Skip to content Skip to main navigation Skip to footer

Blog

Allah bizden ne ister? Ne istemez?

Allah’ın bizlerden yapmamızı istediği davranışlar iki kısma ayrılır:

Birinci kısım: Eğer Allah kesin bağlayıcı bir üslupla bizlerden bir şey isterse buna VACİP denir. Dini literatürde vacip – Hanefiler hariç- fakihlerin çoğuna göre kesin bir delille ve kesin bir surette yapılması istenen dini yükümlülüğü ifade eder. Hanefiler ise bunu FARZ ve VACİP seklinde iki kademede ele alırlar.

İkinci kısım: MENDUPLAR. Teşvik edilen, yapılması kesin olmayan bir tarzda istenen, yani farz veya vacip olmayan davranışlardır. Bunlar da sünnet ve müstehablardır.

Allah’ın bizlerden yapmamamızı istediği davranışlar da başlıca iki kısma ayrılır:

Birinci kısım: HARAMLAR. Allah’ın kesin  ve bağlayıcı bir dille yapmamamızı emrettiği davranışlardır.

İkinci Kısım: MEKRUHLAR. Allah’ın kesin  ve bağlayıcı olmayan bir dille yapmamamızı emrettiği davranışlardır.

Farz nedir, çeşitleri nelerdir?

Yapılması dinin bir emri olan, kesin olarak gerekli olan herhangi bir göreve farz denir. Allah Teâlâ, “Namazı dosdoğru kılınız, zekatı veriniz.” (Bakara, 2/43) diye emrettiği için şartlarına uygun olarak namaz kılmak ve zekât vermek bütün Müslümanlara farzdır. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem “Namazı benden gördüğünüz gibi kılınız.” (Buharî, Ezan, 18) “Mallarının kırkta birini, her kırk dirhemden bir dirhemi zekât olarak getiriniz.” (İbn Mâce, Zekât, 4) diye emretmiştir. Bu sebeple namazı Peygamberimizden gördüğümüz gibi kılmamız ve mallarımızın kırkta birini zekât olarak vermemiz bizim için farz­dır.

Hanefî mezhebi dışındaki mezheplerde ayrıca bir “vacip” kav­ramı yoktur, farz ile vacip aynı anlamdadır. Hanefî mezhebi, kesinlik derecesine ulaşmamış bir delil ile sabit olan şeyi vacip kapsamına so­kar. Diğer mezhepler ise Hanefî mezhebinin vacip saydığı şeylerin bir kısmını farz, bir kısmını da sünnet sayarlar. Mesela namazda ta’dil-i erkân yani kıyam, rükû, sücûd gibi her rüknünü rahat bir şekilde ye­rine getirmek, bu esnada organların hareketsiz ve sakin kalmasını sağlamak Ebu Hanife’ye göre vacip, diğer mezheplere göre farzdır. Di­ğer taraftan Hanefî mezhebinde vacip olan vitir ve bayram namazları Şafiî mezhebinde sünnettir.

Farzlar, farz-ı ayn ve farz-ı kifâye kısımlarına ayrıldığı gibi farz-ı kat’î (ya da farz-ı itikadî ve amelî) ve farz-ı zannî (ya da farz-ı amelî) kısımlarına da ayrılır.

Farz-ı ayn, mükelleflerden her birinin yapması gerekli olan farzdır. Beş vakitte namaz kılmak, oruç tutmak, şeriata uygun olarak yapıl­mış sözleşmelere bağlı kalmak gibi.

Farz-ı kifâye, mükelleflerden bir kısmının yapmasıyla diğerlerin­den sorumluluğun kalktığı farzdır. Bunlar, İslâm’ın topluma yüklediği görevlerdir. Farz-ı kifâye olan bir görev, mükelleflerden bir kısmı ta­rafından yerine getirildikten sonra diğerleri sorumluluktan kurtu­lurlar. Bu görevi hiç kimse yapmazsa mükelleflerden her biri bundan sorumlu olurlar. Cenaze namazının kılınması, cihad, yargı (kaza) ve fetva işlerinin yerine getirilmesi, dini ilimlerde ve toplu­mun ihtiyaç duyduğu diğer bilim dallarında yetişmiş elemanların bir kısım sanat ve meslek erbabının bulunması ve düşmana karşı hazır­lıklı olma gibi görevler birer farz-ı kifâyedir. Bu görevleri yerine geti­renler bunun sevabını alırlar.

Farz-ı kat’î, şer’i bir delilin açık ve kesin ifadesiyle sabit olan, yani ya Kur’an-ı Kerim’in ya da Peygamberimize ait olduğu kesin olarak sabit olmuş bir hadis-i şerifin açık ifadesiyle belirlenmiş olan farzdır. Namaz, zekât ve cihad gibi. Farzın bu çeşidini inkâr etmek kişinin dinden çıkıp kâfir olmasına sebep olur. Hem itikad yani inanma ba­kımından hem de amel, yani işlenmesi bakımından farz olduğu için buna farz-ı itikadî ve farz-ı amelî de denir.

Farz-ı zannî, müçtehitlerce kat’î bir delile yakın derecede kuv­vetli görülen zannî bir delil ile sabit olan farzdır. Bu, itikad yani inanma bakımından farz-ı kat’î gibi değildir. İnkâr eden kâfir olmaz. Fakat amel yani işlenmesi bakımından farz-ı kat’î gibidir, bu sebeple farz-ı amelî adını alır. Bir ictihad sonucu ortaya çıkması bakımından farz-ı ictihadî adını da alır. Farz-ı kat’îde mezhepler arasında hiç bir ihtilaf görülemez. Ama farz-ı zannî mezheplerin ihtilaf ettikleri sa­hadadır. Mesela, abdestle ilgili ayet-i kerimde “… ve başınızı meshe­diniz. …” (Maide 5/6) buyrulduğundan abdest alırken başın meshe­dilmesi bir farz-ı kat’îdir. Bu konuda mezheplerden hiç birinin ihti­lafı yoktur. Çünkü abdest alırken başın mesh edilmesi ayet-i kerime­nin açık ifadesiyle emredilmiştir. Ancak ayette başın ne kadarının mesh edilmesi gerektiği belirtilmemiştir. Bu sebeple müçtehidler, yap­tıkları araştırma ve incelemeler sonucu kendilerince kat’î bir delile yakın derecede kuvvetli olan zannî bir delil ile başın ne kadarını mesh etmenin farz olduğuna dair içtihatlar yapmışlardır. Malikî mezhebine mensup hukukçulardan Ebubekr İbnü’l-Arabî (468/543 h. /1076/1148 m.) Ahkâm’ül-Kur’an adlı eserinde (Darü İhyâ’il-Kütübi’l-Arabiyye, 1376/1957, C. II, s.568 vd.) konuyla ilgili 11 ayrı görüş tespit etmiş ve bunların tartışmasını yapmıştır. Şafiî mezhebine göre saçın bir tek teli veya başın küçücük bir kısmı da olsa adına mesh denebile­cek herhangi bir işlemle başın mesh edilmesi yeterlidir. Malikî ve Hanbelîlere göre başın tamamının mesh edilmesi farzdır. Hanefî mezhebine göre ise farz olan, başın dörtte birinin mesh edilmesidir. Tamamının mesh edilmesi ise sünnettir.

Helal nedir, tarif eder misiniz?

Sözlükte ‘düğümü çözmek’, ‘bir şeyin serbest ve helal olması’, anlamlarına gelen ‘hall’ (الحل) mastarından türeyen helal kelimesi, ‘yapılması dinen serbest olan şey’ anlamına gelir.

Allah Teâlâ bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

“Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O’dur…” (Bakara, 2/29)

Bu ayet, yeryüzünde bulunan her şeyin insanlara mubah olduğunu gös­termektedir. Ama bunların zararlı ve pis olanlarıyla başkasının hakkı olmuş şeyler Kur’an-ı Kerim’deki diğer ayetlerle haram kılın­mıştır. İnsanların canı ile ırz ve namusu da haram kılınan şeyler­dendir. Hayatın devamı için şart olan can, mal, ırz ve namus güven­liği sağlandıktan sonra “Eşyada aslolan ibâhadır, haram olduğuna dair bir delil bulunmayan şey mubah kabul edilir.” sözü İslam hu­kukunun temel prensiplerinden olmuştur. Demek ki, aksine bir hü­küm bulunmayan her şey mubah ve helal sayılır.

Buna göre bir kimse, evine gittiği bir zat tarafından kendisine sunulan bir yiyeceği yiyebilir. “Acaba bunu helalinden kazanmış mı­dır; acaba bunun bedelini sahibine vermiş midir; yoksa bunu gasb mı etmiştir?” diye araştırması gerekmez.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir:

“Helal bellidir, haram da bellidir. Bu ikisi arasında şüpheli şeyler vardır ki, birçok kimse onu bilmez. Şüpheli şeylerden sakınan, dinini ve ırzını korumuş olur. Onları işleyen, bir korunun yakınında hayvanını güden bir çoban gibidir; yasak bölgeye düşebi­lir.” (Buhari, İman 39, Büyû’ 2; Müslim, Müsâkât 107-108)

Hadis-i şerif şöyle açıklanabilir:

Eşya üç kısımdır:

1- Helal olduğu açıkça belli olan ve bu hususta kapalı bir yanı bu­lunmayan şeyler: Ekmek, meyve, su, konuşma, yürüme gibi.

2- Haram olduğu açıkça belli olanlar: Sarhoş edici içkiler, domuz eti, ölü hay­van eti, kumar, zina ve yalancılık gibi.

3- Kendilerinde kapalılık bulunan, helal mi yoksa haram mı ol­duğu açıkça belli olmayan şeyler. Bunlar, bazı yönleriyle helal, bazı yönleriyle haram olarak değerlendirilebilecek özellikte şeylerdir. Hem helal olduklarına hem de haram olduklarına dair delil getirile­bilir. İnsanların çoğu bu gibi şeyleri gereği gibi değerlendirip bir ka­rara varamazlar. Bu konudaki kararı ancak müçtehitler verebilir. Bu sahada bulunan bir şeyi müçtehidin biri helal sayarken diğeri haram sayabilir. İçtihat yapabilecek seviyede olmayanların bu sahada bulu­nan şeylerden sakınmaları bir takva gereğidir. Hadis-i şerifte tavsiye edilen budur. Müçtehitlerden birinin kararına uyarak hareket etmek de mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ, “Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorunuz.” (Enbiya 21/7) buyurmuştur.

Haram nedir, çeşitleri nelerdir?

Haram, yapılması dinî bakımdan yasaklanan herhangi bir şeydir. İçki içmek, kumar oynamak, zina yapmak, başkasının malını haksız yere yemek gibi.

Haram olan şeylere muharremât denir. Haramı işlemeyenler se­vap, işleyenler de günah kazanırlar. Bazı durumlarda bunun dün­yevi cezası da vardır. Örneğin zina edene 100 değnek vurulur, hırsızın eli kesilir.

Haramlar liaynihî haram, ligayrihî haram kısımlarına ayrıldığı gibi haram-ı kat’î ve haram-ı zannî kısımlarına da ayrılırlar.

Liaynihî haram, yapısında bulunan bir kötülük ve zarardan do­layı yasaklanmış olan şeye denir. Ölü hayvan eti yemek, şarap içmek, kumar oynamak, zina etmek, hırsızlık yapmak ve haksız yere adam öldürmek gibi.

Bunları hiçbir mükellef işleyemez. Bu yolla hiçbir hukukî sonuç elde edilemez. Bir sözleşmeye konu olmuşlarsa sözleşme geçersiz sa­yılır. Ölü hayvan etinin ve şarabın alım satımı yapılamaz. Kumar ve hırsızlık yoluyla elde edilen mallar mevcutsa aynen, yoksa bedelinin sahibine geri verilmesi gerekir. Zina ile ne nesep ne de miras sabit olur. Zaruri durumlarda liaynihî haram kapsamına giren şeylerden bir kısmı yapılabilir. Açlıktan helak olacağından korkanlar ölü hayvan etini yiyebilirler. Boğazına tıkanmış bir şeyi gidermek için içecek başka bir şey bulamayanlar şarap içerek onu giderebilirler. Ancak bunlar, zaruret miktarıyla sınırlı olarak yapılabilirler.

Ligayrihî haram, yapısında haramlık bulunmayan; fakat başka bir sebepten dolayı haram olan şeye denir. Başkasının malını haksız yere yemek ve Cuma namazı vaktinde ezan okunurken alışveriş yapmak gibi. Başkasına ait olan bir elmayı yememizin haram olması o elmanın yapısından değil, elma sahibinin onu yememiz için bize izin vermemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Cuma vaktinde ezan okunurken yapılan alışveriş, başka zamanlarda yapılan alışve­rişlerden farklı bir yapıya sahip olduğu için haram değildir. Haram olması, Allah Teâlâ’nın o saatte alım satımı yasaklamış olmasından dolayıdır.

Haram-ı kat’î, şer’î bir delilin açık ve kesin ifadesiyle sabit olan yani ya Kur’an-ı Kerim’in bir ayetinin açık ifadesiyle ya da Peygambe­rimize ait olduğu kesin olarak sabit olmuş bir hadis-i şerifin açık ifa­desiyle belirlenmiş olan haram. İçki içmek, zina yapmak, anaya ba­baya asi olmak, kadınların aralarında ebedi evlenme yasağı olmayan erkekler karşısında mahrem yerlerini açmaları gibi. Haramın bu çe­şidini inkâr etmek kişinin dinden çıkıp kâfir olmasına sebep olur.

Haram-ı zannî, müçtehidlerce kat’î bir delile yakın derecede kuvvetli görülen zannî bir delil ile sabit olan haram. Haramın bu çe­şidi itikad yani inanma bakımından haram-ı kat’î gibi değildir. Dola­yısıyla bunu inkâr eden kâfir olmaz. Fakat amel yani işlenmemesi bakımından haram-ı kat’î gibidir. Haram-ı kat’îde mezhepler ara­sında hiçbir ihtilaf görülemez. Fakat haram-ı zannî mezheplerin ih­tilaf ettikleri sahaya girer. Bir mezhep herhangi bir şeyi bu sahaya soktuğu için haram saydığı halde diğer bir mezhep aynı şeyi helal sa­yabilir. Mesela Hanefî mezhebi kat’î bir delile yakın derecede kuv­vetli gördüğü zannî bir delile dayanarak balık şeklinde olmayan de­niz ürünlerinin yenmesini haram saymıştır. Fakat Malikî mezhebi ile Şafiî mezhebi konu ile ilgili ayet-i kerime ve hadis-i şerifin genel ifadesine bağlı kalarak bütün deniz ürünlerini helal saymışlardır. Böylece mesela karidesin yenmesi Hanefî mezhebinde haram olduğu halde Şafiî ve Malikî mezheplerinde helaldir. Fakat domuz etinin yenmesi ayet-i kerimenin açık ifadesiyle yasaklandığı için bu konuda hiçbir mezhebin farklı bir görüşü yoktur.

Edâ ehliyetini ortadan kaldıran şeyler nelerdir?

Ehliyet, sözlükte “elverişlilik” demektir. Ehliyet, fıkıh usulü terminolojisinde ikiye ayrılır:
 
1. Vücûb Ehliyeti: Haklara sahip olabilme ve borçlar altına girebilme demektir. Bu nevin ehliyetin temelini, hayatta olma özelliği teşkil eder. Onun için vücûb ehliyetine, hayatının başlangıç anından sona erme anına kadar her insan sahiptir. Yaşa, aklî melekelere ve benzeri başka özelliklere bakılmaksızın, vücûb ehliyetinin her insan için zarûrî olarak varlığı kabul edilir.
 
2. Edâ Ehliyeti: Kişinin hukûken muteber sayılacak tarzda fiiller ortaya koyabilmesi demektir. Bu nevî ehliyetin temelini ise, vücûb ehliyetinde olduğu gibi hayatta olma özelliği değil; temyîz kudretinin var olması teşkil eder. Şu halde anne karnındaki cenin için ve temyîz çağına -ki yedi yaştır- ulaşmamış küçük için edâ ehliyetinden söz edilmez.
 
Ehliyeti daraltan veya ortadan kaldıran durumlar şunlardır:
 
Cünûn (Akıl Hastalığı): Kişinin aklını ve temyîz kudretini yok eden durumdur. Bu durumun vücûb ehliyeti üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Fakat edâ ehliyetini ortadan kaldırır. Bu kişilere ibâdet vacip değildir. Bunların hiçbir hukûkî tasarrufu geçerlilik kazanmaz.
 
Bunun dışında ehliyeti daraltan veya ortadan kaldıran durumlar; ateh (akıl zayıflığı), sefeh (harcamalarda tedbirsizlik), sükr (sarhoşluk) ve ikrâh (bir kimseyi tehdit etmek suretiyle hukûken yapmakla mükellef olmadığı bir işi yapmaya zorlamak)’tır. (Zekiyyuddîn Şa’bân, İslam Hukuk İlminin Esasları, Usûlü’l-Fıkh, Terc: İbrahim Kafi Dönmez, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1996, s: 295-306.)
 
Ağır kronik psikiyatrik ve ruh hastası kimseler, eğer bu durumlarını bir nöbet şeklinde yaşıyorlarsa bu nöbet esnasında edâ ehliyetinden yoksun olurlar. Sâir zamanlarda ise diğer insanlar gibi tam ehliyet sahibidirler. Fakat her zaman bu durumda iseler edâ ehliyetinden yoksun sayılırlar.

Telif hakları konusunda herhangi bir fetva var mı?

İslam Konferansı’na bağlı İslam Fıkıh Akademisi’nin kararına göre telif, icat ve keşif hakları saklı olup, sahibi tasarruf hakkına sahiptir, o hakka saldırmak caiz değildir.

İslam Fıkıh Akademisi Beşinci Dönem Toplantısı, Karar No: 43 (5/5) üçüncü bendi, Tarih: 1998, Kuveyt, Mecelletu’l-Mecma’, Sayı: 5, c: 3, s: 2267.

Lütfen aşağıdaki linki de tıklayınız:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/korsan-kitap-yazilim-cd-ve-dvd-almak-dogru-mu.html

40 milyar kredi kartı borcum var, dayanacak gücüm yok. Ne yapacağım?

Bir daha faize girmeyeceğinize dair tevbe edin; geceleri ve her namazın secdesinde kendi dilinizle Allah’tan yardım isteyin. Asla boş durmayın, her gün iyice yoruluncaya kadar çalışın. Ayrıca malınız varsa satın yahut eşten dosttan borç bulup ve borcunuzu ödeyin.

Namaz kılamıyorum, içimden gelmiyor, ne yapmalıyım?

Şeytan, Allah’ın huzurundan kovulup kıyamete kadar yaşama izni alınca Allah’a şöyle demişti:

“Şeytan dedi ki “Madem beni aşırılığa sen sevk ettin, ben de senin doğru yolunun üstüne onlar için oturacağıma yemin ederim.

Sonra önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Göreceksin, onların çoğu sana karşı görevlerini yerine getirmeyecektir.”  (Arâf, 7/16-17)

Dolayısıyla siz, Allah’ın rızasına uygun bir şey yapmak istediğiniz zaman şeytan mutlaka harekete geçecektir. İçinize her türlü şüpheler gelecek, kâfir olduğunuzu zannedeceksiniz ve sonunda “böyle namaz olmaz!” diyerek namazı bırakacaksınız. İşte Şeytanın istediği de budur.

Aklınıza bu tür şeylerin gelmesi, şeytanı rahatsız ettiğinizi ve doğru yolda olduğunuzu gösterir.

Yapmanız gereken, ne pahasına olursa olsun ibadetlerinize devam etmektir. Çünkü biz ibadeti huzur bulmak için değil, Allah’ın emrini yerine getirmek için yaparız.  Zamanla şeytanın sizden umudu azalacak ve ibadetten zevk almaya başlayacaksınız. Ama o, hiçbir zaman yakanızı bırakmayacaktır. Bunu asla unutmayın. Bu sebeple hemen Allah’ın emrini yerine getirmeye başlayın.

Lütfen aşağıdaki linkte bulunan cevabımızı da izleyin:

www.fetva.net/ibadet-goruntulu-fetvalar/zaman-zaman-ibadetlere-karsi-isteksizlik-duymak-normal-midir.html

Allah hayırlı işlerinizde yardımcınız olsun.

Kur’an’da her şeyi bulamıyorum. Ne yapmalıyım?

Kur’an tabiat gibidir. Onun meyvesinden yer, sularından içersiniz ama ekmek yemek isterseniz buğdayını eken, biçen, temizleyen, un haline getiren, fırına taşıyan, ekmeği pişiren ve sana satan kişilere ihtiyaç duyarsınız. Bunlar ihtisas gerektiren işlerdir. Ekmeğe bakarak onun nasıl hazırlandığını anlayamazsınız. Hadisler ekmek gibidir. Onu Nebîmiz hazırlamıştır. Nasıl hazırlandığını sadece bir uzmanlar topluluğu bilebilir. Namazın nasıl kılınacağı ve kaç rekât olduğu Kur’an’da vardır; ama onu oradan çıkarıp anlamak uzmanların başarabileceği iştir. Tıpkı altın çıkarmak gibidir.

En büyük takva, Allah’ın emirlerine uymak ve yasaklarından kaçmaktır. Bizim sitelerimiz bu konuda size gereken yardımı sağlayacaktır. Lütfen www.kurandersi.com sitemizde bulunan Kur’an sohbetlerini izleyin. İstediğiniz bilgilerin birçoğuna oradan ulaşabilirsiniz. O sohbetlerden her birinin arkasında uzmanlar heyetinin çalışması vardır.

Erotik fotoğraf ve filmlere bakmamak için ne yapmalıyım?

Bundan kaçınmak istiyorsanız mümkün mertebe bilgisayardan ve özellikle de internetten uzak durmaya çalışmalısınız. İnternette olduğunuz sürece bu zaafınızı bilen Şeytan sizi sürekli dürtecek, harama baktırmaya çalışacaktır. Bu yüzden bilgisayar başında fazla zaman geçirmemeye çalışın. Bunun yerine kitap okumayı tercih edebilirsiniz. Böylece hem boş vakitlerinizi güzel bir şekilde değerlendirecek, bilginize bilgi katacak hem de harama bakmaktan uzak kalacaksınız.

Nefsine hâkim olamayıp da günaha düşmekten korkan gençlere Peygamberimiz oruç tutmalarını tavsiye etmiştir. Çünkü oruç kişiye bir güven ve otokontrol kazandırmakta, günaha karşı bir kalkan vazifesi görmektedir. Peygamberimizin bu tavsiyesini de uygulayabilirsiniz.

Bir de ibadetlerinizi aksatmadan yapmaya çalışın. Beş vakit namazı aksatmadan kılarsanız, bu sizi günahlardan koruyacak ve yine de günah işlenmesi halinde onların affına vesile olacaktır.

Son olarak size www.kurandersi.com adresinde bulunan KUR’AN SOHBETLERİNİ takip etmenizi tavsiye ederiz.

Dünya imtihanını nasıl kazanırız?

Bu dünyada çok önemli sınavlardan geçirilmekteyiz. Başarılı geçen her sınavın ardından bir mutluluk ve rahatlık duyarız. Ama bu mutluluk ve rahatlığın da kendi başına ayrı bir sınav olduğunu bilmeli, asla şımarmamalı ve gevşememeliyiz. Asıl mutluluk, cenneti kazanacak bir başarı ile hayata göz yumabilmektir. 
 
Sınavlar, başlı başına sıkıntı kaynağıdır. Yaşadığımız sürece sınavlar bitmez. Bu sebeple bu dünyada bitmez tükenmez sıkıntılar içinde yaşarız. Sıkıntının biri bitmeden bir başkası başlar. 
 
Şunu iyi bilmek gerekir ki, sınav yerini o sınavı yapan hazırlar, soruları da o sorar. İçinde bulunduğumuz ortamı biz hazırlamadık, hazır bulduk. Bunları şikâyet edeceğimiz bir makam da yoktur. Bu sebeple bu tür şikâyetler anlamsız zaman kaybından başka bir şey değildir. Bize düşen, şartlar ne olursa olsun, sınavı kazanmaktır. Bunun için muhtaç olduğumuz en önemli şey sabırdır. Çünkü öyle sınavlardan geçeriz ki, küçük bir sabırsızlık, her şeyin kaybedilmesine yol açabilir. Her bir sınavdan biraz daha olgunlaşmış olarak çıkmamız gerekir. Bunu ancak sabırlı olanlar başarabilirler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
 
“Sizi biraz korku, biraz açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz eksiltme ile yıpratıcı bir imtihandan geçireceğiz; bundan kaçış olmaz. Sen sabır gösterenlere müjde ver.
 
Onlar, başlarına bir sıkıntı gelince şöyle derler: “Biz, Allah‘a aidiz. Zaten, ona döneceğiz.”  (Bakara 2/155-157) 
 
Sabır göstermek, telaşa kapılmadan ve umutsuzluğa düşmeden kendine hâkim olmak demektir. Sıkıntılar karşısında sabırlı olmalı, birbirimize destek olmalı ve sürekli Allah’ın yardımını istemeliyiz. Şunu da bilmeliyiz ki, o yardım her istediğimiz zaman gelmez. Öyle olsa, burasının cennet olması gerekir. Bir düşünün: Hastalıktan kurtulmak için dua ediyorsunuz, hemen iyileşiyorsunuz… İşleriniz bozuluyor, duanızla hemen düzeliyor… Dua ediyorsunuz, borçlarınızı hemen ödüyorsunuz… Dualar böyle hemen kabul edilse imtihanın anlamı kalmaz. Allah, hem imtihanı yapacak, hem de dualarımızı kabul edecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
 
“Kullarım sana beni sorarlarsa, ben yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına karşılık veririm. Onlar da bana karşılık versinler. Bana güvensinler. Belki olgunlaşırlar.”  (Bakara 2/186) 
 
Bizler her isteğimizi Allah’a sunarız. Bu, doğru bir davranıştır. Ama Allah’ın da bizden istekleri vardır, onları da yerine getirmeye çalışmalıyız. Ancak o zaman, daha güçlü bir şekilde istekte bulunma hakkımız olur. 
 
Bizler, elimizdeki imkânları, kendi hakkımız sanır, elden çıkınca veya çıkma tehlikesi görülünce telaşa kapılırız. Düşünelim bir kere: Doğumumuzdan önce neyimiz vardı? Öldükten sonra elimizde bu dünyanın nesi kalacaktır? Elimizde olanları Allah vermeseydi, onların hangisine sahip olabilirdik. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
 
“Şunu bilin ki mallarınız ve evlâtlarınız sadece sizin denenmeniz içindir. Büyük karşılık Allah katındadır.” (Enfal 8/28) 
 
Yaşadığımız süre içinde karşımıza çıkan her şey sınavın bir parçasıdır. Öyle ise bize düşen tek şey, sabırlı olup başarmaya çalışmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namaz kılarak yardım isteyin. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara 2/153) 
 
Demek ki, Allah’ın yardımını alabilmenin birinci şartı sabırlı olmak, ikinci şartı da bu yardımı namaz kılarak istemektir.

Maneviyatımı yükseltmek için ne yapmam gerekiyor?

Bir ayet-i kerime’de Allah Teala şöyle buyurmuştur:  

“İman edenlerin kalpleri Allah’ın Zikri ile huzura kavuşur. Dikkat edin! Kalpler ancak Allah’ın Zikri ile huzura kavuşur.” (Ra’d, 13/28)
 
Allah’ın Zikri, Kur’an-ı Kerim’dir. Bir ayette şöyle buyurulur:

“O Zikri biz indirdik. Ne olursa olsun onu koruyacak olan da bizleriz.” (Hicr 15/9) 
 
Maneviyat kalp huzuru ile alakalıdır. Ayetlerden anlaşıldığına göre kalpler ancak ve ancak Allah’ın Zikri yani Kur’an ile huzur bulur. Bu yüzden bol bol Kur’an-ı Kerim okumalısınız. Ama anlayarak. Anlamadan okumanın size herhangi bir faydası olmaz! Allah’ın kelamını, anlamak ve yaşamak için okumak gerekir.  Bu niyetle okuduğunuzda Kur’an’ı anlamaya başlayacak ve neticesinde maneviyatınızın kuvvetlendiğini göreceksiniz Bilemediğiniz, anlayamadığınız yerleri de ilmine güvendiğiniz hocalarınıza sorup öğrenmelisiniz.

6 haftalık bir yaz kursunda küçük talebelere neler öğretilebilir?

6 hafta, pek de uzun bir süre olmamakla birlikte bu, çocuklara Kur’an’ın tanıtılması için yeterlidir. Kur’an’ın nasıl bir kitap olduğu, okunup anlaşılabilir olduğu çocuklara bizzat meal okutarak kavratılmalıdır. Yaşı küçük olan çocuklara özellikle her gün bir nebî kıssası okutmak hedefiniz olsun. Okunan kıssaları, çıkarılması gereken dersleri siz özetleyin ve çocukların anlayıp anlamadıklarını sorularınızla kontrol edin.

Kur’an’ın özeti konumundaki Fatiha sûresi ile tevhidin özeti olan İhlas sûresi‘ni manaları ile kavratmanız çocukların dini anlamaları noktasında hayati bir önem taşımaktadır. Bu konuya dikkatle eğilmenizi özellikle tavsiye ederiz.

Cemaatle irtibata geçerek her çocuğa bir meal hediye edin. Daha sonra bunu nasıl kullanacaklarını, yani nasıl istifade edeceklerini gösterin. Meallerin indeks bölümlerini kullanarak onlara birkaç ayeti arayıp bulmayı öğretin.  Bir iki dersi buna ayırıp alıştırmalar yapın. Başarılı olanları ödüllerin.

Siyer dersinde çocuklara Nebîmizi tanıtırken O’nun risaletinin yani görevinin önemli olduğunu kavratmaya çalışın. Çünkü biz Müslümanlar asırlardan beri Nebîmizin göreviyle, mücadelesiyle, ahlakıyla, örnekliğiyle yani kısaca risaleti ile değil; onun doğumuyla, doğduğu gün meydana gelen olağandışı olaylarla ve özel hayatı ile uğraşmış, onu “asla yanılmaz”, “hata yapmaz”, “beşer üstü” ve “ulaşılamaz” biri olarak görüp hayatımızdan uzaklaştırmışız. İlgili ayetler ışığında bu konu üzerinde de yoğunlaşabilirsiniz.

İbadet dersinde, çocuklara öncelikle ibadetin ne manaya geldiğini, niçin ibadet edilmesi gerektiğini, ibadetin sadece namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmekten ibaret olmadığını, hayatın her alanına hâkim olduğunu anlatın. Bunun yanı sıra başta abdest ve namaz olmak üzere dini bilgileri uygulamalı olarak gösterin. Abdest ve namaz konusunda “teorik bilgi” vermekten kaçınmanızı özellikle tavsiye ederiz. Çocuklara tek tek “abdestin farzları, sünnetleri” “namazın şartları, rükünleri” vs. gibi şeyleri ezberletmenin pek bir manası yoktur. Bunlar çocukların zihnini yorar, sıkılmalarına sebep olur. Abdestin nasıl alınacağını, namazın nasıl kılınacağını gözleri ile görüp uygulamaları yeterlidir.

Ahlak dersinde, Resûlullâh’ın ahlakının Kur’an’dan ibaret olduğunu izah edin. Kur’an’ın ahlak ilkelerini açıkladığı ayet meallerini (özellikle Hucurât sûresini, Lokman Aleyhisselamın oğluna vasiyetlerini) okutun. Çocukların ana-babalarına, büyük ve küçüklerine, arkadaşlarına, nasıl davranacaklarını yani âdâb-ı muâşeret kurallarını da kısaca hatırlatırsanız büyük bir iş başarmış olursunuz.

Yahya Şenol

İslam kültüründe tatilin anlamı nedir?

Tatil, çalışmaya belli bir süre ara verme anlamına gelir. Bir müslüman bazı işlerini belli bir süre durdurabilir. Ama bu süre içinde vaktini boş geçirmemesi, başka faydalı işlerle meşgul olması gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Her güçlüğün yanında bir kolaylık vardır. Unutma ki, o güçlüğün yanında bir kolaylık daha vardır. Öyleyse boş kalınca kalk, onun için yorul. Ve yalnız Rabbine giden yola sarıl.” (İnşirah, 94/5-8)

İbadetlerde, ailemize ve topluma karşı olan sorumluluklarımızda tatil olmaz. Tatili bir iş değişikliği, bilgi ve görgüyü artırma ve yaşanan ortamı değiştirip farklı işler yaparak dinlenme şeklinde anlayabiliriz.

İslam’da merkezden yönetilen bir çalışma hayatı olmadığı için bugünkü anlamda bir tatili İslami kaynaklarda aramak yanlış olur. Bu tatil anlayışı batıdaki sanayi devriminden sonra başlayan, insanın tabiatını, duygularını, sosyal yaşantısını ve aile ilişkilerini ters yönde etkileyen çalışma hayatının zorunlu sonucudur.

Zengin kesime göre tatil, günah işleyebilmek için hazırlanmış ortamlarda doyasıya eğlenmek, malı ve zamanı bol bol israf etmektir. Çalışan kesime göre tatil, biriktirebildiği üç beş kuruşu israf ettiği bir zaman dilimidir. Bu sebeple batıdan gelen tatil anlayışı, ne sebepleri, ne uygulama biçimi ne de sonuçları itibariyle bize uyar.

Allah Teâlâ, “Öyleyse boş kalınca kalk, onun için yorul.” diye emrettiğine göre bizim tatilimiz, yeni ve faydalı işlerin yapıldığı, malın ve zamanın israf edilmediği bir zaman dilimidir. Dinlenmek ve ibret almak için gezmek, dolaşmak, eş, dost ve akraba ziyareti faydalı işlerden sayılır.

Müslümanlar alternatif bir tatil biçimi oluşturmuşlar mıdır?

İslamî hayat, tabii hayattır. Güneş, ay ve yıldızlar yahut kalbimiz, beynimiz ve midemiz tatile çıkmadığına göre tatil hayatın bir parçası değildir. Fakat dinlenme insanın ihtiyacıdır. Değişik ortamlarda bulunmak da bir ihtiyaçtır. Bu, İslami hayatta zaten kendiliğinden oluşur.

Beş vakit namaz ve bu namazların camide kılınması, eş dost ve akraba ziyaretinin dinin bir emri olması, insana eşyadan çok değer verilmesi, Cuma ve bayram günleri zaten çalışırken bir dinlenme ortamı meydana getirirler. Ayrıca sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın sağlanmış olması, insanların birbirlerine yardımla yükümlü tutulması kişileri sosyal hayattan soyutlamadığından İslami hayatta batı hayat anlayışı gibi stres ve yorgunluk olmaz. Ayrıca Kur’an-ı Kerimde ders almak, bilgi ve tecrübe sahibi olmak için gezip dolaşılması emredildiği için bu maksatla yapılan geziler de vaktin faydalı biçimde değerlendirilmesi sayılır.

Müslüman kadınlar denize girebilirler mi?

Denizden yararlanma açısından erkeklerle kadınlar arasında hiçbir fark yoktur. Erkek de kadın da belirli ölçüler dâhilinde denize girebilirler.

Kadınlar erkeklerin olduğu bir ortamda tesettüre aykırı bir kıyafetle denize giremeyeceği gibi, erkekler de hem avret mahalleri açık bir şekilde hem de çıplak kadınlarla bir arada denize giremezler! Yani ikisi için de tesettür ve harama bakma açısından bir takım yasaklar söz konusu olmaktadır. Belirtilen kurallara riayet edildiği takdirde kadın da erkek de rahatlıkta denize girebilirler.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Mümin erkeklere söyle, bakışlarında ölçülü olsunlar ve edep yerlerini korusunlar. Onlar için nezih olan budur. Allah, yapmakta oldukları şeyin iç yüzünü bilir.

Mümin kadınlara da söyle, bakışlarında ölçülü olsunlar ve edep yerlerini korusunlar. Açıkta kalan kısım hariç, ziynetlerini /vücutlarını göstermesinler. Başörtülerinin bir kısmını da yaka açıklıklarının üzerine yerleştirsinler ” (Nur, 24/30-31)

Haşema giyerek avret bölgelerini kapatan kadın, kendi sorumluluğunu yerine getirmiş olur. Bunu yapmayan kadınlar ise sorumluluklarını yerine getirmemiş olurlar.

Kur’an-ı Kerim’de tarikatla ilgili herhangi bir ayet var mıdır?

Kur’an’da tarikat ve tasavvufla ilgili herhangi bir ayet yoktur. Ama bunların yanlış davranışlarıyla ilgili sayılamayacak kadar çok ayet vardır. Bu konuda sitemizde yayınlanan “Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış” adlı eserimizi okumanız yeterlidir.

Kimler Allah dostudur?

Her müslüman Allah’ın dostudur. Peygamberimizin herhangi bir kimseye herhangi bir yetki vermesi söz konusu olamaz. Büyücülüğün yaygınlığı, insanların dinlerinden uzaklaşması ile açıklanabilir. Büyücülük yapan kişi, Allah’ın dostu olamaz. O sadece şeytanın dostudur. (Konuyla ilgili daha fazla bilgi edinmek için Abdulaziz Bayındır’ın Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış adlı kitabının “Her Müslüman Evliyadır” bölümünü dikkatli bir şekilde okuyunuz.)

Peygamberimiz evleri ziyarete gelir mi?

Değerli Kardeşim,

Bunlar kendileri için bir dünya kuruyor ve yapı taşı olarak siz gençleri kullanıyorlar. Bunun için iki şeye ihtiyaç duyuyorlar; biri onların istediği kıvama gelmeniz, yani iyi yetişmeniz. Çünkü yeni yapı taşları bulabilmek için bunu dışa karşı propaganda malzemesi olarak kullanıyorlar. İkincisi de kayıtsız şartsız onlara teslim olmanızdır. Bu sayede onlar sizi istedikleri yerde istedikleri gibi çalıştıracaklardır.

Sizin onlara kayıtsız şartsız teslim olmanızı sağlamanın en kestirme yolu inançlarınızı istismardır. Bunun yolu hurafelerdir. Güzelim üzümlerin o lezzetli suları, ekşitilip şarap yapılınca insanı nasıl sarhoş ediyorsa İslam dininin o güzelim kural ve kavramları da tahrif edilince yani farklı alanlara çekilince sizi sarhoş etmekte ve şuursuz hale getirmektedir.

O cemaat, insanların Kur’an’ı okuyup anlamalarını asla istemez. Bunu siz yaşayarak görüyor olmalısınız. Okunan ya … …’nin ya da … …’in kitaplarıdır. Dini ana kaynaklar yerine kaynak niteliği olmayan kitaplardan öğrenince sizi din adına istedikleri tarafa çekmeleri çok kolay olmaktadır. Bu cemaatin bu konuda en çok istismar ettikleri kişi Peygamberimizdir. O Allah’ın Elçisi’dir. Gelmiş, dini tebliğ etmiş ve örnek uygulamalarıyla bize rehber olmuş ve bu dünyadan ayrılmıştır. Şimdi bunlar, dine yapacakları iftiraları, peygamberimizi rüyalarında gördüklerini söyleyerek onun ağzından yapmaktadırlar. Bu konuda İsa aleyhisselamı istismar eden Hristiyanlar gibidirler. Hristiyanlar İsa aleyhisselamın kilisede bulunduğunu söyler ve kilisenin onu temsil ettiğini insanlara anlatırlar. Bunlar da kendi cemaatlerini bir çeşit kilise gibi saydıklarından Peygamberimizin orada bulunduğunu zihinlerinize kazmaya çalışıyorlar. Böylece siz, onarlı gözünüzde büyütecek, kutsayacak ve onlara kutsal bir bağlılık içinde olacaksınız. Hristiyanlar da böyle dindarlık numaralarıyla kandırılmaktadırlar. Bunlara karşı koymanın tek yolu dini Kur’an’dan ve peygamberimizin uygulamalarından öğrenmenizdir. Bunun için bu şekilde davrandığına inandığın kişilerle birlikte olmaya çalış. Allah yardımcın olsun.