Skip to content Skip to main navigation Skip to footer

Tasavvuf-Tarikat

Envarul Aşıkin nasıl bir kitaptır? Hakkında bilgi verir misiniz?

Envâr’ul-Âşıkîn adlı eser Ahmed Bîcan tarafından kaleme alınmış dînî içerikli ve didaktik (öğretim amaçlı) bir eserdir. Bu eser her biri belli bir konu etrafında gelişen beş ana babdan oluşmaktadır. Genel olarak kainattaki nizam, gök ve yerdeki varlıklar, Nebilerin hayatları, mucizeleri, özellikle Hz. Muhammed’in hayatına uzunca yer verilmiş, dört halife, melekler ve görevleri, kıyamet, çeşitli ibadetler, cennet, cehennem gibi konular eserde işlenmiştir.

Eserin kaynakları arasında İncil ve Tevrat’ın bulunması, faydalanılan tefsirlerdeki bazı bilgilerin kontrolsüz olarak kullanılması, yine nakil yaparken zayıf rivayetleriyle tanınan Ka’b el-Ahbar, Vehb b. Münebbih gibi ravilerden aktarmalarda bulunması kitabın güvenilirliği açısından tartışmalara sebep olmuştur.

Ayrıca hadis konusunda da döneminde mevzu hadisleri tanıma konusundaki çalışmalar yeterli olmadığı için eserinde mevzu yani uydurma hadislere de yer vermiştir.

Sonuç olarak Envâru’l-Âşıkîn, tasavvufi bir eserdir ve içinde doğru bilgiler yer aldığı gibi yanlış bilgiler de yer almaktadır. Bu nedenle okunacaksa bunlara dikkat ederek okumak gerekmektedir.

Ayrıntılı bilgi için bkz: Mustafa Uzun, “Envaru’l-Aşıkîn”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c: 11, s: 258-260.

Vahdet-i vücûd nedir, bu inanca sahip olmanın bir sakıncası var mıdır?

Vahdet-i vücûd; ‘varlığın birliği’ ve ‘varlıkta birlik’ anlamında bir tasavvuf terimidir. Bu bağlamda Tanrı-âlem-insan ilişkilerini açıklayan düşünce sistemidir. Muhyiddin İbn Arabî tarafından sistemleştirilmiştir. Bunu İbn Arabî’nin değil öğrencilerinin sistemleştirdiğini söyleyenler de olmuştur.

Vahdet-i vücûd öğretisi Allah’ın varlığının zorunluluğu ilkesine dayanır ve varlığın “mümkün” ve “zorunlu” diye yapılan ayrımına karşı bir teoridir. Nitekim İbn Arabî’nin, “Varlık birdir, o da Hakk’ın varlığıdır.” sözü bunu göstermektedir. Genel hatlarıyla vahdet-i vücûd; Allah’ın tek varlık olduğu, evrenin Allah’ın dışlaşmış biçimi ve yansıması, Allah’ın da evrenin özü olduğu düşüncesidir. (Ayrıntı için bkz: Ekrem Demirli, “Vahdet-i Vücud”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c: 42, s: 431 vd.; Ahmet Özalp, “Vahdet-i Vücud”, Şamil İslam Ansiklopedisi, c: 8, s. 166 vd.)

Vahdet-i vücûd inancında tek varlık olarak Allah kabul edilmekte, bunun dışındaki varlıklar ise Allah’ın tezahür ve tecellisi sayılmaktadır. Oysa Allah Teala yarattığı her şeyi ayrı ve gerçek varlıklar olarak yarattığını bildirmiştir. Nitekim birçok ayette “…Göklerde ve yerde ne varsa hepsi onundur…” (Bakara, 2/255, 284; Nisâ, 4/131; Yunus, 10/155; Lokman, 31/26) buyurarak bunların gerçek ve ayrı birer varlık olduğunu söylemiştir. Bizim varlığımız da gerçek bir varlıktır. Konu ile ilgili çok sayıda ayetten ikisi şöyledir:

“Allah’ın gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları, gerçek olarak ve belirli bir süre için yarattığını kendi kendilerine düşünmezler mi? Doğrusu insanların çoğu, Rablerine kavuşacaklarını inkâr ederler.” (Rûm, 30/8)

“Allah, gökleri ve yeri bir gerçek olarak yaratmıştır. Böylece herkes kazancına göre karşılık görür. Onlara haksızlık edilmez.” (Câsiye 45/22)

Aynı zamanda O, bizlere doğru yolu göstermek için yarattığı şeylerde işaretler var etmiştir. Bir ayette şöyle buyurulmuştur:

“Biz yakında belgelerimizi, her yerde olduğu gibi, kendi üzerlerinde de göstereceğiz. Artık Kur’an’ın doğru olduğu onlarca da anlaşılsın diye. Senin Rabbinin her olana bitene tanık olması yetmez mi?” (Fussilet, 41/53)

Çevremize baktığımızda elbette Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini kavrarız; ama onları Allah’ın birer parçası veya bizzat kendisi olarak görmek yanlıştır.

Sonuç olarak vahdet-i vücûd denen ve insanı Allah’ın bir parçası sayan inanç, hiçbir şekilde kabul edilemez. Bununla ilgili görüntülü cevabımızı da aşağıdaki linkten izlemenizi tavsiye ederiz:

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/tasavvuftaki-vahdet-i-vucud-inanci-hakkinda-bilgi-verir-misiniz.html

İslam’da Üveysîlik diye bir kavram var mıdır? Varsa dindeki yeri nedir?

“Üveysî”, Veysel Karanî gibi olan demektir. Tasavvufta, bir şeyhe bağlanıp resmî sülük görmeyen; ancak Hz. Peygamber veya bir velînin ruhunun etkilemesiyle terbiye ve irşâd olanlara Üveysî denir.

Bunların Veysel Kârânî’nin adıyla anılmasının sebebi, onun Hz. Peygamberi görmemiş olmasına rağ­men, gıyaben O’nun terbiyesinden geçtiğine inanılmasıdır. (Bkz: Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, “Üveysilik” maddesi.)

Ruhlarla iletişime geçme ya da onlardan yardım isteme, onlardan terbiye ve eğitim alma anlayışı İslam’a aykırıdır. Bu anlayışın Taoizm, Budizm ve Yahudilik gibi dinlerin tesiriyle Tasavvuf’a girdiği anlaşılmaktadır.

Konuyla ilgili olarak Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış ve Kur’an Işığında Aracılık ve Şirk kitaplarımızı aşağıdaki adreslerden okuyup inceleyebilirsiniz.

www.suleymaniyevakfi.org/e-kitaplar/tarikatciliga-bakis.pdf

www.suleymaniyevakfi.org/e-kitaplar/aracilik-ve-sirk.pdf

Resûlullâh’ın ve şehitlerin ruhları Çanakkale’de savaşmışlar mıdır?

Resûlullâh aleyhissalâtu vesselâm’ın ve şehitlerin savaşlara katılması mümkün değildir. Fakat Allah Teâlâ kendi kurallarına uyan kullarının yardımına meleklerini gönderir.  Konu ile ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Siz güvenlik zaafına düşmüşken bile Allah, Bedir’de yardımıyla sizi zafere ulaştırdı. Öyleyse Allah’tan çekinerek kendinizi koruyun ki O’na karşı görevinizi yerine getiresiniz.

O gün müminlere şöyle diyordun: Allah’ın, inen üç bin melekle yardım etmesi size yetmez mi?

Yeter tabii. Ama koruma tedbirlerinizi alarak sabırlı davranırsanız onlar da bu hırsla üzerinize gelirlerse Rabbiniz size, onların peşlerini bırakmayan beş bin melekle destek verecektir.

Allah bu desteği, sadece bir zafer müjdesi olsun ve kalpleriniz yatışsın diye verir. Yoksa zafer, yalnızca Allah katındandır. O üstündür, doğru kararlar verir.” (Âl-i İmrân, 3/123-126)

“O gün Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da ‘Bir biri ardınca bin melek ile size destek veriyorum’ diye cevap vermişti.

Allah bunu size, sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz yatışsın diye yapmıştı. Yoksa zafer, sadece Allah katındandır. Allah güçlüdür, doğru kararlar verir.

O gün güven içinde sizi uykuya daldırmış, sizi arındırmak, sizden şeytanın pisliğini gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve ayaklarınızı yere sağlam bastırmak için üzerinize gökten yağmur yağdırmıştı.

O gün meleklere de şunu vahyediyordu: Ben sizinle beraberim, kâfirlerin yüreklerine korku salacağım. Siz de müminleri cesaretlendirin. Öyleyse (ey müminler!) onların boyunlarının üstüne ve parmak uçlarına vurun!” (Enfâl, 8/9-12)

Yukarıdaki ayetlerden net bir şekilde anlaşıldığına göre Allah Teâlâ melekleri, kâfirleri öldürsünler diye değil; müminler için müjde olsun ve kalpleri yatışsın diye göndermiştir. Bedir savaşında müşriklerin sayısı binden azdı. Gelen bin melek onların boyunlarına ve parmak uçlarına vursaydı hiçbir müşrik ayakta kalamazdı. Bu sebeple ayetteki “boyunlarının üstüne ve parmak uçlarına vurun” emri meleklere değil, Müslümanlara verilmiştir. Dolayısıyla melekler, mücahitler gibi elde kılıçla savaşmamış; fakat yanlarında bulunmaları sebebiyle müminlere moral, müjde ve güven sağlamışlardır.

Ayrıca “Yetiş ya Muhammed! Kitabın gidiyor.” sözü şirktir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Allah ile aranıza koyup yardım istedikleriniz de sizin gibi kullardır. Samimi iseniz seslenin de size cevap versinler. Ayakları mı var ki yürüsünler. Elleri mi var ki tutsunlar. Gözleri mi var ki görsünler. Kulakları mı var ki işitsinler. De ki: ‘Çağırın ortaklarınızı, sonra bana tuzak kurun, hiç göz açtırmayın. Benim velim, bu Kitabı indiren Allah’tır. O, iyilere velilik eder.  Allah ile aranıza koyup yardıma çağırdıklarınız size yardım etmek şöyle dursun, kendilerine bile yardım edemezler.” (A’râf, 7/194-197)

“Belki yardımları dokunur diye Allah ile aralarına ilahlar koyup onlara tutundular. Onlar, aracılar için hazır asker oldukları halde, aracıların onlara yardıma güçleri yetmez.” (Yâsin, 36/74-75)

“Kendileri için bir güç olsun diye, Allah ile aralarına koydukları ilahlara tutundular. Aksine onlar bu kişilerin kulluğunu tanımayacak ve onlarla ters düşeceklerdir.” (Meryem, 19/81-82)

Hocam siz hiç “Bütün tarikat mensupları müşriktir.” dediniz mi?

Bizim “Bütün tarikatlar müşriktir veya tasavvuf şirktir.” diye bir ifademiz olmamıştır. Bizim yaptığımız, ilgili ayetlere göre şirk kapsamına giren uygulamaları onlara anlatıp kendilerini uyarmaktır.

Etrafımıza insanları toplamak için uğraşan bir siyasi yapımız olmadığı için bu kadarla yetiniyoruz. Zaten Kur’an’ın üslubu da böyledir.

Nitekim Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış adlı kitabımızda şöyle bir bölüm vardır:

“Bizim karşı çıktığımız, sadece Kur’an’a açıkça aykırı olan şeylerdir. Eğer bunlar Hanefî, Şafiî, Mâlikî, Eş‘ârî, Maturîdî gibi herhangi bir mezhebin görüşüne aykırı olsaydı bunu gözümüzde büyütüp sert tavır ortaya koymazdık. Sahih  olmayan hadis-i şeriflere aykırı bulsaydık üzerinde durmazdık. Siz Kur‘an-ı Kerim’in çok açık ifadelerine aykırı şeyler söylüyorsunuz. Bunlar karşısında susarsak hesap gününün tek yetkilisi olan Allah’a, bunun hesabını veremeyiz.” (Abdulaziz Bayındır, Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Süleymaniye Vakfı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 2012, s: 184.)

Lütfen aşağıdaki linkte bulunan Metodumuz başlıklı açıklamamızı da okuyunuz:

www.suleymaniyevakfi.org/kurumsal/metodumuz

Âmâ bir sahabi Peygamberimizi vesile ederek mi Allah’a dua etmiştir?

Sorunuzla ilgili olarak Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış kitabımızda şu bilgiler bulunmaktadır.

ŞEYH EFENDİ – Sen vesileyi kabul etmi­yor­sun. Vesileye dair delilimiz vardır. Bir zatın göz­leri âmâ olmuştu.  Muhammed sallal­lahu aleyhi ve selleme geldi, ona dua etmesini söy­ledi. O da:

“Abdest al, iki rekât namaz kıl ve ‘Ya Rabbi! Elçini ve­sile ede­rek senden şifa istiyo­rum.’ diye dua et, buyurdu.

O şahıs bu dua ile beraber “Ya Rabbi peygambe­rini hak­kımda şefaatçi kıl.” dedi. Bu sahih ha­distir. Bu hadisi kabul etmezsen biz de seni kabul etme­yiz.

BAYINDIR– Bu hadis, Tirmîzî’de, İbn Mâce’de ve Ahmed b. Han­bel’in Müsned’inde geçer.

“Gözleri kör bir adam Muhammed sallallahu aleyhi ve sel­leme gelir ve şöyle der:

– ‘Allah’a dua et, bana şifa versin.’ Allah’ın Elçisi buyurur ki:

– ‘İstersen dua ederim, istersen durumuna sab­redersin daha iyi olur.’ Adam:

– ‘Dua et’ der.

Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ona, güzelce abdest al­masını, iki rekât namaz kılmasını ve şöyle dua etme­sini emreder:

Allah’ım! Senden istiyorum, rahmet peygam­beri Muhammed ile birlikte sana yö­neliyorum.’

– Ya Muhammed, şu ihtiyacımın görülmesi için seninle Al­lah’a yö­neldim. Ya Rabb! Onu benim hakkımda şefaatçi kıl.”[1]

“… Onu benim hakkımda şefaatçi kıl…” demek, “onun benimle ilgili duasını kabul et” demektir. Çünkü şefaat, yardımcı olmak ve istekte bulunmak için birine eşlik etmektir.[2] O,  Peygamberden, duasına eşlik etmesini istemiş, O da dua etmeye söz ve­rmiş ve onun da kendisiyle birlikte şöyle demesini istemiştir:

اللهم إني أسألك وأتوجه إليك بنبيك محمد نبي الرحمة

Allah’ım senden istiyorum, rahmet peygam­beri Muhammed ile birlikte sana yö­neliyorum.”

“Nebi” keli­mesinin başındaki bâ harf-i cerri, yanıl­tıcı olabilir. Bu harf “ilsâq” anlamı verir. İlsâq, yapış­tırmak ve bir şeyi öbürünün parçası haline getirmek demektir. Bu se­beple duanın doğru ma­nası yukarıda yazıldığı gibidir.

Aksini düşünmek şu ayete aykırı olur:

“(Ya Muhammed) De ki: Allah’ın dilemesi dışında ben ken­dime bile bir fayda ve zarar verecek durumda değilim.” (A’râf, 7/188)

KAYNAK: Abdulaziz Bayındır, Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Süleymaniye Vakfı Yayınları, 6. Baskı, İstanbul, 2010, s: 22-24.


[1] Tirmizî, Daavât, 119. Hadis no 3578. Tirmizi hadisin sonuna şu notu düşmüştür: “Bu hasen, sahih, ga­rib bir hadistir. Hadisi sadece bu vecih­ten biliyoruz, Hatmî’li Ebu Cafer hadisinden.

İbn Mace, İkâmet’us-salât (hacet namazı), 189, no 1385; Ah­med b. Hanbel, c. IV s.138.

[2]  الشفاعة: الإنضمام إلى آخر ناصرا له وسائلا عنه Rağıb el-İsfahânî, el-Müfredât, Safvân Adnan Davudî’nin tahkikiyle) Dımaşk ve Beyrut 1412/1992, ş-f-a maddesi.