İman
‘Sahip’, ‘efendi’, ‘idare eden’, ‘yetiştiren’, ‘terbiye eden’, ‘nimet veren’ gibi manaları olan Rab, Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir.
Rab, Kur’ân-ı Kerim’de Allah lafzından sonra en çok kullanılan ilahi isimdir. Hadislerde de Allah’ın isimlerinden biri olarak geçmektedir.
İslam dünyasında yaygın olan 99 Esmâ-i Hüsnâ listesi, Ebû Hureyre’den rivayetle Kütüb-ü Sitte’den sadece Tirmîzî ve İbn Mâce’de geçmektedir. Buhârî, Müslim, Nesâî ve Ahmed b. Hanbel böyle bir listeye yer vermemişlerdir.
“Birçok âlim, Ebû Hureyre hadisinin ikinci kısmındaki doksan dokuz ismin asıl metinde bulunmayıp râvi tarafından eklendiği görüşündedir. Listenin Buhârî ile Müslim’de yer almayışı da bununla açıklanmıştır. Nitekim listeye yer veren iki muhaddisten Tirmîzî’de bulunan yirmi beş isim İbn Mâce’de, onda bulunan 100 isimden yirmi altısı Tirmîzî’de mevcut değildir. İki listenin toplamı ise 125 isme çıkmaktadır.
Bununla birlikte Kur’ân’da yer aldığı halde bu iki rivayette görülmeyen isimler bulunduğu gibi aynı kökten türeyen veya ayrı kökten olmakla birlikte aynı manaya gelen isimler de listede mevcuttur (…)
Bazı âlimler meşhur hadiste bulunup da Kur’ân’da yer almadığını tespit ettikleri isimleri oradan tamamlamaya çalışmışlar, bazıları da kendilerinin koyduğu ölçüler çerçevesinde yeni tespitler yapmışlardır. İbn Hacer, Tirmizî’nin listesinde yer aldığı halde Kur’ân’da bulunmayan isim sayısını yirmi yedi olarak belirlemiş ve bunların yerine Kur’ân-ı Kerim’den aynı sayıda isim bularak yeni bir liste düzenlemiştir.” (Bekir Topaloğlu, “Esmâ-i Hüsnâ,” Diyanet İslam Ansiklopedisi, c: 11, s: 407-408; Aynı müellif, “Rab”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c: 34, s: 372)
İşte İbn Hacer’in düzenlediği bu listede Rab ismi, Esmâ-i Hüsnâ arasında yer almaktadır.
İlgili ayete tarafımızdan verilen meal şöyledir:
“Allah’ı nasıl görmezlikten gelebilirsiniz ki! Cansız haldeydiniz, size o can verdi. Sizi tekrar cansız hale getirecek, sonra yeniden can verecek ve onun huzuruna çıkarılacaksınız.” (Bakara, 2/28)
Türkçe meallere genelde “inkâr etmek” olarak çevrilen kelime, küfürdür. Küfür, Arapça’da “örtmek” anlamına gelir. Türkçe’de buna “nankörlük etmek, görmezden gelmek” denir.
Örtmek, bir şeyi göstermemek içindir. Olmayan şeyin örtülmesi ise mümkün değildir. Kâfir de aslında kendisinde olan imanı örten, gizleyen kimsedir.
Dolayısıyla bir insanın kâfir olması için Allah’ın emirlerinden bir veya birkaç tanesini kabul etmemesi, beğenmemesi veya yerinde bulmaması yeterlidir. Kâfirlik budur.
Daha geniş bilgi için lütfen aşağıdaki linkleri de tıklayınız:
www.fetva.net/yazili-fetvalar/seytan-neden-kafir-oldu.html
www.fetva.net/yazili-fetvalar/seytan-akilsiz-bir-varlik-miydi-da-allah%e2%80%99a-isyan-etti.html
İbrahim sûresi 4. ayet ve bu ayete bizim verdiğimiz meal şöyledir:
وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ فَيُضِلُّ اللَّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
“Biz, her resulü kendi toplumunun dili ile gönderdik ki onlara açık açık anlatsın. Bundan sonra Allah, sapıklığı tercih edeni sapık sayar, hidayeti tercih edeni de yoluna kabul eder. Güçlü olan o, doğru karar veren odur.” (İbrahim, 14/4)
Ayete bu meal verdikten yaklaşık 8 sene sonra İmam Mâturîdî’nin de aynı meali verdiğini büyük bir memnuniyetle tespit ettik. Hicri 333 (miladi: 944) yılında vefat etmiş olan Mâturîdî’nin İbrahim 4. ayet ile ilgili tefsiri şöyledir:
لِيُبَيِّنَ لَهُمْ فَيُضِلُّ اللَّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ : أي يضلُّ اللّهُ مَن آثر سبب الضلال و يهدي مَن آثر سبب الذي به يهتدي ، يهدي ذلك. وقال قائلون: فيضلُّ اللّهُ مَن يَشَاء وَيَهْدِي مَن يَشَاء، هذا حكم الله أن يضل المكذبين و يهدي المصدقين. لكن الوجه فيه ما ذكرنا بدءً أنه يضل من آثر سبب الضلال ويهدي من يشاء، أي من آثر سبب الإهتداء.
“Allah, dalâlet yolunu tercih edeni saptırır, hidayet yolunu tercih edeni de hidayete erdirir. Bazıları (فَيُضِلُّ اللَّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ) ayeti için “Bu, Allah’ın tekzip edenleri saptırması, tasdik edenleri de hidayete erdirmesine dair hükmüdür” demişlerdir. Fakat doğrusu, bizim dediğimizdir. Yani Allah, dalalet sebebini (yolunu) tercih edeni saptırır, hidayet sebebini (yolunu) tercih edeni de hidayete erdirir.” (Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed el-Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Thk: Hatice Boynukalın, Dâru’l-Mîzân, İstanbul, 2006, c: 7, s: 458.)
Hicri 425 yılında vefat etmiş olan Râgıp el-İsfehânî, bu ayet başta olmak üzere birçok ayette geçen “şâe” (شاء) fiiline birçok kelam âliminin “erâde” (اراد) yani istedi manası verdiklerini söylemiştir. (Bkz: Râgıp el-İsfehânî, el-Müfredât, ş-y-e mad) Demek ki, 333. yılında vefat eden ve bir kelamcı olan İmam Mâturîdî, Râgıp’ın bahsettiği kelamcılardan değilmiş. Fakat daha sonra gelen Mâturîdî kelamcılarının, İmam Mâturîdî’nin aksine bu kelimeye “irâde” yani “isteme” manası vermeleri gerçekten çok şaşırtıcı ve ibret vericidir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nca yayınlanan Kur’an mealinde ayete verilen anlam şöyledir:
“Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın. Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. O mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Diyanet Vakfı’nın ayete verdiği meal ise şöyledir:
“(Allah’ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Çünkü O, güç ve hikmet sahibidir.”
Yine Diyanet’in çıkardığı Kur’an Yolu Tefsiri’nde ayete şöyle meal verilmiştir:
“İstisnasız her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açık açık anlatsın; bundan sonra Allah dilediğini sapkınlık içerisinde bırakır, dilediğini de doğru yola iletir. O, güçlüdür, hikmet sahibidir.”
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın meali de şöyledir:
“Ve biz her gönderdiğimiz Resul’ü ancak bulunduğu kavminin diliyle gönderdik ki onlara iyi beyan etsin sonra da Allah dilediğini dalâlette bırakır, dilediğini de hidayete erdirir, ve öyle Aziz Hakim O.”
Allah dilediğini yola getirip dilediğini saptıracaksa neden elçi göndersin? Bu durumda elçinin, o toplumun dili ile açıklama yapmasının ne anlamı olur? Böyle anlamsız bir iş “doğru karar veren” Allah’a yakıştırılabilir mi? İçinde ciddi çelişkiler olan ifadeler, Allah’ın sözü olabilir mi?
Hanefiler kendilerini Mâturîdî mezhebine mensup sayarlar. Görüldüğü gibi tarih içinde mezheplerin, ciddi anlamda ana çizgiden uzaklaştırılması Kur’an meallerini bile anlamsız hale getirebilmiştir.
Bu konuyla ilgili geniş bilgi edinmek isteyenlere aşağıdaki linkte bulunan “Kur’an’da İrade, Şey ve Fıtrat” başlıklı yazımızı okumalarını tavsiye ederiz:
www.suleymaniyevakfi.org/arastirmalar/kuranda-irade-sey-ve-fitrat.html