konuda esas alınacak ve en sahih olan rivayet, yukarıda kaydedilendir. Ayrıca Tirmizî’nin bu açıklamasıyla Ebû Dâvûd’un verdiği başka bir rivayet kanalının maruf/bilinen bir sened olmadığı ortaya çıkmış olmaktadır.[2] Dolayısıyla Tirmizî’nin işaret ettiği bu senet ve metin üzerinde durulmalıdır.[3]

2. Rivayeti Ebu’d-Derdâ’dan yapan kişinin Kays b. Kesîr mi yoksa Kesîr b. Kays mı olduğu hususunda bir karışıklık görülmektedir. Her ne kadar Tirmizî, ravinin isminin Kesîr b. Kays olduğuna dair tercihini ortaya koymuş olsa da böyle bir tereddüdün varlığı, senedin “muzdarib” olduğunu, yani muhtelif şekillerde karıştırılarak nakledildiğini göstermektedir.

Bu iki noktaya işaret ettikten muhaddis Sehâvî’nin bu rivayetle ilgili değerlendirmesine değinmek gerekmektedir. O şöyle demiştir:

“Hadisi, Ahmed, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve başkaları Ebu’d-Derdâ’dan nakletmişlerdir. Bunu İbn Hibbân, Hâkim ve başkaları sahih görmüştür. Hamza el-Kettâni hadise “hasen” derken, bazıları ise senedindeki ıztırab nedeniyle “zayıf” görmüşlerdir. Ancak bu rivayeti takviye eden başka şahitleri (rivayetleri) vardır.”[4]

Sehâvî’nin açıklamalarından hadisin hükmü etrafında ihtilaf olduğu anlaşılmaktadır. Bunun nedeni senedinde olan “ızdırâb” olarak gösterilmiştir. Bu kusurun, Ebu’d-Derdâ’dan nakli Âsım b. Recâ’ya yapan tabiînin ismi hakkındaki karışıklık olduğunu söylemek mümkündür. Hadisin kaydedildiği kaynakların yazarlarına göre daha eski devirde yaşayan bir muhaddis olan Vekî’in eserinde bu karışıklığı açıkça görmekteyiz. Nitekim Vekî’ hadisi, Âsım b. Recâ – bir kişi – Ebu’d-Derdâ senediyle kaydetmiştir.[5] Daha açık bir ifadeyle, tespitimize göre hadisin yazılı olduğu ilk kaynakta tâbiî ravisinin mechul olduğu ve daha sonraki devirde bu ravinin ismi üzerinde karışıklıkların vuku bulduğu görülmektedir.

Buna göre, hadisin özellikle iki ravisi üzerinde durmak gerekmektedir. Öncelikle ismi karıştırılan Kesîr b. Kays’tan bahsetmek uygundur.

Kesîr b. Kays’ın Şamlı olduğu ve Ebu’d-Derdâ’dan bu hadisi naklettiği bilinmektedir. Ayrıca Abdullah b. Ömer’den bir rivayeti olduğu söylenmiştir. Aynı zamanda kendisine Kays b. Kesîr de denilmiştir; ancak bu bir hatadır. Kesîr b. Kays’ı İbn Hibbân güvenilir görmüştür. Ancak hadis ravisi uzmanlarından İbn Hacer’in tercihinin bu ravinin zayıf olduğu doğrultusunda olduğu söylenebilir. Çünkü kendi görüşünü belirtirken sadece Kesîr’in zayıf olduğunu söyleyen muhaddislerin görüşlerini vermektedir.[6] Bununla birlikte, Kesîr b. Kays’ın rivayetleri ile ilgili farklı bir rivayet örneği getirilmemiştir. Bu bilgiler ışığında Kesîr’in pek de tanınan bir ravi olmadığı söylenebilir.

Kesîr b. Kays’ın tanınan bir ravi olmadığı görüşünü, ondan bu hadisi nakleden el-Velid b. Cemil hakkında verilen bilgiler de teyit etmektedir. Kesîr’de olduğu gibi el-Velid’in ismi hakkında da ihtilaf olduğunu görmekteyiz. Nitekim ona Dâvûd b. Cemil de denilmiştir. Muhaddislerin el-Velid’in zayıf ve mechul bir ravi olduğuna dair görüşleri ağır basmaktadır. Hatta Ebu’d-Derdâ’nın rivayetlerinde hem el-Velid’in hem de hadisi aldığı kişinin zayıf olduğu da ifade edilmiştir. Onun sadece bu hadisin senedinden bilindiğini belirtmek mümkündür.[7]

Verilen bu bilgiler ışığında ilgili hadisin en kuvvetli isnadında, sahabe ravisi Ebu’d-Derdâ’dan sonra peş peşe gelen iki ravinin mechul ve zayıf olduğu görülmektedir. Bu nedenle İmam Sehavi’nin görüşünün aksine, böyle bir zaafa sahip rivayetin başka hadislerle kuvvetleneceği veya takviye edileceğini söylemenin uygun olmadığı görüşündeyiz. Hadisin taşıdığı bu zayıflık nedeniyle de bu metni Resûlullâh’a dayandırmanın zor olduğunu söyleyebiliriz.

 

HAZIRLAYAN: Cüneyt Coşkun

 


[1] Tirmizî, İlim 19. Ayrıca hadis benzeri lafızlarla ve aynı isnatla şu kaynaklarda da geçmektedir: Ebû Dâvûd, İlim, 1; İbn Mâce, Mukaddime 17. bab, 223 numaralı hadis; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, thk.: Ahmed Muhammed Şakir ve Hamza Ahmed ez-Zeyn, 20 c., Dâru’l-Hadis, Kahire, 1995/1416,  c. 16, s. 71, hadis no: 21612.

[2] Bkz.: Ebû Dâvûd, İlim 1.

[3] Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzi (v. 597), bu rivayetle ilgili bir bölüm açmış ve bazı farklı versiyonların sahih olmadığını ortaya koymuştur. Bkz.: İbnü’l-Cevzi, el-İlelü’l-Mütenâhiye, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, thk.: Halil el-Meys, 2 c, c. 1, s. 81. Ayrıca Veki’ b. el-Cerrâh’ın Zühd isimli eserini tahkik eden Abdurrahman Abdülcebbâr el-Ferivâî, hadisin farklı versiyonları bir araya getirmiştir. Onun değerlendirmesinde de hadisin diğer versiyonlarında pek çok kusurun varlığı gözlemlenmektedir. Örneğin Kesîr b. Kays’ın ismı üzerinde yaşanan karışıklığın bir benzeri diğer bir ravi için de söz konusudur. Bu ravi el-Velid b. Cemil’dir. Bazı rivayetlerde onun ismi Cemil b. Kays; bazılarında ise Davud b. Cemil olarak geçmektedir. Geniş açıklama için bkz.: Ebû Süfyan Veki’ b. el-Cerrâh, Kitâbü’z-Zühd, 197/812 ; thk.: Abdurrahman Abdülcebbar el-Ferivâî, 3 c., Medine, Mektebetü’d-Dâr, 1984, c. 3, s. 833- v.d., 519. hadisin değerlendirilmesi.

[4] Ebü’l-Hayr Şemsüddîn Muhammed b. Abdirrahmân b. Muhammed Sehâvî, el-Makasıdü’l-Hasene fî Beyâni Kesîrin mine’l-Ehâdîsi’l-Müştehire ale’l-Elsine, thk.: Muhammed Osman el-Huşt, Beyrut, Dârü’l-Kitâbi’l-Arabi, 2002, s. 340.

[5] Veki’, hadis metninin “Alimler nebilerin varisleridir…” kısmından sonrasını kaydetmiştir. Veki’ b. el-Cerrâh, Zühd, c. 3, s. 833.

[6] Ebü’l-Fazl Şehabeddin Ahmed İbn Hacer el-Askalani, Tehzîbü’t-Tehzîb, 12 c., Dâiretü’l-Maarifi’n-Nizamiyye, Haydarabad, 1325, c. 8, s. 426.

[7] Nitekim onun hadis hocası olarak sadece bu hadisteki hocası Kesîr b. Kays gösterilmektedir. Diğer taraftan Velid’den hadis nakleden talebe olarak bu hadisi ondan nakleden Âsım b. Recâ’ kaydedilmiştir. Bunun dışında hadis aldığı veya hadis naklettiği bir ravinin adı verilmemiştir. Geniş bilgi için bkz.: İbn Hacer, Tehzîb, c. 3, s. 181.

Kardeşimle her türlü ilişkiyi kesmeye dair yemin etmiştim, bozabilir miyim?

Allah’ın bir emrini terk etmek veya bir günahı işlemek üzere yemin eden kimse, bu yeminine uymaz; bundan dolayı dola­yı keffâret verir.  Sizin de farz olan akraba ziyaretini terk etmeye dair ettiğiniz yemini bozmanız gerekir.

Allah Teâlâ yeminle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

قَدْ فَرَضَ اللَّهُ لَكُمْ تَحِلَّةَ أَيْمَانِكُمْ وَاللَّهُ مَوْلَاكُمْ وَهُوَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

“Allah (gerektiğinde) yeminlerinizi bozmanın kuralını koymuştur. Sizin yardımcınız Allah’tır. O, bilir, doğru karar verir.” (Tahrîm, 66/2)

وَلَا تَجْعَلُوا اللَّهَ عُرْضَةً لِأَيْمَانِكُمْ أَنْ تَبَرُّوا وَتَتَّقُوا وَتُصْلِحُوا بَيْنَ النَّاسِ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

“Yeminlerinizde Allah’ı; iyilik yapmanıza, takvanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel yapmayın.  Allah işitir ve bilir.” (Bakara, 2/224)

Bazı durumlarda yeminin bozulması ve haram olan şeyleri yapmaya dair yemin edilmeyeceği hakkında Hz. Peygamber’in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

“Günaha yemin edenin yemini yemin değildir. Akraba ile ilişkiyi kesmeye yemin edenin yemini de yemin değildir.” (Ebû Dâvûd, Talak, 7)

Bu hadis, ulemanın çoğunluğu tarafından “Bir konuda yemin eder, sonra başkasını hayırlı görürsen yeminini boz, keffaretini ver ve hayırlı gördüğüne gel.” (Buhârî, Eymân 1, Müslim, Eymân, 11 (1650) hadisinden dolayı şu şekilde anlaşılmıştır:

“Kim akraba ziyaretini kesmek üzere yemin eder­se bu yeminini yerine getirmesin. Bilakis o yeminin aksine hareket etsin; fakat yeminini bozduğu için de keffaretini versin.”

Yemin keffareti hakkında daha geniş bilgi için lütfen aşağıdaki linki tıklayınız:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/keffaret-ne-demektir-yemin-keffareti-hakkinda-bilgi-verebilir-misiniz.html

Keffaret ne demektir? Yemin keffareti hakkında bilgi verebilir misiniz?

Keffaret; dinin belirli yasaklarını ihlâl eden kimsenin cezasını çekmesi ve bağışlanması için yaptığı bir esir azat etmek, oruç tutmak, fakir doyurmak ve giydirmek gibi malî ve bedenî nitelikli ibadetlerin genel adıdır.

Yemin keffareti ise bozulan bir yeminden sonra yerine getirilmesi gereken bazı şeyleri ifade eder. Bununla ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Allah düşünmeden ettiğiniz yeminlerden sizi sorumlu tutmaz. Ama yeminlerinizle bağladığınız şeylerden dolayı sorumlu tutar. Onun kefareti; ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on çaresizi doyurmak veya giydirmek ya da bir esiri hürriyetine kavuşturmaktır. Bunları bulamayan ise üç gün oruç tutar. Bu, yemin bozmanın keffaretidir. Yeminlerinizi yerine getirin. Allah ayetlerini size böyle açıklar ki şükredesiniz.” (Mâide, 5/89)

Ayetten de anlaşılacağı asıl olan, edilen yeminlere sadık kalmaktır. (Bununla ilgili başka ayetler için bkz. Nahl, 16/91-95) Fakat bazen yeminlerin bozulması gerekmekte ve hatta emredilmekte, bazen de çeşitli sebeplerle yeminlere uyulamamaktadır. Bu gibi durumlarda yemin bozulduğunda keffaret verilmesi gerekir. Bununla ilgili olarak Peygamberimizin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

“Bir konuda yemin eder, sonra başkasını hayırlı görürsen yeminini boz, keffaretini ver ve hayırlı gördüğüne gel.” (Buhari, Eyman 1, Müslim, Eyman, 11 (1650)

Yemin keffareti hakkında başka bir soruya verdiğimiz cevabı okumak için aşağıdaki adresi de inceleyebilirsiniz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/yeminden-donmek-nasil-olur.html

Haksızca el konulan malımızı almak için rüşvet versek günah olur mu?

Rüşvet ile ilgili ayet şöyledir:

“İnsanların mallarından bir kısmını, günaha girerek, bile bile yemek için o mallarla yetkililere ulaşmayın.” (Bakara, 2/188)

Rüşvet “rişâ” kelimesinden alınmıştır. Rişâ ise “ip” demektir. Rüşvet, ipi kovaya bağlayıp kuyunun suyuna ulaşmaya benzer. Rüşvet alan, kova gibidir. Rüşvet veren, onu kullanarak hakkı olmayan bir mala ulaşır. Âyet, rüşveti iki şarta bağlamıştır:

1. Başkasının malını bile bile haksız yere yeme amacı.

2. Bu amaca ulaşmak için yetkililere mal verme eylemi.

Kişi, kendi hakkını almak için yetkili kişiye mal verirse bakılır: Yetkili kişi, bir şey beklemeden görevini yapmışsa verilen mal hediye olur. Görevini, hakkı olmayan bir malı alma şartıyla yapmışsa o mal, alan için rüşvettir ama veren için değildir. Çünkü veren, bir hakkını almak için vermek zorunda kalmıştır.

Mesela ev yapmak için gereken bütün işlemleri tamamladığı halde ilgili makamdan hakkı olan ruhsatı alamayan kişi, rüşvet vermek zorunda kalırsa verene değil, alana haram olur. Ama başkasının hakkını almak için olursa ikisine de haram olur.

Siz gayrimeşru bir şekilde el konulduğunu iddia ettiğiniz arsanızı geri almak için hiç istemediğiniz halde para vermek zorunda kalırsanız bu, karşı taraf için haram olur; ama siz günaha girmiş olmazsınız.

Erkek doktora muayene olan kadının gusül abdesti alması mı gerekir?

Erkek doktora muayene olan kadınların gusül abdesti almalarını gerektiren herhangi bir delil yoktur.

Guslü gerektiren durumlar; cinsel ilişki, rüyada veya uyanıkken boşalma ve kadınların adet ve lohusalık bitimidir. Erkek doktora muayene olmak bunlardan herhangi biri değildir.

Ayrıca konuyla ilgili olarak aşağıdaki adresleri de inceleyebilirsiniz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/jinekolojik-muayeneden-sonra-gusul-abdesti-almak-gerekir-mi.html

www.fetva.net/yazili-fetvalar/bayan-doktor-varken-erkek-doktoru-tercih-etmek-caiz-midir.html