Skip to content Skip to main navigation Skip to footer

Kur’an

Kur’an’daki had cezalarını‎n tarihselliği savunulabilir mi?

Tarihsellik, bugünkü yaygın anlamıyla peygamberimizi tarihin herhangi bir döneminde bir coğrafyada hüküm sürmüş bir hükümdar veya böyle bir yerde etkin olmuş bir düşünür gibi kabul edip Kur’an-ı Kerim’i de o coğrafya ve o tarihle ilgili düzenlemeler getiren bir kitap saymak olarak algılanmaktadır. Bu, peygamberimizin son peygamber, Kur’an’ın da kıyamete kadar geçerli son kitap olmasını ortadan kaldırdığı için kabul edilemez bir iddiadır. Kur’an-ı Kerim’de hükme bağlanmış ve neshedilmemiş düzenlemelerin hiçbirisinin tarihselliği iddia edilemez.

Bununla ilgili görüntülü cevaplarımızı izlemek için lütfen aşağıdaki linkleri tıklayın:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/kuranin-tarihsel-bir-bakis-acisiyla-okunmasi-gerektigi-gorusu-dogru-mu.html

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/kuranda-gunumuzde-uygulanamayacak-hukumler-var-midir.html

Ölülerin ruhlarına Kur’an okunur mu?

Ölen kişinin arkasından okunan Kur’an-ı Kerim’in ölüye bir etkisi söz konusu değildir. Bununla ilgili hiçbir delil bulunmamaktadır.

Fakat bizden önceki müslüman kardeşlerimiz için hayır dualar etmemizi bizzat Allah Teala bizlere tavsiye etmiş, Nebimiz de bu yöndeki uygulamaları ile bizlere örnek olmuştur.

Allah Teala şöyle buyurur:

“Onlardan sonra gelenler: «Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma; Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin» derler.” (Haşr, 59/10)

Kıldığımız her namazın sonunda şu duayı okumamız tavsiye edilmiştir:

“Rabbimiz; hesabın görüldüğü günde beni, anamı, babamı ve tüm mü’minleri bağışla.” (İbrahim, 14/41)

Ebû Üseyd Mâlik İbni Rebîa es-Sâidî radıyallahu anh şöyle dedi: Bir gün biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda otururken Selemeoğulları kabilesinden bir adam çıkageldi ve:

– Yâ Resûlallah! Anamla babam öldükten sonra onlara yapabileceğim bir iyilik var mı? diye sordu.

Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:

“Evet, onlar için dua eder günahlarının bağışlanmasını dilersin, vasiyetlerini yerine getirirsin, akrabasını koruyup gözetirsin, dostlarına da ikramda bulunursun.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 120; İbn Mâce, Edeb, 2)

Kur’an ölüler için değil; yaşayan insanlar için indirilmiştir. Allah Teala şöyle buyurmuştur:

“Biz ona şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmazdı da. Onun söyledikleri, ancak Allah’tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır. Diri olanları uyarsın ve kâfirler cezayı hak etsinler diye.” (Yasin, 36/69-70)

Kur’ân’ın sevabı ancak onu anlayarak okuyan ve yaşamaya çalışan kişiye aittir. Ancak ölen kimse hayatta iken başka bir kimseye Kur’an okumayı öğretmişse veya öğrenmesine vesile olmuşsa, o öğrettiği kimse Kur’an’ı her okuduğunda o kimseye de sevap yazılır. Bu da zaten o güzel amele vesile olmanın sevabıdır.

Lütfen aşağıdaki linkleri de tıklayınız:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/geceleyin-mezarliktan-gecerken-fatiha-okumak-gunah-midir.html

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/olulere-kuran-okunabilecegine-dair-rivayet-edilen-hadisler-sahih-midir.html

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/olulerin-arkasindan-kuran-okumak-hatim-indirmek-faydali-olur-mu.html

Ilımlı İslam mı, yoksa radikal İslam mı?

İslam bir dindir, Allah’ın dinidir. Bu, devirden devire değişiklik arz edemez. İnsanlar da İslam’ı, Allah’ın gösterdiği şekilde anlamak durumdadırlar. Bir devirde başka, diğer bir devirde başka İslam anlayışı Allah’ın istediği bir şey olamaz. Bu olsa olsa insanların kendi kafalarına göre oluşturdukları kuruntulardan ibarettir.

Allah Teâlâ son nâzil olan Mâide sûresinin 3. ayetinde “Bugün dininizi olgunlaştırdım, size olan nimetimi tamamladım. Size din olarak İslâm’ı uygun gördüm” buyurmuştur. Din de Kur’an-ı Kerim’den ibarettir. Bugün ve her devirde bütün Müslümanlar İslam’ı, Kur’an’a göre anlamalı ve ona göre yaşamalıdırlar. Allah nasıl istiyorsa öyle… Yani işlerine geldiğine göre değil; rüzgâr hangi yönden isterse o yönde değil!

Eşime ve çocuklarıma dini yaşamaları için baskı yapabilir miyim?

Dinin özü imandır. İmanın temeli de kalp ile tasdiktir. Kalp insanın iç dünyasındadır. İnsan burada alabildiğine hürdür. Hiçbir inanç, insana zorla kabul ettirilemez. En baskıcı rejimler dahi bunu başaramazlar. Bakara 256. ayet bunu bildirmektedir.

“Dinde zorlama olmaz; artık doğru ile eğri birbirinden iyice ayrılmıştır. Bundan böyle kim zorbaları tanımaz da Allah’a inanırsa kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara 2/256)

İnsanlar ibadete de zorlanamaz. Çünkü ibadet için niyet gerekir. Niyet, bir şeye içten karar vermektir. “Ameller niyetlere göredir.” Bir ibadetin ne maksatla yapıldığını, tam olarak bir o ibadeti yapan bir de Allah bilir. Niyetsiz ibadet yapılamadığından zorla ibadet olmaz. Birisine zorla namaz kıldırılabilir; ama niyet etmezse namaz kılmamış, boşuna yatmış kalkmış olur. Bu da bir şeye yaramaz.

Bu sebeple kimse, müslüman olmaya veya müslüman gibi davranmaya zorlanamaz.

İslamı anlatmak ve evlatlarımıza İslam’ı öğretmek, onları buna zorlamak değildir. Siz bir eş ve bir baba olarak en fazla uyarıda bulunabilirsiniz. Neticede son karar kişinin kendisine aittir.

Bize düşen, her fırsatta insanlara ve özellikle yakınlarımıza dini anlatmaya devam etmektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Ailene namazı emret, kendin de namaza devam et. Biz senden rızık istemeyiz, sana rızık veren Biziz. Sonuç korunanların lehine olur.” (Tâhâ, 20/132)

Tâğûtîlik kavramını açıklar mısınız?

Tâğût, tuğyân kökünden gelir; tuğyân isyanda sınırı aşmak demektir. Tâğût, sınırı aşanlara ve Allah ile kul arasına tanrı olarak konan varlıklara verilen ortak addır. Hem tekil, hem çoğul olarak kullanılır. Sihirbaza, kâhine, şeytana ve hayra engel olan her varlığa tâğût denebilir. Şu ayete göre Tâğût, hak hukuk tanımayan kimsedir:

“Şunları görmez misin; hem sana indirilene hem senden önce indirilene inandıklarını sanırlar hem de o tâğûtun önünde yargılanmak isterler. Oysa bunlara, onları tanımama emri verilmiştir. O şeytan ise bunları derin bir sapıklığa düşürmek ister.” (Nisâ, 4/60)

Tâğûtîlik, Tâğûttan yana olmaktır. Allah Teâlâ, Tâğûttan yana olmayı yasaklamış ve şöyle buyurmuştur:

“Her ümmete, «Allah’a ibadet edin ve Tâğûttan kaçının,» diye bir elçi göndermişizdir. Onlardan kimini Allah, kendi yoluna kabul etmiş kimi de sapıklıkta kalmayı hak etmiştir. Yeryüzünde dolaşın da bakın ki, o yalancıların sonu nasıl olmuş.” (Nahl, 16/36)

Bu durumda şuurlu olarak Tâğûttan yana olanlar, sapıklıkta kalmayı hak etmiş olanlardır.

Tağut kavramıyla ilgili daha geniş bilgi için lütfen aşağıdaki linkleri tıklayınız:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/tagut-nedir-gunumuzdeki-tagut-ornekleri-nelerdir.html

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/nisa-suresi-60-ayette-tagutun-onunde-yargilanmak-ile-ne-kast-edilmistir.html

 

Herkes Kur’an’ı okuyup anlayabilir mi?

Kur’an okuyan herkes onu anlar. Fakat bu herkesin bilgisi, görgüsü, kültürü ve kapasitesi ile sınırlıdır. Bir çiftçi veya bir çoban da Kur’an’ı anlayabilir; bir doktor, bir fizikçi bir mühendis de. Ama bunların anlayabilecekleri birbirinden farklı olacaktır.
 
Kur’an’ı anlamak başka, ondan hüküm çıkarmak başkadır. Her müslüman Kur’an’ı anlamakla mükelleftir fakat Kur’an’dan hüküm çıkarmakla mükellef değildir. Bu, âlimlerin işidir. Âlimler de kendi kafalarına göre değil belli metotlara göre Kur’an’ı tefsir eder, ondan hüküm çıkarmaya çalışırlar.
 
Kur’an’ı açıklamada Kur’an’ın gösterdiği metotlar vardır. Bu metodun bir uzmanlar ekibi tarafından uygulanması gerekir. Bu ekibi oluşturanlar Kur’an’ın açıklamalarına ulaşabilirler. Bu metodu görmek için sitemizde yayımlanan bir çalışmaya aşağıdaki adresten ulaşabilirsiniz:   
 
www.suleymaniyevakfi.org/arastirmalar/kurani-aciklamada-usul.html

Kur’an’ı anlayan herkes niçin ondan hüküm çıkaramasın ki?

Kur’an okuyan herkes onu anlar. Fakat bu herkesin bilgisi, görgüsü, kültürü ve kapasitesi ile sınırlıdır. Bir çiftçi veya bir çoban da Kur’an’ı anlayabilir; bir doktor, bir fizikçi bir mühendis de. Ama bunların anlayabilecekleri birbirinden farklı olacaktır.

Kur’an’ı anlamak başka, ondan hüküm çıkarmak başkadır. Her müslüman Kur’an’ı anlamakla mükelleftir fakat Kur’an’dan hüküm çıkarmakla mükellef değildir. Bu, âlimler topluluğunun işidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Bu, bilen bir kavim için, âyetleri Arapça okuyuş olarak açıklanmış bir kitaptır.” (Fussilet, 41/3)

Kavim; erkekler topluluğu demektir ama Kur’ân genelinde erkek ve kadınlardan oluşan toplum anlamında kullanılmıştır (Bkz: Ragıb el-İsfahânî, Müfredât, قوم mad). Kur’ân’ın Arapça olması, bunların içinde Arap dilini iyi bilenlerin olmasını gerektirir. Al-i İmran 7. âyette belirtildiği gibi bunlar sıradan uzmanlar değil; “er-râsihûne fi’l-ilm” yani ilimde derinleşmiş, sağlam bir yer edinmiş ve bazı kesin sonuçlara ulaşmış kimselerdir. İşte Kur’ân’ın içinde var olan açıklamalara, böyle bir topluluk ulaşabilir. Bu, toprağın içinde var olan madenlere ulaşmak gibi bir şeydir.

Kur’an’ın açıklamalarına ulaşmada Kur’an’ın gösterdiği yöntem vardır. Onu görmek için sitemizde yayımlanan bir çalışmaya aşağıdaki adresten ulaşabilirsiniz:

www.suleymaniyevakfi.org/arastirmalar/kurani-aciklamada-usul.html

Tilavet secdesi hangi durumlarda yapılır?

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Araf suresinin 204. ayetinin tefsirinde şunları söylemektedir.
 
“Akıllı olmayandan ve cansız varlıklardan sadır olan seslere kırâat denilemeyeceği gibi, aks-i sadadan, yani sesin yankılanmasından meydana gelen işe de kırâat denilemez. Bunun içindir ki, fakihler bir kırâatin yankılanmasından hasıl olan yankının kırâat ve tilâvet sayılamayacağını ve bundan dolayı tilâvet secdesi lazım gelmeyeceğini beyan etmişlerdir. Bir kitabı sessiz olarak okumaya kırâat denilemeyeceği gibi, çalan veya çınlayan yankı yapan bir sesi dinlemek de kırâat dinlemek demek değildir. Şu halde Kur’ân okuyan bir okuyucunun sesini aksettiren bir cihazdan gelen sese de kırâat denilemez. Bu gibi sesler bir kırâat değil, bir kırâatin yankısı ve yansımasıdır, bunlara dinleme ve susma emrinin hükmü terettüp etmez. Yani dinlenilmesi ve susulması vacip olan Kur’ân, cihazda çalınan Kur’ân değil, bir insan tarafından okunan Kur’ân’dır.

Kur’an’ı Arapça okumak mı daha iyi, yoksa mealinden okumak mı?

Kur’an’ı okumak da dinlemek de ibadettir. Fakat ikisi de okunan Kur’an’ın anlaşılmasına bağlıdır. Anlaşılmadan salt okumanın veya dinlemenin kişiye yararlı olacağını gösteren hiçbir delil bulunmamaktadır. Zira Allah Teâlâ birçok ayette Kur’an’ın anlaşılması ve yaşanması için nâzil olduğunu haber vermiştir. Kur’an’ı okumakta veya dinlemekte amaç bu olmalıdır. Durum böyle olunca bizzat okumanın anlamaya daha yakın olduğu bir gerçektir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Bunlar Kur’an üzerinde akıl yormazlar mı? Yoksa kalp­leri üzerinde kilitler mi vardır?” (Muhammed, 47/24)

“And olsun ki, biz Kur’an’ı, üzerinde dü­şünülsün diye kolaylaştırdık; ama hani dü­şü­nen?” (Kamer, 54/17, 22, 32 ve 40)

Müslümanlar Kur’an üze­rinde düşün­meyi asır­larca unuttular. Kur’an üzerinde akıl yorma gereği unutulunca o, ulaşıla­maz, erişile­mez bir kutsal sayıldı ve onu anla­yamayacağımız şeklinde bir ka­naat oluştu. Sonra eskile­rin her şeyi hallettiği savu­nuldu ve yeniliklere kapılar kapandı. Nihayet Kur’an, se­vap kazanmak için oku­nan bir kitap haline dönüştü.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Bu Kur’an, gerçekten en doğruya ve en sağlama ulaştırır.” (İsrâ, 17/9)

Kur’an, gerçekten en doğru ve en sağlam olana ulaştırır. Fakat o, anlamak için değil de sadece sevap olsun diye oku­nursa onunla bir yere ulaşılamaz. Böyle bir şey, tıpkı kaliteli bir balın, sırf görüntüsü ve ko­kusu ile yetin­meye benzer. Yenmeyen balın vücuda ne faydası olur! Müslümanlar asırlardır böyle yapmışlar ve Kur’an ile yeterince bes­lenememişlerdir. Geleneksel kültür kalıpları ile hurafeler iç içe girmiş, halkı hurafeler sar­mıştır.

Kur’an okumada asıl maksat onu okumuş olmak değil; onu anlamak, düşünmek ve ona göre davranmaktır.

Abdullah İbn Mes’ûd şöyle demiştir: “Kur’an, ona uyulsun diye indirildi; ama insanlar tuttu, onu okumayı ibadet saydılar.”

Abdullah İbn Ömer de şöyle demiştir: Biz Kur’an’dan evvel imanı elde etmeye çalıştığımız uzun bir dönem yaşadık. Kur’an sûre sûre nazil oluyordu. Bu sûrelerin helal ve haramını, emir ve yasaklarını öğrenirdik. Şimdi ise imandan evvel Kur’an’a yapışan, Fatiha sûresinden başlayarak sonuna kadar okuyan; fakat Kur’an’ın emri nedir, yasağı nedir ve neyin yanında durmak gerekir; katiyyen bilmeyen, okuduğu Kur’an ayetlerini çürük hurmalar gibi sağa-sola serpen nice kişiler görüyorum.”

Konu ile ilgili olarak sitemizde bulunan KUR’AN’I NASIL OKUMALIYIZ? başlıklı yazıyı okumanızı da tavsiye ederiz. Yazının linki aşağıdadır:

www.suleymaniyevakfi.org/arastirmalar/kurani-nasil-okumaliyiz.html

Şüphenin iman karşısındaki konumu nedir?

Şu ayetten bahsediyor olmalısınız:

“Rabbinin hangi nimetinden şüpheye düşersiniz?”. فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكَ تَتَمَارَى (Necm 53/55)

Ayet, Allah’ın nimetleri konusunda şüpheye düşülemeyeceğini göstermektedir.

Şüphe iki türlüdür: Biri, bir araştırma sırasında ortaya çıkan şüphedir ki, kişiyi gerçeğe ulaştırır. Diğeri de gerçek belli olduktan sonra onu kabul etmeyip kendini şüpheye zorlamaktır. İşte bu, kâfirin halidir. Bununla ilgili ayetlerden bir kısmı şöyledir:

Kendilerine o açık ayetler geldikten sonra ayrı düşen ve ihtilaf çıkaranlar gibi olmayın. Böylelerinin payına düşen büyük bir azaptır. O gün nice yüzler ak çıkar, nice yüzler de kararır. Yüzleri kararanlara şöyle denir: “Siz inandıktan sonra kâfir mi oldunuz? Öyleyse kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Yüzleri ak çıkanlar ise Allah’ın ikramı içinde olacaklardır. Onlar o ikramı sürekli göreceklerdir. İşte bunlar Allah’ın ayetleridir, bunları sana bütün gerçekliği ile okuyoruz. Allah hiç kimseye bir haksızlık yapılmasını istemez.” (Al-i İmran 3/105-108)

Lütfen aşağıdaki linki de tıklayınız:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/zaman-zaman-allahin-varligindan-suphe-duymak-vesvese-midir.html

Allah şirki bağışlamayacaksa bunca müşrik boşuna mı Müslüman oldu?

İlgili ayet şöyledir:

Allah kendine ortak koşulmasını bağışlamaz, ondan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa derin bir sapıklığa düşmüş olur.” (Nisa, 4/116)

Bu ayet, tevbe etmeyenlerle ilgilidir. Tevbe edip kendini düzeltmiş olanların günahları affedileceği gibi sevaba da çevrilecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Rahman’ın kulları… Allah ile beraber başka bir tanrıyı yardıma çağırmazlar. Haklı bir sebep yoksa Allahın dokunulmaz kıldığı canı öldürmezler; zina etmezler. Kim bunları yaparsa günaha girer. Kıyâmet günü onun azâbı katlanır ve orada itibarsız olarak sürekli kalır. Ancak tevbe eden, inanan ve iyi iş yapan başka. Allah onların kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allah bağışlar, ikram eder.” (Furkan 25/68-70)

“Allah ile beraber başka bir tanrıyı yardıma çağırmazlar” ifadesi, şirke düşmezler demek olduğundan ayetin devamı şirkten tevbeyi de içermektedir.

Şu âyet de yukarıdaki anlamı teyit etmektedir.

“De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Zümer, 39/53)

Kur’an’ın zikir olmasını açıklar mısınız?

Zikir, kafaya yerleştirilip kullanıma hazır tutulan bilgidir. Onu akla ve dile getirmeye de zikir denir. (Ragıb el-İsfahânî, Müfredât, ذ كر mad.)

Kafalara yerleşip kullanıma hazır tutulacak asıl bilgi, Allah’ın Kitabında olandır. Bu sebeple ilâhî kitapların ortak adı Zikir’dir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

أَلَا بِذِكْرِ اللَّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ.

“Bilin ki, kalplerin yatışıp rahatlaması Allah’ın zikri ile olur.” (Ra’d, 13/28)

Bunlar, Allah’ın indirdiği kitaplardır. Bir de Allah’ın yarattığı kitap, yani varlıklar âlemi vardır. Orada gözlemlenen şeyler de birer âyettir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

سَنُرِيهِمْ آَيَاتِنَا فِي الْآَفَاقِ وَفِي أَنْفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ.

“Biz onlara âyetlerimizi, hem çevrelerinde hem de kendi içlerinde göstereceğiz; sonunda onun gerçek olduğu onlar açısından iyice anlaşılacaktır.” (Fussilet, 41/53)

Varlıklar âleminden elde edilen doğru bilgiler de zikirdir. Bunlarla Allah’ın kitabı arasında tam bir uyum bulunur.

Allah’ın elçileri insanları tezekküre çağırmışlardır. Tezekkür, insanların zihninde var olan bilgiyi harekete geçirme yani hatırlatmadır. Resûllerin görevi ise tezkîr, yani hatırlatmadır (Ğaşiye 88/21). İbrahim aleyhisselam, puta tapanlara “tezekkür etmez misiniz?” (En’âm 6/80) derken “çevrenizden edindiğiniz bilgilerle benim sözlerimi karşılaştırıp yaptığınız yanlışı görmez misiniz?” demiş olmaktadır. Bu, onları iç muhasebesi yapmaya çağırmadır.

Bu sebeple zikir, “evrensel niteliği olan doğru bilgi” demektir. Allah’ın kitabı bu vasıftadır.

Besmele’nin Türkçe tercümesi nasıl olmalıdır?

Besmelenin bu şekilde tercüme edilmeye başlanması Batı’nın tesiri iledir. Besmele bu şekilde tercüme edilemez. Çünkü hiç kimse Allah adına iş yapamaz, buna kimsenin yetkisi yoktur. Allah’ın adıyla iş yapmak başkadır, Allah adına iş yapmak başka! İkisi aynı şeyler değildir. Besmele’nin bizce en doğru tercümesi şöyledir: “İyiliği sonsuz, ikramı bol Allah’ın adıyla.” Bununla ilgili olarak Kur’an Işığında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar kitabımızın ilgili bölümünü aşağıya alıntılıyoruz:

“Besmele diye bilinen “Bismillahirrahmanirrahim“, Türkçeye farklı şekillerde tercüme edilmiştir. Fark, Rahmân ve Rahîm kelimelerinden kaynaklanmaktadır. Bunlar rahmet kökünden türetilmiştir. Rahmet, iyilik ve ikramı gerektiren incelik anlamınadır. Ama bazen yalnız incelik, bazen de yalnız iyilik ve ikram anlamında kullanılır. Allah’ın özelliği olarak kullanılınca sadece iyilik ve ikram anlamı kast edilir. (Ragıb el-İsfahânî, Müfredât, رحم mad.)

Rahmân, “rahmeti her şeyi kuşatan” demektir. Bu özellik Allah’tan başkasında olmaz. Rahîm ise “rahmeti bol” demektir. Rahmet bolluğu Allah’ın dışındaki varlıklarda da olabilir. Bu sebeple rahîm sıfatı Kur’ân’da Peygamberimiz için de kullanılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Size kendi içinizden bir elçi geldi. Sizi sıkıntıya sokan her şey onu da sıkar. O size pek düşkündür. Müminlere karşı çok şefkatli ve rahimdîr.‏” (Tevbe 9/128)

Rahmân“ı Türkçeye “iyiliği sonsuz” diye çevirdik. Çünkü Allah’tan başka kimsenin iyiliği sonsuz olamaz. “Rahim“i de “ikramı bol” diye çevirdik. Çünkü bu özellik insanlarda da olabilir. Sonunda Besmelenin Türkçe tercümesi şöyle oldu:

“İyiliği sonsuz, ikramı bol Allah’ın adıyla”

Bize göre bu tercüme en doğru tercümedir.” (Abdulaziz Bayındır, Kur’an Işığında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar, Süleymaniye Vakfı Yayınları, 2. Bs., İstanbul, 2007, s: 33-34)

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/iyiligi-sonsuz-olan-allahin-ikrami-da-sonsuz-olmaz-mi.html

Resûlullâh’a uyku halinde iken gelen vahiy Kur’an mıdır?

Resûlullâh’a (sallallahu aleyhi ve sellem) Kur’an ayetleri, Cebrail Aleyhisselâm tarafından uyku halinde iken getirilmemiştir. Allah Teâlâ, rüyada her insana açık veya simgeler halinde bazı şeyler gösterebilir. Nitekim Yusuf sûresi’nde hem Yusuf Aleyhisselâmın hem onunla hapiste olan iki kişinin ve hem de kralın rüyası yer alır. Ama Allah, Elçilerine vahyi bu şekilde göndermez. Allah Teâlâ, vahiy gönderme biçimini şöyle bildirir:

“Bütün gizli bilgileri (gaybı) bilen O’dur. O, gaybını kimseye açmaz;

Uygun bulduğu bir elçi olursa başka. Onun da önüne ve arkasına gözcüler diker.

O elçi bilsin ki Rabbi tarafından gönderilenleri, melekler ona tam olarak ulaştırmış, o da onlarda olanın hepsini almış ve her şeyi tek tek kav­ramıştır.” (Cin, 72/26-28)

Bazı tefsirlerde En’âm sûresinin inişi ile ilgili Enes b. Malik’ten gelen şöyle bir rivayetten söz edilir:

“Allah’ın Elçisi dedi ki: Kur’ân’dan En’âm sûresinin dışında bir sûre bana toptan in­medi. Şeytanlar bu sûre için toplandıkları ka­dar hiçbir sure için toplanmamışlardı. Bu sûre bana, Cebrail ile birlikte elli bin melekle gönderildi. Bunu kuşat­mışlar, bir düğün debdebesiyle getirdiler.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İst. 1936, c. 2, s. 1861-1862)

Elçinin, ken­dine gelenin me­lek olduğuna ve söylediği söze şeytan vesvesesi karış­madı­ğına güvenmesi gerekir. Va­hiy esna­sında elçinin etrafına melekler dizilmesi bundandır. Çünkü Allah’ın elçilerine şeytan da gelebilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Senden önce gönderdiğimiz bir tek nebî ve elçi yoktur ki, bir şeyi arzula­dığı za­man, şeytan onun arzusuna vesvese karıştırmış olmasın. Allah şey­tanın karıştırdığını giderir, sonra Allah kendi ayetlerini pekiştirir. Allah bilendir, hakîm­dir.” (Hacc 22/52)

Kur’an âyetlerinin Resûlullâh’a Cebrail tarafından getirildiğini şu âyetlerden açık bir şekilde anlayabiliriz:

“Kur’ân değerli bir elçinin sözüdür,

Güçlü; arşın sahibi yanında itibarlı,

Orada kendisine saygı gören, güvenilir elçinin (Cebrail’in sözüdür).” (Tekvîr, 81/19-21)

Yunus Aleyhisselâm tevbe etmeseydi ne olacaktı?

Balina ve yunuslar deniz memelileri sınıfı içinde yer alırlar. Bunların birçoğu karaya çıkarak ölür. Nitekim basında bu konudaki haberler sık sık duyulur. Arama motorlarına “balina intiharları”, “karaya vuran balinalar” gibi kelimeleri aratırsanız birçok fotoğraf görebilirsiniz.

Yunus Aleyhisselâmı yutan balık, balina veya yunus balığı olmalıdır. Demek ki balık, Yunus Aleyhisselâmı dışarı atmasaydı o, balığın midesinde ölecek (Sâffât, 37/143-144), ikisi birlikte denizden dışarı atılacaklar (Kalem, 68/49) ve balığın karnı Yunus Aleyhisselâmın kabri olacaktı. İki ayet birlikte düşünülünce çıkan sonuç budur.

 

 

İnsanın eşi ve çocukları kendisinin düşmanı mıdır?

Öncelikle ayetin doğru mealini görelim:

“Ey inanıp güvenenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşmanlık edenler olur; onlara karşı dikkatli olun. Ancak kusurlarını görmez, yeni bir sayfa açar ve yaptıkları yanlışları örterseniz bilin ki Allah da sizin yanlışlarınızı örter ve ikramda bulunur.” (Teğâbun, 64/14)

Görüldüğü gibi ayette herkesin eşinin ve çocuklarının düşman olduklarından bahsedilmemektedir. Zira Allah’ın insanlara kendi cinsinden eşler yaratmasının sebebi, birbirlerine düşmanlık etmeleri değil; sevgi, şefkat ve merhamet dairesi çerçevesinde birlikte yaşayabilmeleridir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Yanlarında rahatlayasınız/huzur bulasınız diye size, kendi türünüzden eşler yaratması da Allah’ın ayetlerindendir. Aranıza sevgi ve merhamet de koymuştur. Bunda, düşünen bir topluluk için ayetler vardır.” (Rûm, 30/21)

Bir başka ayette de Allah eşlerin, çocuk ve torunların birer nimet olduklarını bildirmiştir:

“Size kendinizden eşler var eden, eşlerinizden de çocuklar ve torunlar var eden, size temiz rızıklar veren Allah’tır. Şimdi onlar, bâtıla mı inanıyorlar ve Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar?” (Nahl, 16/72)

Teğâbun sûresinin 14. ayeti, insanların bazen can evinden de vurulabileceğini, buna hazırlıklı olunması ve bu muhtemel durum karşısında nasıl davranılması gerektiğini bildirmektedir.

Kur’an’da hayatın birçok alanında imtihan gerçekleşeceğinden sıklıkla bahsedilir. İmtihan çeşitleri, örnekleri ile birlikte verilir. Teğâbun sûresi 15. ayet ile Enfâl sûresi 28. ayette mal ve evladın da birer imtihan aracı oldukları bildirilmiştir. Yani kişi bunlara karşı takınacağı tavırlar sayesinde ya imtihanı geçecek ya da başarısız olacaktır. Dünya bir imtihan yeri ve insan da imtihan için burada olduğuna göre kendi hazırlamadığı; fakat içinde bulduğu şartları en iyi şekilde değerlendirmek zorundadır.

Kişinin eşi veya çocukları kendi dini inancını paylaşmıyor ve hatta karşı çıkıyor, düşmanlık yapıyor olabilirler. Bu durumda kişiye düşen, ayette kendisine tavsiye edilen davranışları sergilemesidir. Allah Teâlâ bununla ilgili somut örnekler de vermiştir. Mesela birkaç ayette Nûh ve Lût nebîlerin kendilerine düşman olan, ihanet eden eşlerinden (Bkz: Tahrîm, 66/10) bahsedilmektedir. O ayetlerde açık bir şekilde görüleceği gibi kendileri Allah’ın nebîleri oldukları halde eşleri kendilerine düşman olmuş; ama onlar bu duruma sabredip imtihanlarını başarıyla vermişlerdir. Özellikle de Nûh Aleyhisselamın hayatı bu konuda mü’minlere en büyük örnektir. Kendisinin nebîlik süresi ile ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Nuh’u kendi halkına elçi gönderdik. Aralarında dokuzyüz elli yıl kaldı. Nihayet yanlışlar içinde oldukları bir sırada o tufan, onları alıp götürdü.” (Ankebût, 29/14)

Bu ayetin açık beyanıyla Nuh Aleyhisselam bin yıldan elli yıl eksik bir süre yani tam 950 yıl elçilik yapmıştır. Kendisine inananların sayısı hakkında on iki, seksen vs. gibi farklı rakamlar verilmektedir. Dikkatimizi çeken nokta şudur: 950 sene her türlü zorluklara, baskılara, zulümlere kısacası her türlü olumsuzluklara karşı mücadele vermiş bir nebî, en büyük darbeyi eşinden yemiştir! Tahrîm sûresinin 10. ayetinde belirtildiği gibi eşi kendisine ihanet etmiş ve cehennemliklerden olmuştur.

Sonuç olarak başta Teğâbun sûresinin 14. ayeti olmak üzere konuyla ilgili ayetler, mü’minlerin eş ve çocuklarının düşmanlıkları dâhil her türlü olumsuz şarta hazırlıklı olmaları konusunda uyarılarda bulunmakta ve böyle bir durumda nasıl davranması gerektiğini bildirmektedir.

Yahya Şenol

NOT: Nuh Aleyhisselamın kaç sene yaşadığı ile alakalı bir soru-cevap için lütfen aşağıdaki linki tıklayınız:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/nuh-aleyhisselam-gercekte-kac-yil-yasamistir.html

Allah Teâlâ niçin “ben” ifadesi yerine “biz” ifadesini kullanmıştır?

Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın birçok yerde “biz” zamirini kullanması büyüklüğünü ifade içindir. Bu, Arap dilinin bir özelliğidir. Bu şekil bir kullanım, az da olsa Türkçede de vardır. Bir kişi, bir iş başarınca “ben yaptım” yerine “biz yaptık” diyebilir. Bu ifadeden işi yapanların birden çok kişi olduğu sonucu çıkmaz.

Konuyla ilgili görüntülü cevabı izlemek için de lütfen aşağıdaki linki yıklayınız:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/bazi-ayetlerde-allah-teala-neden-kendisinden-biz-diye-bahsediyor.html

Allah Teâlâ, günah işlemesin diye Nebîmizi korudu mu?

Ayetler şöyledir:

“Seni sıkıntıya sokarak sana vahyettiğimiz şeyden, az kalsın uzaklaştıracak gibi oldular. O zaman seni elbette dost edinirlerdi.

Seni dik tutmasaydık, onlara meyledecek gibi olmuştun.” (İsrâ 17/73-74)

Sizin zihninize, “Seni dik tutmasaydık” diye meal verdiğimiz (وَلَوْلاَ أَن ثَبَّتْنَاكَ) ifadesi takılmış olmalıdır. Bu ilhamı Allah, her insana yapar. İlgili ayetler şöyledir:

“(Nefse) yaptığının kötü veya iyi olduğunu ilham edene yemin olsun ki,

Kendini geliştiren umduğunu elde eder.

Kendini pis işlere sokan da kaybeder.” (Şems 91/8-10)

Nefse isyankârlığı ve takvası ilham ediliyor.

Kötü işe yönelen biri, hem o işi yapmadan önce hem de sonra bir huzursuzluk du­yar. Buna iç sıkıntısı veya vic­dan azabı denir. İşte bu Allah’ın ilhamı, yani kişiyi uyarmasıdır.

Yusuf aley­hisselamı Züleyha’dan uzaklaştı­ran burhan da Allah’ın bu ilhamıdır. Yusuf sure­sinin 24. âyetinde şöyle buyruluyor:

“And olsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhanını gör­me­seydi o da kadına meylede­cekti…”

Yanlış bir iş karşısında insan önce irkilir, sonra ya vazgeçer ya da o işe dalar. İşte insanı irkilten, Al­lah Teâlâ’nın ilhamıdır. O işi yaptıktan sonra da iç sıkıntısı vererek kişiyi tev­beye teşvik eder.

Bu irkilmenin Müslüman olmayan insanlarda da olduğunu aşağıdaki âyetlerden anlayabi­liriz. Önce âyet­lerin ini­şine sebep olan olaya ba­kalım.

Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme eziyet eden Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ebu Süfyan, Velîd b. Muğîre, Nadr b. Hars, Ümeyye b. Ha­lef ve As b. Vail bir araya geldi ­ve dedi­ler ki, “Hac zamanında Arap he­yetleri gelip bize Muhammed hakkında soru soruyor­lar, her bi­rimiz bir başka cevap veriyo­ruz. Birimiz deli, diğerimiz kâhin, bir baş­kamız da şa­irdir di­yor. Cevapların farklı olma­sından do­layı Araplar, bunların hepsinin yanlış olduğu sonucunu çıkarıyor. Gelin, Mu­hammed’e bir tek isim ver­mek üzere anlaşalım.”

Birisi dedi ki, “O şairdir.” Velid b. Muğîre;  “Ben Ubeyd b. el-Ebras ve Ümeyye b. Ebî’s-Salt’ın şi­irlerini dinle­dim, bunun sözü on­la­rınkine benzemiyor.” dedi.

Bir başkası dedi ki, “O kâhindir.” Velid, “Kâhin kime der­ler?” diye sordu. “Bazen doğru ba­zen de yalan söyleyen kimsedir.” dediler. Velid dedi ki, “Muhammed asla yalan söylememiştir.”

Biri de “O delidir.” dedi. Velid, “Deli kime der­ler?” diye sordu. “İnsanları korkutan kişiye.” dedi­ler. Velid, “Şimdiye kadar Muhammed’le kimse kor­kutulma­mıştır.” dedi.

Sonra Velid kalktı, evine gitti. Herkes, Velid b. Mu­ğîre din değiş­tirdi, dedi. Ebu Cehil hemen onun yanına gitti ve dedi ki, “Senin neyin var? İşte Kureyş, sana yardım top­ladı. Onlar senin ihtiyaç içine düşüp dinini değiştirdiğin kanaatin­deler.” Velid dedi ki, “benim ona ihtiyacım yok, ama Muhammed hakkında dü­şündüm; o sihir­bazdır, diyorum. Çünkü sihirbaz, baba ile oğulun, kardeş ile karde­şin, karı ile kocanın arasını ayırır.”

Sonra ona sihirbaz lakabı tak­mak için an­laştılar. Çıkıp Mekke­‘de yüksek sesle ba­ğırdılar. Halk toplu haldeydi, dediler ki; “Muham­med ger­çekten sihirbazdır.” Bu söz halk arasında yankılandı. Bu Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sel­leme çok ağır geldi. Evine döndü ve üze­rini elbi­sesiyle örttü. Bunun üzerine Müddessir suresi indi (Fahrüddin er-Razî, c. VIII, s.347).

Velid b. Muğîre’nin bu kararı verir­ken iç sıkıntısı çektiği ve zorlandığı gö­rülüyor. Çünkü büyük bir isyan içindeydi. Aşağıdaki âyetler bunu ortaya koyu­yor.

“O bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası ne bi­çim ölçme biçmeydi o öyle.

Vah kahrolasıca vah, ne biçim ölçme biç­meydi o öyle.

Sonra bir bakındı.

Sonra kaşlarını çattı ve su­rat astı.

Sonra ardına döndü ve bü­yük­lük tasladı.

Hemen şöyle dedi: “Bu olsa olsa üstün bir sihir olabi­lir.

Bu olsa olsa bir insan sö­zü olabilir.” (Müddessir 74/18-25)

Bu yüzden kâfirler hep kuşku içinde olur­lar. “Kurdukları binalar, kalpleri parçalanıncaya ka­dar, içlerinde bir kuşku olarak kalmaya devam eder. ” (Tevbe 9/110) Bu kuşku, Allah’ın onlara olan merhametindendir. Kimilerinin bu sayede akılları başlarına gelir ve girdikleri yanlış yoldan vazgeçerler.

İşte Nebîmizin dik durmasını sağlayan, Allah’ın ona yaptığı ilhamdır.

Kur’an okuduktan sonra “sadakallahül azîm” demek sünnet midir?

Yaptığımız araştırmada Kur’an okuduktan sonra sadakallâhu’l-azîm demek gerektiği ile alakalı sahih veya zayıf herhangi bir hadise, sahabe ve tabiin uygulamasına kaynaklarda rastlayamadık.

Fakat Kur’an tilavetinden sonra Sâffât suresinin son 3 ayetini (Sübhâne rabbike rabbi’l-izzeti…) okumak konusunda İbn Hacer’in Netâicu’l-Efkâr adlı kitabında tabiinin ileri gelen ulemasından Şa’bî’nin, Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh’tan bir rivayetine yer verilmektedir. Hadis ilmince mürsel (senedinden bir sahabi düşen hadis) olan bu zayıf rivayete göre bir kişi bulunduğu yerden/meclisten kalkarken son olarak bu ayetleri okursa kendisine büyük ecirler verileceği vaat edilmektedir. (İbn Hacer, Netâicu’l-Efkâr, 2/306)

Baskıyla Kur’an okutmak doğru mudur?

Kur’an okumak bir ibadettir. İbadet ise niyetsiz olmaz. Niyetin yeri kalptir. Oraya kimse baskı yapamaz. Dolayısıyla hiç bir ibadet zorla yaptırılamaz. Kişilere Allah’ın ayetleri güzelce tebliğ edilir ve onlara uymaları daima tavsiye edilir. Bunun dışında yapılabilecek bir şey yoktur.