Kur’an
Nebîlere Kitap verilir. Onlara verilen Kitap, içinde hikmeti de barındırdığı için nebîlere Kitap ve hikmet indirilmiş olur. Kitab’ın ve hikmetin indirilmiş ve verilmiş olmasının anlamı budur. Bu tıpkı dünyaya gelene, yaşama hakkının yanı sıra yeryüzündekilerin tamamının da verilmesi gibidir. Kişi gayret göstermeden yaşarsa sadece köyünde yaşamış ve orada ömrünü tamamlamış olur. Ancak gayret gösterirse dünyadaki her şey onun kullanımına sunulur. Yüce Allah şöyle buyurur:
وَاذْكُرُواْ نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَمَا أَنزَلَ عَلَيْكُمْ مِّنَ الْكِتَابِ وَالْحِكْمَةِ يَعِظُكُم بِهِ
“Allah’ın üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek için indirdiği Kitab’ı ve hikmeti hatırlayın…” (Bakara, 2/231)
Görüldüğü gibi âyette “bihimâ” değil “bihî” ifadesi kullanılmaktadır. Yani Kitap ve hikmetten bahsedildikten sonra bu ikisine atıfta bulunulurken “o ikisi” değil de “o” denmiştir. Buradan hareketle Kitap ve hikmetin birbirinden ayrı şeyler olmadığı anlaşılmaktadır. Âyette geçen Kitap; Kur’ân-ı Hakîm’dir. Hikmet de; Kur’ân’daki hükümlerdir. Resûlullah’ın Sünneti, onun Kur’ân’dan çıkardığı doğru hükümler ve bunların uygulamalarıdır. Bunlar, ayrı bir vahiyle ona indirilmiş şeyler değildir.
Hikmetin İndirilmesi (İnzâli)
وَأَنزَلَ اللّهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ وَكَانَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكَ عَظِيمًا
“Allah sana Kitab’ı (Kur’ân’ı) ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana lütfu çok büyüktür.” (Nisâ, 4/113)
Kitab’ın ve içinde barındırdığı hikmetin indirilmesiyle insanlar, daha önce bilmediklerini öğrenirler. Bu, onları geliştirir. Kevnî âyetler üzerinde çalışıp, Yüce Allah’ın tabiata yerleştirmiş olduğu hikmetleri bulanlar da gelişme sağlarlar.
Hikmetin Tilavet Edilmesi
Hikmet yani doğru hükümler vahyedilen âyetlerin içinde olduğu için âyetlerin tilavet edilmesi durumunda hikmet de tilavet edilmiş olur. Şu âyet bu açıdan önemlidir:
وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلٰى ف۪ي بُيُوتِكُنَّ مِنْ اٰيَاتِ اللّٰهِ وَالْحِكْمَةِ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ لَط۪يفًا خَب۪يرًا
“Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti kafalarınıza yerleştirin. Şurası gerçek ki Allah lâtiftir ve her şeyden haberdardır.” (Ahzâb, 33/34)
Benzer bir âyette kitabın ve hikmetin tilavetinden şöyle bahsedilmektedir:
ذٰلِكَ نَتْلُوهُ عَلَيْكَ مِنَ الْاٰيَاتِ وَالذِّكْرِ الْحَك۪يمِ
“İşte kural böyledir; bunu sana âyetlerimizden, doğru hükümleri ihtiva eden bu Zikir’den (Kur’ân’dan) okuyoruz.” (Âl-i İmrân, 3/58)
Hikmetin Vahyedilmesi
Yüce Allah, âyetler arası ilişkileri göz önünde bulundurarak, kulların zaten ulaşabilecekleri hikmetlerden bir kısmını Kitap’ta belirtmiştir. Bunlardan hikmetin vahyi olarak bahsedilmektedir. İsrâ sûresinin 22. âyetinden itibaren Yüce Allah, şirk koşmamak, ana-babaya iyi davranmak, yakın akrabaya ve ihtiyaç sahiplerine hakkını vermek, israf etmemek, güzel söz söylemek, cimrilik yapmamak, saçıp savurmamak, geçim sıkıntısı korkusuyla çocukları öldürmemek, zinaya yaklaşmamak, haksız yere cana kıymamak, yetim malı yememek, sözünde durmak, ölçü ve tartıda hile yapmamak, bilmediğin şeyin ardına düşmemek, büyüklenmemek konularında emir, yasak ve tavsiyelerde bulunmaktadır. 39. âyette de bunların vahyedilen hikmet olduğu şöyle bildirilmektedir.
ذَلِكَ مِمَّا أَوْحَى إِلَيْكَ رَبُّكَ مِنَ الْحِكْمَةِ وَلاَ تَجْعَلْ مَعَ اللّهِ إِلَهًا آخَرَ فَتُلْقَى فِي جَهَنَّمَ مَلُومًا مَّدْحُورًا
“Bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetler (doğru hükümler)dir. Allah’ın yanında bir başka tanrı oluşturma; yoksa yerilmiş ve kovulmuş olarak Cehennem’e atılırsın.”
KAYNAK: Fatih Orum, Hikmet (Kur’an’ın Öğrettiği Kavramlar), Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2017.
Kitaba aşağıdaki linkten ulaşılabilir:
www.suleymaniyevakfi.com/kuranin-ogrettigi-kavramlar-hikmet-fatih-orum
Sorunuz kur’an kelimesinin Kur’an-ı Kerim’de hangi anlamlarda kullanıldığı ile alakalıdır. Kur’an kelimesi pek çok ayette, Rabbimizin gönderdiği kitabın bir “özelliği” olarak kullanılmaktadır. Bunlardan biri şöyledir:
الر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْمُبِينِ إِنَّا أَنزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَّعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
“Elif! Lâm! Râ! Bunlar her şeyi açıkça ortaya koyan Kitap’ın ayetleridir. Belki aklınızı kullanırsınız diye biz bunu Arapça kur’anlar şeklinde indirdik.” (Yusuf, 12/1-2)
Yukarıdaki ayetlerde kitap ve kur’an kelimeleri ayrı ayrı kullanılmaktadır. İlk ayette “Kitabın ayetleri” denildiği halde ikinci ayette “Arapça kur’an şeklinde” ifadesi kullanılarak kur’an olmasının kitabın bir vasfı olduğu ortaya konmuştur. Bir diğer ayet şöyledir:
وَكَذَلِكَ أَنزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا وَصَرَّفْنَا فِيهِ مِنَ الْوَعِيدِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ أَوْ يُحْدِثُ لَهُمْ ذِكْرًا
“Böylece onu Arapça kur’ânlar olarak indirdik. Belki çekinirler ya da bilgi edinirler diye tehditleri onun içine, değişik şekillerde yerleştirdik.” (Tâhâ, 20/113)
“Onu indirdik” denilerek Kur’an’dan bahsedilmesi ve “Arapça kur’an olarak” ifadesinin kullanılması yine kitabın bu özelliğinden bahsedildiğini göstermektedir. Aşağıdaki ayetlerde ise Arapça kur’an olma özelliği bu kez kitabın özel ismi olan Kur’an ifadesi de kullanılarak belirtilmektedir:
وَلَقَدْ ضَرَبْنَا لِلنَّاسِ فِي هَذَا الْقُرْآنِ مِن كُلِّ مَثَلٍ لَّعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ قُرآنًا عَرَبِيًّا غَيْرَ ذِي عِوَجٍ لَّعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ
“Biz bu Kur’an’da insanlar için her konuyu örnekledik ki akıllarını başlarına toplasınlar. (Örnekleri) Yanıltıcı olmayan ve Arapça kur’an’lar halinde verdik ki kendilerini koruyabilsinler.” (Zümer, 39/27-28)
Burada da kur’an kelimesi Rasulullah’a indirilen kitabın özel ismi olarak kullanıldığı halde, o kitabın bir özelliği olarak ikinci kez geçmektedir. Kısacası kur’an, kitabımızın adı olmanın yanı sıra en önemli özelliklerinden biridir.
Kur’an’ın kur’an olması, hatta Arapça kur’an olması kelimenin kök anlamı olan bir araya getirme, kümeleştirme anlamları ile ilgilidir. Rabbimiz kur’an kelimesinin “toplanma, bir araya gelme, kümelenme” anlamını, yarattığı ayetlerle ilgili olarak da kullanmış, böylece kelimenin kök anlamını bizlere göstermiştir:
أَقِمِ الصَّلاَةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ إِلَى غَسَقِ اللَّيْلِ وَقُرْآنَ الْفَجْرِ إِنَّ قُرْآنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا
“Namazı, güneşin zevalinden (batı tarafına yönelmesinden) gecenin karanlığının bastırmasına kadar, bir de kızıl (şafak) ışıklarının kümeleştiği (toplaştığı) sırada kıl. Kızıl ışıklardaki kümeleşme gözle görülür.” (İsrâ, 17/78)
Kur’an’ın “kur’an” olması ya da “Arapça kur’an’lar” oluşturacak şekilde düzenlenmiş olması, Kur’an’ı anlama ve ondan çözüm üretme (hikmet) metodu ile ilgili bir konudur. Rabbimiz ayetlerini birbirleriyle anlam kümeleri (kur’an) oluşturacak şekilde dizayn etmiş, bu kümeleri oluşturmanın yöntemini de bizlere bildirmiştir. Çalışılan konuyla ilgili oluşturulan ayet kümeleri (kur’an) ne kadar çok ayetten oluşursa konuyla ilgili o kadar detaya ulaşmak mümkün olur. Nitekim yine Kitab’ın bu özelliğini bildiren bir ayette kur’an olma özelliğinin Kitab’ın açıklanması ile ilgili olduğu belirtilir:
كِتَابٌ فُصِّلَتْ آيَاتُهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
“Bu bir kitaptır ki ayetleri, bilenler topluluğu için Arapça kur’ânlar (kümeler) halinde açıklanmıştır.” (Fussilet, 41/3)
KAYNAK: Erdem Uygan, Kur’an (Kur’an’ın Öğrettiği Kavramlar), Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2017.
Kitaba aşağıdaki linkten ulaşılabilir:
İlgili ayetler mealen şöyledir:
“Allah bir kesimin doğru yolda olduğunu onaylar. Bir kesim de sapık sayılmayı hak eder. Onlar şeytanları Allah’tan yakın konumda tutar, üstelik doğru yolda olduklarını sanırlar.” (A’râf, 7/30)
“Müşrikler, kendi kâfirliklerine kendileri şahitken Allah’ın mescitlerine hizmete yetkili değillerdir. Onların çalışmaları boşunadır. Onlar hep ateş içinde ölümsüz olacaklardır.” (Tevbe, 9/17)
Yanlış iş yapanlar kendilerini bir şekilde kandırırlar. Mesela faizli kredi alan bir kişi faizin Allah tarafından haram kılındığını bilir; ama faizi almazsa başka şekilde iş yapamayacağını düşünerek kendini haklı görür.
Müşrikler de böyledir. Şirkin en büyük günah olduğunu bilirler, bunun farkındadırlar; ama Allah ile aralarına aracı koymadan işlerini yürütemeyeceğini düşünür ve bu yüzden kendilerini doğru yolda kabul ederler.
Mü’minûn sûresi 3. ayette geçen “lağv” kelimesi ‘her türlü haram ve mekruh işler ile, insanın yapmaya mecbur olmadığı (bazı) mubah işler’, ‘sadece haram olan işler’ ve ‘konuşma esnasında işlenen günahlar’ gibi değişik şekillerde tarif edilmiştir.
Bu kelime Kur’an’da başka ayetlerde de geçmektedir. Mesela Bakara 225 ve Mâide 89. ayetlerde ‘düşünmeden yapılan yemin’ anlamındadır. Meryem 62, Vâkıa 25 ve Nebe 35. ayetlerde cennette boş sözler işitilmeyeceği ifade edilirken yine aynı kelime kullanılmıştır. Fussilet sûresinin 26. ayetinde ise şöyle geçmektedir:
“Ayetleri görmezlikten gelenler (kafirler) şöyle derler: Bu Kur’an’ı dinlemeyin, boş şeyler (lağv) söyleyin, belki baskın gelirsiniz.”
İşte bu ayette geçen “lağv”, kişileri haktan/gerçekten şaşırtacak şekilde söylenmiş olan söz ve davranışlar anlamındadır. Mü’minûn sûresi 3. ayette yer alan “lağv” kelimesini de ‘kişinin kurtuluşuna engel olacak boş ve değersiz şeyler’ olarak algılamak daha doğru gözükmektedir. Yoksa gezmek, dolaşmak, oyun oynamak vs. gibi mubah olan davranışlar bu ayetin kapsamında değildir.
Sorunuza temel teşkil eden ayet mealen şöyledir:
“Ey iman etmiş kimseler! Yemek için izin verilmeden, vakitli vakitsiz nebînin evlerine girmeyin; davet edilirseniz girin, yemeği yiyince dağılın. Orada bir sohbet ortamı da aramayın. Bu haliniz nebîyi üzüyor ama sizden çekiniyor. Allah gerçeği söylemekten çekinmez. Onun eşlerinden bir şey istediğinizde perde arkasından isteyin. Bu sizin gönülleriniz için de, onların gönülleri için de daha nezih olur. Allah’ın elçisini üzmeye ve onun arkasından eşlerini nikâhlamaya asla hakkınız yoktur. Böyle yapmanız Allah katında ağır bir kusur olur.” (Ahzâb, 33/53)
Bu ayetlerin Kur’an’da olması bizlere sayısız konuda yardımcı olmaktadır. Bunlardan birkaç tanesini sıralamak gerekirse:
- Bu ve benzeri Nebîmizin özel hayatına ilişkin ayetlerde Resûl (elçi) kelimesi kullanılmaz, Nebî kelimesi kullanılır. Bu durum resûl ve nebi gibi son derece önemli iki kavramı doğru anlamamızı sağlar. Maalesef meallerin hemen hepsinde bu fark gözetilmeden “peygamber” kelimesi kullanılır. Ancak resûl kelimesinin geçtiği ayetlerde de peygamber kelimesi kullanılınca aradaki farkı bu meallerden görebilmemiz imkansızlaşır. Oysa Nebî Allah tarafından, seçtiği kişiye verdiği makamdır. Resûl ise nebî olsun olmasın Allah’ın ayetlerini Allah’ın kullarına ulaştırma yani elçilik görevidir. Nebî kelimesi ile Muhammed Aleyhisselamın insan yönü vurgulanır. Nitekim kendisine bazen çok sert bir dille yapılan ikazlar da nebî kelimesi ile gelir. Tahrîm sûresinin ilk ayeti buna örnek gösterilebilir. Ancak Nebîmizin resûllük yaptığı sırada hata yapması imkansızdır. Çünkü bu esnada Allah’ın ayetlerini doğru ulaştırmakla yükümlüdür. Bu sebeple Kur’an’da daima resûle itaatten bahsedilirken nebîye itaat hiç görülmez. İşte bu gibi ayetler, bu iki kavramı birbirinden ayırma ve anlamamızda çok önemli ve özel yere sahiptirler. Konu hakkında ayrıntılı bilgi için Süleymaniye Vakfı Yayınları’ndan çıkan Nebî ve Rasûl (Fatih Orum) ile Kur’an ve Sünnet Ama Hangi Sünnet (Zeki Bayraktar) kitaplarını okuyabilirsiniz.
- Bu ayetler Nebîmizin kendisine ulaşan vahyi olduğu gibi ulaştırdığının da en büyük delilidir. Zira ilk bakışta sadece kendisini ilgilendiriyor gibi görünen ayetler bile Kur’an’da yerini almaktadır. Bu da demektir ki resûl sıfatı ile kendisine vahyedilen her şeyi insanlara tebliğ etmiştir.
- Ayrıca şöyle bir düşünürsek Allah Teâlâ sadece o günkü insanları ilgilendiren bir şeyler bildirmek istediğinde ne yapacaktı? Resûlullâh’a “bunu sadece bu insanlara bildir, Kur’an’a koymana gerek yok” mu diyecekti? Eğer böyle demiş olsaydı Resûlullâh’ın Kur’an dışında başka bir vahiy daha alması, ancak onu sadece belli kişilere iletmesi gerekirdi. Nitekim bugün Resûlullâh’ın Kur’an’dan başka bir de “gayrimetlüvv” dedikleri bir vahiy aldığını iddia eden ve bir kısım hadisleri bu şekilde görerek Resûlullâh’a Kur’an’a eşdeğer bir teşri (kanun koyma) yetkisi veren çevreler vardır. Oysa risalet görevi gereği Resûlullâh aldığı vahyi tamamen herkese ulaştırmak zorundadır (Mâide, 5/67). İşte bu ve benzeri ayetler gayrimetlüvv vahiy diye Kur’an’dan ayrı bir vahyin olmadığının da en güzel delilidir. Resûlullâh, Rabbimizin vahyettiği her şeyi kimi ilgilendirdiğine bakmaksızın insanlığa tebliğ etmiş, bu da Kur’an’daki yerini almıştır.
- Kur’an ayetleri Allah’ın bizzat belirlediği metotla birbirlerini açıklayacak şekilde dizayn edilmiştir. Kur’an’dan hikmet denilen çözümlere ulaşabilmek için bu metodu doğru uygulamak gerekir. Böyle bir durumda hiç beklemediğiniz bir ayet araştırdığınız herhangi bir konuda başka bir ayeti açıklayabilmektedir. Dolayısıyla bir ayet eğer Kur’an’da varsa kim bilir hangi sayısız konuda farklı ayetlerle bir bütün oluşturarak ne açıklamalara gebedir. Bu metod hakkında ayrıntılı bilgi edinmek için Fatih Orum’un Kur’an ve Sünnet Temelinde Kur’an’ı Anlama Usûlü adlı kitaba müracaat edilebilir.
HAZIRLAYAN: Erdem Uygan
Şûrâ sûresinin 51. ayeti mealen şöyledir:
“Allah, herhangi bir beşerle ilham yoluyla, perde arkasından veya tercih ettiği şeyi kendi izniyle içine fısıldasın diye elçi gönderme dışında bir yolla konuşmaz. Yüce olan ve doğru kararlar veren O’dur.” (Şûrâ, 42/51)
Bu ayette Allah Teâlâ bir insanla hangi şekillerle konuşacağını ifade etmiştir. Bunlardan ilki kişinin gönlüne bildirmek yani ilhamdır. Kur’an’da Hz. Musa’nın annesine, Meryem Validemize ve Hz. İsa’nın havarilerine bu şekilde bir ilhamda bulunulduğu belirtilmiştir.
İkinci şekil olan perde arkasından yani kendini göstermeden konuşmaya ise yine Hz. Musa’nın ilk vahyi alış şekli olarak Tâhâ sûresi 12. ayette bahsedilen Cenâb-ı Hakk’ın konuşması örnek verilmektedir.
Allah Teâlâ’nın bir elçi göndererek vahyetmesi ise Melek Cebrail’i göndererek nebîlere vahyetmesidir. Bununla ilgili bir ayet şöyledir:
“Allah gizli bilgilerini sizinle paylaşmaz. Onun için uygun gördüğü bir elçisini seçer. Siz, Allah’a ve elçilerine inanıp güvenin. Eğer inanıp güvenir ve kendinizi korursanız büyük bir ödülü hak edersiniz.” (Âl-i İmrân, 3/179)
Nebîlere gelen vahiy kesindir ve nebîler kendilerine gelenin bizzat Allah’ın buyrukları ve vahyi olduğunu bilmektedirler. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Bütün gizli bilgileri (gaybı) bilen O’dur. O, gaybını kimseye açmaz;
Uygun bulduğu bir elçi olursa başka. Onun da önüne ve arkasına gözcüler diker.
O elçi bilsin ki Rabbi tarafından gönderilenleri, melekler ona tam olarak ulaştırmış, o da onlarda olanın hepsini almış ve her şeyi tek tek kavramıştır.” (Cin, 72/26-28)
Diğer insanlar ise şeytan vesvesesini ilham sayabilir. Şeytani rüyayı, Rahmânî rüya sayabilir. Bizim emin olabileceğimiz tek yol, nebîlere gelen vahiylerdir.
Konu hakkında biraz daha ayrıntılı bilgi için lütfen aşağıdaki linki de tıklayınız:
“أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ = Esâtîru’l-evvelîn” terkibi Kur’ân’da dokuz yerde geçer. Tefsir ve mealler buna “eskilerin masalları” anlamı verirler. “أَسَاطِيرُ” kelimesi Kur’ân’da fiil ve isim kalıplarıyla onaltı yerde geçer. Kelimenin kökü “s-t-r = س ط ر” harflerinden oluşur. Fiil hali “سَطَرَ”dır ve “bir şeye hiza vermek, saf tutturmak” anlamına gelir. Mesela hizalı bir şekilde bina inşa etmek, hizalı bir şekilde ağaç dikmek ifade edilirken mecazen bu kelime kullanılır. Aynı kökten isim olan “مُصَيْطِر” kelimesi de Kur’ân’da mecazi bir kullanıma sahiptir ve “kişileri hizaya sokan, onlara saf tutturan” anlamında olumsuz bir anlamda kullanılır.
Fiilin “yazı yazmak” anlamına gelmesi de muhtemelen yazıyla “harflerin hizaya sokulması, anlamlı bir şekilde sıralanması, bir nevi harflere saf tutturulması” sebebiyledir. Nitekim “düzene sokmak, hizalamak” anlamı aynı kökten cetvel anlamına gelen “الْمِسْطَرَة”, “mala” anlamına gelen “المَسْطَرين”, “kasap bıçağı” anlamına gelen “السَّاطوُر”, “metinde hiza, dizi” anlamına gelen “السَّطْر”, “birini gözleyip hizaya sokmakla görevli kişi” anlamına gelen “المُسَيْطِرُ” kelimelerinde de vardır.
Fiilin bu asli anlamını Kur’ân’daki kullanım da teyid eder. Nüzul sırası dikkate alındığında kelimenin Kur’ân’da ilk geçtiği yer Kalem sûresinin birinci âyetidir. Bu ayrıca, kelimenin Kur’ân’daki fiil halindeki tek kullanımıdır. Âyette kaleme ve kalemin yazdıklarına yemin edilmekte (وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ), böylece “سَطَرَ” fiilinin kalemle ilişkisi çok açık bir şekilde ortaya konmaktadır. Zaten Kalem suresinin 15. âyetinde de “أَسَاطِيرُ” kelimesi bu anlamda geçmektedir. Tefsirlerin Kalem sûresinin ilk âyetinde geçen “وَمَا يَسْطُرُونَ” ifadesiyle ilgili olarak söyledikleri, kelimenin aslî manasını ortaya koyma adına önemli tespitlerdir.
Kelimenin Tûr sûresinin 2. âyetindeki kullanımına (وَكِتَابٍ مَسْطُورٍ) dair tefsirlerde geçen ifadeler de önemlidir. Âyette kitab kelimesinin sıfatı olarak geçen “مسطور” kelimesine müfessirler genelde “yazılmış = مكتوب” anlamı verirler. “وَكِتَابٍ مَسْطُورٍ” ifadesi satırlara dökülmüş, yani kayda geçmiş, muhafaza edilmiş kitap anlamına gelir. Nitekim sonraki âyette bu işin yani satırlara döküp kayda geçirme işinin malzemesinden bahsedilmektedir (فِي رَقٍّ مَنْشُورٍ). Kur’ân’da iki yerde geçen “قِرْطَاسٍ / قَرَاطِيسَ” kelimesi de vahyi kayda geçirirken kullanılan malzemeyi (kırtasiye) ifade etmektedir.
Kelimenin aslî anlamına uygun tefsirlerin yapıldığı bir diğer kullanım da iki âyette geçen “كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا” şeklindeki kullanımlardır. Müfessirler iki âyette geçen “مَسْطُور” kelimesine “yazılmış” anlamı verirler. Hatta âyette geçen “كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا” şeklindeki ifadenin “كان ذلك عند الله مكتوبا” şeklindeki bir kıraatinden bahsederler ki bu, âyetin tefsiri mahiyetinde olmalıdır.
Ancak aynı kökten olan “أَسَاطِيرُ” kelimesinin geçtiği âyetlere sıra gelince, tefsir ve meallerin kelimeye “masallar, hikâyeler” anlamı vermeleri çok dikkat çekicidir. Kelime Kur’ân’da dokuz yerde geçmektedir. Biri hariç kelimenin geçtiği sûrelerin tamamının Mekkî olması ve Mekke’de Ehl-i Kitab olmadığına dair algı, kelimeye bu anlamın verilmesinde etkili olmuş olabilir. Kelimenin geçtiği âyetlerden biri olan Furkan sûresinin 4. ve 5. âyeti şöyledir:
“Görmezden gelenler, ‘Bu, Muhammed’in uydurup Allah’a mal ettiği şeydir. Başka bir topluluk da ona yardım ediyor’ dediler. Yanlış ve yalana saptılar. Şunu da dediler: ‘Bunlar öncekilerin satırlarında olanlardır; yazdırtmış, sabah akşam ona belletiliyor.’”
4. âyette, Rasûlullah’ın tebliğ ettiği âyetlerin kendisine indirilen bir vahiy ürünü değil de başkalarının da yardımını alarak ortaya koyduğu yani “Allah bana vahyetti” diyerek insanlara okuduğu şeyler olduğunu söyleyenlerden bahsedilmektedir. Bu kişiler ayrıca “bunlar, öncekilerin satırlarında olanlar” diyorlar, Rasûlullah’ın onlara tebliğ ettiklerini, ona bazılarınca sabah-akşam imla ettirilen şeyler olduğunu söylüyorlar. Yani iddiaya göre Rasûlullah dinliyor sonra bunları yazdırıyor. Âyette geçen “اكْتَتَبَ” fiilinin istinsah ve istimlâ anlamına geldiği söylenir. Nitekim bazı müfessirler bu âyeti tefsir ederken, âyette sözü edilen kişilerin, “Muhammed bunları Ehl-i Kitab’tan istinsah ediyor, onlardan kitaplarında olanların kendisine yazılmasını istiyor” şeklinde itirazda bulunduklarından bahsederler.
“أَسَاطِيرُ” kelimesinin geçtiği bir başka âyet şöyledir:
“Onlara âyetlerimiz okununca derler ki; Tamam dinledik; istesek onun aynısını biz de söyleriz. Bunlar, öncekilerin satırlarında olandan başka bir şey değildir.” (Enfâl, 8/31)
Yukarıdaki âyette, kendilerine Kur’ân âyetleri okunduğunda, bunların kendileri için yeni bir şey olmadığını, daha önce de bunları duyduklarını, isteseler kendilerinin de aynısını okuyabileceklerini söyleyenlerden bahsedilmektedir. Nitekim devamında, kendilerine okunan âyetlerin öncekilerin satırlarında yani kitaplarında kayıtlı olduğunu söylüyorlar. Bunlar kendilerine okunan âyetlerin Muhammed (s.a.v.)’e Allah tarafından indirilen bir vahiy değil, onun önceki kitaplardan derlediği şeyler olduğunu düşünüyorlar. Nitekim bir sonraki âyette, kendilerine okunan âyetlerin yeni bir vahiy olmadığı hususunda kati bir kanaat taşıdıkları anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak Rasûlullah’a yapılan itirazların bir yönünü de “söylediğin şeyleri biliyoruz, bunlar önceki kitaplarda da var, yeni bir şey söylemediğine, zaten bildiğimizi, elimizde olanı tekrar ettiğine göre sana neden ayrı bir değer verip tabi olalım ki? şeklindeki itiraz oluşturuyordu. Esasında bu, Kur’ân’ın ve Muhammed (s.a.v.)’in musaddık vasfının, itiraz edenler tarafından itirafı anlamına geliyordu.
KAYNAK: Fatih Orum, Tasdik Tebyin ve Nesih, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 105 vd.