Özden uzaklaşma olunca ister istemez şekilcilik ve kalıpçılık ortaya çıkıyor. Kendi grup, cemaat veya tarikatlarını öne çıkaranlar farklılaşma ihtiyacını duyuyorlar. Bu da belli giysiler, belli kelimeler, saç, bıyık veya sakala verilen belli şekiller yahut baston, yüzük gibi belli simgelerle ortaya çıkıyor. İçlerindeki boşluğu bunlarla doldurmaya çalışmaktadırlar. Kur’an ve Sünnetin emretmediği şeyleri din namına ortaya koymayı hoş görmek mümkün değildir.
Tasavvuf-Tarikat
Her şeyden önce Allah katında Kur’an-ı Kerim’e göre sorumlu olduğumuzu bilip karşı tarafın neye dayandığını sorgulamamız gerekir.
Kur’an ve Sünnete aykırı davranışlarımız konusunda hiç kimse bizi savunamaz. Bu sebeple davranışını Kur’an ve Sünnete uygun görmediğimiz kişilerden uzaklaşmamız gerekir.
Müslümanlar olarak tek bir doğruda birleşebilmemiz için öncelikle Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’e sıkı sıkıya sarılmamız gerekiyor. Şu an müslümanların içine düştükleri sıkıntılar, Kur’an’ı hayat dışına itmekten kaynaklanmaktadır. Kur’an’ın önemini başta müslümanlar olmak üzere tüm dünyaya anlatmak da hepimizin görevidir.
Toplu zikir seansları, rabıta, şeyhten ve ölülerden istiane gibi konular dinimize sonradan giren hurafelerden ibarettirler. Bu gibi yanlışlara düşenlere öncelikle Kur’an’ın önemini ve Kur’an’a dayalı bir ilmin ne gibi olumlu gelişmelere yol açacağını tatlı bir dille anlatmamız gerekiyor. Bundan sonra tasavvuf ve tarikat gibi kurumların dinimizde hangi pozisyonda durduklarına dair açıklayıcı ve sağlam delillere dayalı bilgiler sunulması gerekir.
Bildiklerimizi uygun bir dille anlatmaktan, tebliğ etmekten başka yapacağımız bir şey yoktur. Allah Teala elçi olarak gönderdiği peygamberlere de zaten bu görevi yüklemiştir.
Biz bu gibi yanlışlara dair bitirdiğimiz çalışmaları birer kitap halinde yayınladık. (Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Kur’an Işığında Aracılık Ve Şirk) Daha da güzel çalışmalar ve hizmetler için müslüman kardeşlerimizin de elini taşın altına koymalarını bekliyoruz. Sizler de bu hizmetlerin devamı için bir şeyler yapabilirsiniz.
Allah Teala bize şah damarımızdan yakındır. Şah damarımızla aramıza giren her şey bizi öldürür. Araya koyacağınız aracı da sizin Allah ile ilişkinizi keser, yani inancınızı öldürür. Allah’ın nuru, öyle oluktan akarak gelen bir şey değildir.
Musa aleyhisselam Allah’ın cemaline bakmış değildi. Allah dağa görününce dağ yerle bir olmuş, Musa aleyhisselam da bu olay üzerine bayılmıştı.
Allah Teala, hâşâ yüksek gerilim hattı değildir, kendisine yaklaşanı çarpmaz! Hiç kimse de Allah’a karşı sigorta görevi yapamaz. Bunlar Allah’a yapılan iftiralardır.
Bu ve benzeri konular, sitemizde yer alan KUR’AN IŞIĞINDA TARİKATÇILIĞA BAKIŞ adlı kitapta incelenmiştir. Oraya bakmanızı tavsiye ederiz.
Tevbe alınmaz, tevbe edilir. Tevbe, ‘dönüş yapmak’; ‘günahı bırakıp doğru yola dönmek’ demektir. Bu konuda kişi, içten ve samimi bir şekilde Allah’a söz verir ve kendisi için yeni bir sayfa açar. O ana kadar işlediği günahlar için de Allah’tan af diler.
Tevbe etme usulü bir hocadan öğrenilebilir. Birlikte tevbe edilebilir. Kişi, tevbesine başka kimseleri şahit de tutabilir. Ama bunu “Tevbe alma” törenine çevirmek doğru değildir. Böyle bir tören, tevbeden çok Hristiyanların günah çıkarma törenlerini hatırlatıyor.
Bu, ferasettir. Ferâset, ‘ayrıntılara bakarak bir görüş, tahmin ve kavrayışla doğruyu yakalamak’ demektir (Mütercim Asım, Kamus Tercümesi. Kelime Arapça’da firâset diye seslendirilir). Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, “Müminin ferasetinden çekinin, çünkü o Allah’ın nuruyla görür.” (Tirmizî, Hicr suresinin tefsiri, 6.) buyurmuştur. Hadisi şu ayetlerle birlikte düşündüğümüzde konu iyice anlaşılabilir.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إَن تَتَّقُواْ اللّهَ يَجْعَل لَّكُمْ فُرْقَاناً وَيُكَفِّرْ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ
“Ey inananlar, eğer Allah’tan sakınırsanız o size doğruyu eğriden ayıracak bir güç verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar.” (Enfal 8/29)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَآمِنُوا بِرَسُولِهِ يُؤْتِكُمْ كِفْلَيْنِ مِن رَّحْمَتِهِ وَيَجْعَل لَّكُمْ نُوراً تَمْشُونَ بِهِ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Ey inananlar, Allah’tan sakının ve elçisine inanın ki, size rahmetinden iki pay versin, sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın ve sizi bağışlasın.” (Hadîd 57/28)
Bahsettiğiniz hadis-i kudsî şöyledir:
Allah Teâlâ buyurdu ki:
“Kulumun, farz kıldığım şeylerle bana yaklaşmasından iyisi yoktur. Kulum bana nafilelerle de yaklaşmaya devam eder. Öyle olur ki artık onu severim. Onu sevdim mi işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli ve yürüdüğü ayağı olurum. Benden isterse kesinkes veririm. Bana bir sığınsın, onu muhakkak korurum.” (Buhari, Rikâk, 38)
Bu hadis-i kudsî yukarıdaki ayetlerin bir açıklamasıdır. Her mümin bu seviyeye ulaşabilir. Bu seviyeye ulaşanın feraseti artar. Ama hiç kimse Allah’a, elçisinden fazla yaklaşamaz. Kur’an’da elçilerin gaybı bilemeyeceği açıkça belirtilmiştir. Onlarda ilm-i ledün veya ilm-i bâtın denilen şey de yoktur.
Allah’ın emir ve yasaklarına uyan kişi, emirlerin güzelliğini ve yasaklanan şeylerin kötülüğünü kavrar. Yaptıklarını şuurlu olarak yapar, izzetli ve şerefli olur. Her şeye helâller ve haramlar çerçevesinde bakacağı için kolay kolay kötü duruma düşmez. İşte esas feraset budur. Bu kişi öyle hale gelir ki, Allah’ın emrine aykırı şeylere kulağını ve gözünü kapar. Allah’ın istediği şeyleri tutar ve Allah’ın istediği tarafa yürür. “Müminin ferasetinden çekinin, çünkü o Allah’ın nuruyla görür.” hadis-i şerifini böyle anlamalıdır.
Günahkâr Müslümanlar bunları görecek durumda değillerdir. Günahtan zevk almaları, Allah’ın emirlerini yerine getirmemekten sıkılmamaları bundandır.
Feraseti de gözümüzde büyütmememiz gerekir. Bir kişinin daha faziletli olması görüşünün daha doğru olduğu anlamına gelmez. Sahabenin en faziletlisi Ebû Bekir radıyallâhu anh’tır. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, bir konuda Ebû Bekir’in görüşünü tercih etmiş, daha sonra bunun yanlış olduğu ortaya çıkmıştır.
…
Çünkü Peygamberimiz de Ebu Bekir de insandır ve faziletli olmaları yanılmalarına engel değildir. Bilgisi ve fazileti ne olursa olsun herkesin yanılabileceği düşüncesi her görüşün eleştirilebilmesi yolunu açmıştır.
(Daha geniş bilgi için bkz: Abdulaziz Bayındır, Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Süleymaniye Vakfı Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 2007, s: 146-151.)
Tarikatlarda ricâlu’l-gayb (gayb erenleri) olarak bilinen ve üçler, yediler, kırklar olarak da adlandırılanlar, kimliklerini gizlediğine inanılan ve kutup, gavs, evtâd, revâsî, nukebâ ve nucebâ adı verilen kimselerdir.
Kutup, en büyük velî bilinir. Tarikatçılara göre, erenlerin başı ve Allah’ın izniyle kâinatta tasarruf sahibidir. Yani evreni yönetmede yetki sahibidir.
Gavs, tarikatçıların darda kalınca sığındıkları ve yardım istedikleri kutuptur. Darda kalan sûfiler, “Yetiş ya Gavs!” diye gavsa sığınırlar. Gavs olarak bilinenler, esmâ ve sıfât-ı ilahî mazharı sayılırlar. Yani Allah’ın isim ve sıfatlarının onların şahsında ortaya çıktığına inanırlar. Abdülkadir Geylânî, “Gavs-ı azam = en büyük gavs” lakabıyla ünlüdür.
Revâsî “dağlar”, evtâd “direkler” anlamına gelir. Onlara göre felaket zamanında kullar evtâda, evtâd da revâsîye yönelir. Revâsîyi Kutup idare eder.
Kutuptan sonra gelen iki kişiye “imâmân” derler. Bunlardan birine “imam-ı yemîn”, diğerine “imam-ı yesâr” adı verilir. İmam-ı yemîn (sağdaki imam) kutbun hükümlerine, imam-ı yesâr (soldaki imam) da hakikatine mazhar sayılır. Yani biri kutbun kararlarını, diğeri de gerçek yönünü bilir, derler. Kutup ölünce yerine imam-ı yesâr geçer. Kutup ile iki imam, üçleri oluşturur.
Bunlardan başka, sayıları sekiz veya kırk olan “nücebâ” ile sayıları on veya üç yüz olan “nukebâ” bulunduğu ve onların insanların iç dünyalarından haberdar olduğu kabul edilir.
Bunlar, Kur’ân’ın, küfür ve şirk sayarak yasakladığı şeylerdir. Müslümanlar, namazın her rekâtında “Yalnız sana kul olur ve yalnız senden yardım isteriz” (Fatiha 1/5) diyerek zihinlerini canlı tutarlar ki, bu hale düşmesinler. (KAYNAK: Abdulaziz Bayındır, Kur’an Işığında Aracılık ve Şirk, Süleymaniye Vakfı Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2009, s: 98-99)