Skip to content Skip to main navigation Skip to footer

Nebîler

Peygamberimiz şu anda bizim bütün amellerimizi görüyor mu?

Kadınlardan nebî gelmiş midir? Gelmediyse sebebi ne olabilir?

Aşağıdaki ayetlere göre bütün nebîlerin erkek olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır:

“Senden önce elçi gönderdiklerimiz, sadece kendilerine vahyettiğimiz erkeklerdi. Bilmiyorsanız o Zikri bilenlere sorun.” (Nahl, 16/43)

“Senden önce gönderdiğimiz elçiler sadece vahyettiğimiz erkeklerdi. Bilmiyorsanız o Zikri bilenlere sorun.” (Enbiyâ, 21/7)

Bu ayetlerdekiehl-i zikr”, önceki ilahi kitaplarda uzmanlaşmış kimselerdir. Bunun böyle olduğunu onlar da bilirler.

Bir konuda konuşurken öncelikle bizlerin Müslüman yani Allah’a teslim olmuş kişiler olduğumuz gerçeğini hatırlatmanız gerekir. Yani Allah Teâlâ her ne yaparsa yapsın, sebebini ister açıklasın ister açıklamasın bizler ona teslim olmuş insanlarız. Evet, hikmetleri aramamız da yanlış değildir ama bu konuda zaman zaman tatmin de olamayabiliriz. Fakat her halükarda “kul” olduğumuz için Allah Teâlâ ne demişse “işittik ve itaat ettik” der, geçeriz.

Kadınlardan niçin nebî gelmediğini merak edenler, Kur’an’da hayat mücadeleleri anlatılan nebîlerin kıssalarını okumalıdırlar. O zorlu şartlarda erkeklerin bile neler çektiklerini bilseler, o ortamda kadınların neler yapabileceğini az çok anlayabilirler. Yani nebîlik fıtrat olarak da kadınlara uygun görünmemektedir. Bundan dolayıdır ki Allah Teâlâ, müşriklerin utançlarından diri diri gömdükleri ama Allah’a isnad etmekten çekinmedikleri kız çocuklarından bahsederken şöyle buyurmuştur:

“Onlar süs içinde yetiştirilip de mücadeleye gelince beceremeyecek olan (kız çocukların)ı O’na yakıştırıyorlar öyle mi?” (Zuhruf, 43/18)

Bu ayet kadınların “genelde” bu gibi zorlu mücadeleler için erkeklere göre daha zayıf olduklarını belirtmesi bakımından büyük önem taşımaktadır. En zorlu görevlerden biri olan nebîlik göz önünde bulundurulduğunda bunun için neden erkeklerin tercih edilmiş olduğu anlaşılmaktadır.

Her gök katında bir peygamber bulunuyor mu gerçekten?

Bununla ilgili bilgiler Buhari, Müslim gibi sahih hadis kitaplarında yer almaktadır. Adı geçen peygamberlerin dünyadaki makamlarına göre o makamlarda bulundukları söylenmektedir. Bunun dışında bir bilgiye rastlayamadık.

Rivayetlere göre yedi kat gökte bulunan peygamberler şunlardır: Birinci kat semada Âdem aleyhisselam, ikinci kat semada Yahya aleyhisselam ile İsa aleyhisselam, üçüncü kat semada Yusuf aleyhisselam, dördüncü kat semada İdris aleyhisselam, beşinci kat semada Harun aleyhisselam, altıncı kat semada Musa aleyhisselam ve yedinci kat semada İbrahim aleyhisselam. (Buhari, Menâkıbu’l-Ensâr, 42)

Davud aleyhisselam hangi hatasından dolayı Allah’a tevbe etmiştir?

Konuyu daha iyi anlayabilmek için ilgili ayetleri öncesiyle birlikte okumamız gerekiyor. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“… Eli güçlü kulumuz Davud’un doğru haberlerini oku. O hep hatadan dönen bir kimse idi.

Dağlara görev verdik, akşamüstü ve güneş doğarken onunla birlikte tesbih ediyorlardı.

Kuşlar da toplu halde ona katılırlar ve hep ona yönelirlerdi.

Onun hâkimiyetini güçlendirdik; ona doğru karar verme ve doğruyu eğriden ayırma gücü verdik.

O davacıların haberi sana geldi değil mi? Hani surlardan iç odaya sızmışlardı.

Davut’un karşısına çıktıklarında telaşa kapılmıştı. “Korkma, dediler. Biz davalı iki tarafız; birimiz ötekinin hakkına saldırdı. Sen aramızda doğru karar ver; taşkınlık etme. Bize doğru yolu göster.

“Bu, benim kardeşimdir; doksan dokuz tane koyunu var, benim de bir koyunum var, ona ben bakıyım dedi ve konuşmada bana baskın çıktı.”

Davut dedi ki: “Senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemesi yanlıştır. Zaten malları karışmış olanların çoğu birbirlerinin hakkına saldırırlar. İnanan ve iyi iş yapanlar başka, öyleleri de pek azdır.” Davut kendisini sınadığımızı anladı. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi, secdeye kapandı ve içten ona yöneldi.

Biz de onun bu davranışını bağışladık. Onun katımızda elde ettiği bir yakınlık ve mutlu son vardır.” (Sâd, 38/17-25)

Burada geçen “Davud kendisini sınadığımızı anladı” ifadesi önemlidir. Davud, surlarla çevrili ve askerle korunmuş bir yerde otururken, surları aşıp iç odaya kadar giren ve hiç de uzmanlık gerektirmeyen bir soru ile kendini meşgul eden bu varlıkların insan değil birer melek olduğunu ve Allah’tan başka hiçbir şeye güvenilmemesi gerektiğini çok iyi anlamış oldu. Bu ayetler, Davud aleyhisselamın, o büyük saltanatın büyüsüne kapıldığını hissettiriyor. Tevbesi de bundan dolayı olmalıdır.

Bununla ilgili görüntülü cevabımızı aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/sad-suresi-21-24-ayetlerde-hz-davud-nicin-secdeye-kapaniyor.html

Nuh tufanı bölgesel mi olmuştur, yoksa evrensel mi?

Kasas Suresinin 59. ayetinin meali şöyledir:

“Rabbin, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir resul/elçi memleketlerin merkezine göndermedikçe, o memleketleri helâk edici değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan memleketleri helâk etmişizdir.”

Resul yani elçinin peygamber olması gerekmez. Resul, kendinden bir şey katmadan, birinin sözünü başkasına ulaştırmakla görevli kişiye denir. Bu manada her peygamber Allah’ın resulüdür/elçisidir ama her resul peygamber değildir. Mesela Kur’ân’da,  Nuh aleyhisselamın kavmine gönderilen elçilerden bahsedilir. İlgili ayetler şöyledir:

“Nuh kavmine gelince, resulleri/elçileri yalancılıkla itham ettiklerinde onları, suda boğduk ve kendilerini insanlar için bir ibret yaptık. Zalimler için acıklı bir azap hazırladık.” (Furkan, 25/37)

Nûh’un halkı da gönderilen elçileri yalancı saydı.” (Şuara, 26/105)

Hâlbuki o kavme peygamber olarak sadece Nuh aleyhisselam gönderilmişti! Demek ki Nuh aleyhisselam da kendisi, Allah’ın sözlerini ulaştırmaları için çevreye elçiler yani resuller göndermişti. Tıpkı Peygamberimizin, ashab-ı kiramı çevre kabile ve devletlere elçi olarak göndermesi gibi… Bunlar Allah’ın elçileri değil, Allah’ın elçisinin elçileri olmuşlardı. Peygamberlerin tebliği bu elçiler sayesinde çok uzaklara da ulaştırılmış oluyordu.

Helak da bundan sonra gelmişti. Yani Kasas Suresinin 59. ayetinin mealine ve konuyla ilgili diğer ayetlere bütüncül bir şekilde bakıldığında Nuh aleyhisselamın ve onun gönderdiği elçilerinin yalanlanmasından sonra tufan gerçekleşmiş ve bu bölgesel değil; evrensel olmuştur. Nuh aleyhisselamın “yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma” (Nuh, 71/26) duası da bunu göstermektedir.

İsrâ Suresi 3. ayette şöyle buyrulmuştur:

“Ey Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın evlatları! Nuh çok teşekkür eden bir kuldu.”

Bu ayette sözü edilen kişiler İsrailoğulları değildir. Çünkü onlar, Nuh aleyhisselam ile beraber gemiye binenlerin değil, bizzat Nuh aleyhisselamın soyundandırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah, Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini çağdaşlarına üstün kılmıştır. Biri diğerinin soyundandır. Allah işitir, bilir.” (Al-i İmran 3/33-34)

İsrailoğulları, Yakup aleyhisselamın oğullarıdır. Yakup aleyhisselam da İbrahim aleyhisselamın oğlu İshak aleyhisselamın oğludur.

Sümer kitabeleri ve dinler arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Nuh aleyhisselamın gemisi gerçekten de bulunabilir mi?

Ankebût Suresinin ilgili ayetinden hem tufan olayının bir ibret olarak daima hatırlanacağı hem de gemi kalıntılarının muhafaza edileceği anlaşılmaktadır. Aşağıdaki ayet de onu göstermektedir:

“Ve şanım hakkı için onu (o gemiyi) bir ibret olmak üzere bıraktık, fakat hani yâd edip ibret alan? Artık Benim azabım ve korkutmam nasıl imiş?” (Kamer, 54/15-16)

Ağrı dağında bulunduğu iddia edilenler, geminin kendisi değil kalıntılarından olabilir. Zira Nuh aleyhisselamın gemisi ile ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Nihayet emrimiz gelip de tennur/gemi kazanı kaynadığı zaman Nuh’a dedik ki: «(Canlı çeşitlerinin) her birinden erkekli dişili ikişer eş ile haklarında helâk hükmü verilmiş olanları hariç olmak üzere aileni, bir de iman edenleri gemiye al.» Zaten beraberinde iman eden pek az insan vardı.” (Hud, 11/40)

Gemiye canlı çeşitlerinin her birinden birer çift alındığına göre bu geminin şu anda söylendiği gibi sadece 12 m büyüklüğünde olması mümkün değildir. Araştırmalar devam ederse gerçek bulgulara ulaşılması mümkün olur.

Ümmi olan Peygamberimiz acaba okuma yazma öğrenmiş midir?

Nebîmizin teri ve tükürüğüyle teberrük meselesini açıklar mısınız?

“Hz. Peygamberi canından çok seven bazı sahabiler, onun vücudundan bir parçaya veya tenine değen bir eşyaya sahip olmanın kendilerine dünya ve ahirette fayda sağlayacağına inanıyorlardı. Hadis kaynaklarında yer alan rivayetlere göre Resûlullah’ın saçından kıllar alıp muhafaza edenler, uyurken terini silip kokusuna karıştıranlar, elini yüzüne ve vücuduna sürenler, kanını içenler, tükürüğünü ve abdest suyunun artanını vücuduna süren veya tedavi maksatlı kullananlar ve dokunduğu eşyayı muhafaza edenler olmuştur.

Gerek Hz. Peygamberin zatı, gerekse kullandığı eşya ile teberrük meselesi azınlıkta kalan bazı sahabilerin şahsi tavırları olarak telakki edilebilir. Onların içinde bulundukları psiko-sosyal şartlar muvacehesinde sergiledikleri bu tür davranışların uyulması gereken sünnet kabilinden olmadığı da herkesçe malumdur. Ashabın ileri gelenleri bu nevi davranışlara değer vermemişler, onun sünnetine uymaya çalışmışlardır.

Ashabı ve ümmeti tarafından büyük bir sevgiye mazhar olmuş  bir peygamberin eşyasının değerli bir hatıra olarak muhafaza altına alınıp korunması, uygun zaman ve mekânlarda teşhir edilerek hatırasının yâd edilmesi meşru ve makul sayılır. Nitekim günümüze kadar titizlikle korunan Peygamberimize ait eşyalar, mukaddes emanetler adı altında dini kültürümüzün bir unsuru olmaya devam etmektedir.”

KAYNAK: Nuri TOPALOĞLU, “Hazreti Peygamber’in Zatı ve Eşyası İle Teberrük Meselesi”, Hadis Tetkikleri Dergisi, I/1, 2003, s. 71-95.

Hz. Musa, Meryem validemizin ağabeyi, Hz. İsa’nın da dayısı mıdır?

Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Musa Aleyhisselam ile Meryem Validemiz ve onun oğlu İsa Aleyhisselam arasında çok zaman vardır. Tarih açısından Meryem validemiz ile Hz. Musa ve Harun’un kardeş olmaları mümkün değildir. Bunu Yahudiler de Hristiyanlar da böyle kabul ederler. Fakat asıl ihtilaf edilen şey, Meryem sûresinin 28. ayetidir. O ayette Allah Teâlâ, Meryem validemize “Ey Harun’un kız kardeşi!” diye hitap edildiğini bildirmektedir.

“Kimine göre bu ayette adı geçen Harun, Meryem’in gerçek kardeşidir. Ana babası gibi o da iffetli ve salih bir kimse idi. Bu yüzden işin iç yüzünü bilmeyenler, böyle birinin kız kardeşi olan Meryem’e zina etmeyi asla yakıştıramadıklarını be­lirtmek istemişlerdir.

Peygamberimizden rivayet edilen bir hadiste de, İsrâiloğullarında önceki peygamberlerin ve iyi kimselerin isimlerini çocuklarına ad koyma geleneği olduğu için Meryem’in kardeşine de Harun adı verildiğine işaret edilmiştir. (Ahmed b. Hanbel, 4/252)

Buna yakın bir yorum da, Meryem’in peygamber olan Harun’un soyundan gelmiş olması münasebetiyle kendisine böyle hitap edilmiş olduğu görüşüdür.” (Fahreddin Razi ve Muhammed Esed’den naklen: Hayreddin Karaman v.d., Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2007, c: 3, s. 597)

Meryem Validemizin Harun isminde bir kardeşi olduğu iddiasını destekleyecek hiçbir tarihi belge yoktur. Öte yandan Meryem’in annesi çocuk sahibi olamayan bir kadındır ve Meryem’in doğumu da ancak dualarına karşılık Allah’tan bir lütuf olarak gerçekleşmiştir. Tüm bunlara rağmen Meryem’in bir erkek kardeşi olduğu kabul edilse bile bunun Kur’an’da niçin açık bir şekilde zikredildiği kolay kolay izah edilemez. Dolayısıyla yukarıdaki bu ilk görüşün doğru olması pek mümkün değildir.

Meryem’in Hz. Harun soyundan geldiği şeklindeki ikinci görüşe gelecek olursak: Bu görüşü destekleyecek tarihi belgeler vardır ki bunların başında Hristiyan kaynakları gelmektedir. Yeni Ahit’teki bazı bölümlerden Meryem’in soyuna yönelik bazı ipuçları yakalayabiliyoruz:

“Yahudiye Kralı Hirodes zamanında Aviya bölüğünden Zekeriya adında bir peygamber vardı. Harun soyundan gelen karısının adı ise Elizabet’ti.” (Luka, 1:5)

“Meryem meleğe:  ‘Bu nasıl olur? Ben erkeğe varmadım ki’  dedi. Melek ona şöyle yanıt verdi: Kutsal Ruh senin üzerine gelecek, Yüceler Yücesi’nin gücü sana gölge salacak. Bunun için doğacak olana kutsal, Tanrı Oğlu denecek. Bak, senin akrabalarından Elizabet de yaşlılığında bir oğula gebe kaldı. Kısır bilinen bu kadın şimdi altıncı ayındadır. Tanrı’nın yapamayacağı hiçbir şey yoktur.” (Luka, 1:34-37).

Yukarıdaki iki pasajdan anlıyoruz ki Meryem ile Hz. Zekeriya’nın karısı Elizabet akrabadır ve Elizabet, Harun (a.s.)’ın soyundan gelmektedir. O halde Elizabet, Meryem’in ya teyzesi ya da halasıdır, yani Harun (a.s.) ile baba veya anne tarafından akrabalığı vardır. Böylece her iki olasılığa göre de Kur’an’da geçen “Ey Harun’un kız kardeşi!” ifadesinin Meryem Validemizin Harun (a.s)’ın soyundan geldiğini belirttiği ortaya çıkmaktadır.

Bu konuyla ilgili bir araştırmada ortaya koyulan şu tespitler ilgi çekicidir:

“Bu ikisi arasında ayrım yapabilmek için ilgili metinde (Luka, 1:36) geçen Yunanca kelimeyi (akraba kelimesi) araştırmak, İncillerde özellikle de Luka İncilinde geçtiği yerleri mercek altına almamız gerekmektedir. IGENT nüshasına göre burada geçen kelime “soncinasi” şeklinde okunan kelimedir. Dipnotta bu kelimenin bazı nüshalarda “soncinisi” şeklinde yazıldığı bilgisi yer alır. Greek Dictionary of The New Testament gibi Yunanca İngilizce Kitab-ı Mukaddes sözlüklerine baktığımızda kelimenin baba tarafından doğal üreme yoluyla oluşan asabiyet bağı anlamına geldiğini görüyoruz.” (Cemâleddin Şarkâvî, İsa Mesih Harun Soyundan mı Davud mu?, s. 28)

Bu bilgiler ışığında Hz. Zekeriya’nın karısının Meryem’in halası olduğu anlaşılıyor. Meryem de baba tarafından Hz. Harun soyundan gelmektedir. Harun soyu toplum içerisinde kahinlik vazifesi gibi yüksek vazifelerden sorumlu ve dindarlıklarıyla ön planda olan bir kesimdir. Meryem’in nikâhsız olmasına karşın elinde bir bebekle geldiğini gören Yahudi din adamları hem Harun’un soyundan geldiğini hem de anne babasının toplum içerisindeki saygınlığını kendisine hatırlatarak onu en ağır şekilde kınamaya çalışmışlardır.

KAYNAK: Vedat Yılmaz, “Mesih’in Soyu Ve Harun’un Kız Kardeşi Meryem”, Kitap ve Hikmet Dergisi, Yıl: 2014, Sayı: 6, s. 108.