Gayrimüslimler
İsrailoğulları, Musa Aleyhisselam önderliğinde ve Yüce Allah’ın talimatları doğrultusunda hareket ediyorlardı. Mısır’da kalmayıp başka bir beldeye göç etmelerin sebebi de Allah’ın emrinin bu yönde olmasıdır. Çünkü söz konusu beldeyi (Kudüs’ü) Yüce Allah “mukaddes” olarak ilan etmiş ve İsrailoğullarının bu mukaddes beldede yaşamalarını istemiştir. İlgili ayet şöyledir:
“Bir gün Musa halkına dedi ki: Ey halkım, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. İçinizden nebîler çıkardı ve sizi melikler (önderler) yaptı. Bu alemde kimseye vermediğini size verdi. Ey halkım! Allah’ın size verdiği şu mukaddes beldeye girin; arkanızı dönmeyin, yoksa her şeyinizi kaybedersiniz.” (Mâide, 5/20-21)
Kendilerine Kitap verilenler ve onların yiyecekleri ile ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
الْيَوْمَ أُحِلَّ لَكُمُ الطَّيِّبَاتُ وَطَعَامُ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ حِلٌّ لَكُمْ وَطَعَامُكُمْ حِلٌّ لَهُمْ
“Bugün size, temiz olan şeyler helal kılındı. Kendilerine Kitap verilmiş olanların yiyeceği size helal, sizin yiyeceğiniz de onlara helaldir…” (Mâide, 5/5)
Kur’an tefsiri ile meşgul olan ilk âlimler (müfessirler) yukarıdaki ayette yer alan “Kitap verilenler (ûtu’l-kitâb)” ifadesi ile genelde Yahudi ve Hristiyanların kastedildiğini ifade etmişlerdir. Zamanla fıkıh mezheplerinin oluşmasıyla birlikte Şâfiî ve Hanbelî mezhebi ulemâsı, kendilerine Kitap verilenlerin sadece Yahudi ve Hristiyanlar olduğunu ileri sürerlerken Hanefîler semavî bir dine inanan ve ellerinde Tevrat, Zebur, İncil, Suhuf gibi Allah Teâlâ tarafından vahyedilmiş bir Kitabı bulunan her ümmetin bu kapsamda olduğunu söylemişlerdir ki bizim de kanaatimiz bu yöndedir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
إِنَّ الَّذِينَ آَمَنُوا وَالَّذِينَ هَادُوا وَالصَّابِئِينَ وَالنَّصَارَى وَالْمَجُوسَ وَالَّذِينَ أَشْرَكُوا إِنَّ اللَّهَ يَفْصِلُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ
“Mü’min olanlar, (ayrıca) Yahudi, Sâbiî, Hristiyan, Mecusi olanlar ve bir de müşrikler var ya Allah kıyamet günü onların aralarını ayıracaktır. Allah, her şeye şahittir.” (Hac, 22/17)[1]
Görüldüğü gibi ayette insanlar;
a. Mü’minler,
b. Yahudi, Hristiyan, Sâbiî ve Mecûsîler
c. Ve müşrikler olmak üzere üç ana gruba ayrılmış ve bunlar, aralarında “ellezîne (الَّذِينَ)” atıf harfi kullanılarak –ki genel kurala göre atıf, farklılığı gerektirir- ayrı birer kategori olarak sınıflandırılmışlardır. Ayette isimleri geçen Sâbiîler ve Mecûsîler de tıpkı Yahudi ve Hristiyanlar gibi ellerinde Allah’ın Kitabı olduğuna inandıkları bir Kitaba sahip topluluklardır. Bu da ayetlerde geçen “Kitap verilenler” ifadesinin sadece Yahudi ve Hristiyanlarla sınırlı tutulmaması gerektiğini gösteren önemli bir işarettir. Zaten Allah Teâlâ insanları uyarsınlar diye gönderdiği tüm nebîlerine Kitap verdiğini bildirdiğine göre[2] Kitap verilen toplumların sadece Yahudi ve Hristiyanlardan ibaret olmaması gerekir. Nitekim Hz. Ali’nin Sâbiîleri Kitap verilen toplumlardan kabul ettiğini, Câbir b. Zeyd, İshâk b. Râhûye ve İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin Sabiîlerin; Saîd İbnü’l-Müseyyeb, Katâde, Ebû Sevr ve İbn Hazm’ın da Mecûsîlerin kestiğini mubah kabul ettiklerini belirtmekte fayda vardır. Bunun yanı sıra ünlü İslam tarihçisi Muhammed Hamidullah Budistlerin, Reşid Rıza da Brahmanist ve Konfüçyüsyanist gibi kendilerine ilahi bir Kitap verildiğini kabul eden din mensuplarının da “ûtu’l-kitâb” kapsamında olduğunu söylemişlerdir. Benzer bir şekilde “Günümüzde Güney Asya’daki bazı dinlere mensup olanları Ehl-i kitap saymak mümkündür. Dünyanın küçülmesi ve Müslümanların her yerde değişik din mensuplarıyla bir arada yaşamak zorunda kalışı, bu kabil yaklaşımları rahmete dönüştürecek bir durum arz etmektedir.” diyen çağdaş araştırmacılar da mevcuttur.[3]
Dolayısıyla yukarıda da ifade edildiği gibi ellerinde Allah’tan geldiğine inanılan bir Kitaba sahip olan her topluluk “ûtu’l-kitâb” sınıfından kabul edilmeli ve onlarla ilişkiler (yiyeceklerini yeme, kadınlarıyla evlenme vs. gibi) daima bu ilke üzerinden yürütülmelidir.
KAYNAK: Yahya Şenol, “Bize Soruyorlar”, Kitap ve Hikmet Dergisi, Ocak – Mart 2018, Sayı: 20, s. 40-41.
[1] Benzer ayetler için ayrıca bkz: Bakara, 2/62; Mâide, 5/69.
[2] İlgili ayetler için bkz: Bakara 2/136, 213; Âl-i İmrân 3/81; En’âm 6/83-89.
[3] Konu hakkında ayrıntılı bilgi ve kaynaklar için bkz: Yahya Şenol, Kur’an ve Sünnet Işığında Helal Gıda, 2. Bs., İstanbul, 2015, s. 303-317.
Tahrif konusu anlayabilmek için Kur’an’ın ilgili ayetlerini çok iyi incelemek gerekiyor. Zira sözü edilen kitaplar Allah’ın kitabı olduğu için bu konuda söz söylemesi gereken de Allah Teâlâ’dır.
Önceki kitapların bozulduğuna ve bugün bu kitapların varlığından söz edilemeyeceğine dair önceki ümmetlerin, özellikle İsrailoğulları’nın, kelimeleri tahrif ettiklerini haber veren ayetler delil getirilmektedir. İlgili ayetler incelendiğinde görülecektir ki Kur’an’da “tahrif” kavramı, metnin tahrip edilmesini ve kaybolmasını değil; kelimelerde anlam kaymaları meydana getirilmesini ifade etmektedir. Bir ayet şöyledir:
“Sözlerinden caydıkları için onları dışladık (lanetledik), kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin anlamlarını yerlerinden kaydırarak tahrif ederler. Kendilerine hatırlatılan gerçeklerden nasip almayı unuttular. Pek azı müstesna onların yaptıkları bir hainliği haber alırsın. Yine de onlara aldırma ve yeni bir sayfa aç. Allah, güzel davrananları sever.” (Mâide, 5/13)
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, tahrif kavramıyla kastedilen şeyin, kelimenin değiştirilmesi veya bozulması değil; anlamının başka yerlere çekilmesi olduğudur. Bunun pratik bir örneğini Yüce Allah Kur’an’da şöyle aktarıyor:
“Kimi Yahudiler kelimeleri başka anlamlara çekerek ‘Dinledik ve sıkı sarıldık/isyan ettik’, ‘Sana “dinle!” demek haddimize değil ama dinle!/Dinlemezsin ya, dinle!’ ve bir de ‘Bize çoban ol!’ derler. Bunu dillerini sivriltip dine saldırma maksadıyla yaparlar. Eğer bunların yerine ‘Dinledik ve içten boyun eğdik’, ‘bizi dinle!’ ve bir de ‘bizi gözet’ deselerdi elbette daha iyi ve daha doğru olurdu. Ama görmezlikte direnmeleri sebebiyle Allah onları dışladı (lanetledi). Artık onların pek azı inanıp güvenir.” (Nisâ, 4/46)
Ayetlerden anlaşılacağı üzere tahrif kavramı, kelimelerin yazılı oldukları metinleri değiştirmek için değil; kelimeleri olduğundan farklı manalara çekmek için kullanılmaktadır. Bu bakımdan ayetlerde Yahudilerin Kur’an’ı tahrif ettiklerinden de bahsedilir.
“Şimdi bunların size inanıp güvenmelerini mi bekliyorsunuz? İçlerinden birtakımı, Allah’ın sözünü (Kur’an’ı) dinler, akıllarına da yatar, sonra onu başka tarafa çekerler (tahrif ederler). Bunu, bile bile yaparlar.” (Bakara, 2/75)
Yukarıdaki ayete göre İsrailoğulları Kur’an’ı dinliyor, daha sonra ayetlerin manasını çarpıtıp insanlarda Kur’an aleyhinde yanlış algıların oluşmasını hedefliyorlardı. Böylece Kur’an ile Tevrat arasındaki tasdik ilişkisini de bozmayı amaçlıyorlardı. Buradan da anlaşılıyor ki tahrif etmek, metni değiştirmek değil; söyleneni çarpıtmaktır.
Bugün de mealler üzerinden Kur’an yoğun bir şekilde tahrife maruz kalmaktadır! Metinde olmayan şeyler -varmış gibi- meallerde insanlara sunulmaktadır. İnsanlar da bunları Allah’ın sözü zannetmektedir. Öyle ki bazen bir ayetin orijinal Arapça metni bir şey söylüyor, ancak onun meali tam tersini söylüyordur! Bir örnek vermek gerekirse:
“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınmaması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (Ahzâb, 33/59) [Meal: Abdul Metin Saruhan]
Bu mealde “tanınmaması” diye çevrilen kelimenin Arapça orijinali (ذَٰلِكَ أَدْنَىٰ أَنْ يُعْرَفْنَ) “tanınması” şeklindedir. Ancak meali yapan kişi Allah’ın söylediğinin tam tersi bir mana vermiştir. İşte Kur’an’ın tahrif dediği şey de tam olarak budur.
Kitap ehlinin, ellerinde bulunan kitapların kelimelerinde yarattığı anlam kaymaları ise bu örnekte gördüğümüzden çok daha ileri düzeydedir. Elimize herhangi bir Tevrat çevirisi alıp okuduğumuzda karşımıza çıkan aykırı ifadeler üzerinden Tevrat’ı mahkum etmek doğru değildir. İbraniceyi çok iyi bilen ekiplerle bu kitapların orijinal metinleri üzerinde ciddi çalışmalar yürütmek gerekir.
Bunun yanında şunu da ifade etmek gerekir ki Kur’an, Ehlikitabın ellerinde bulunan kitapların içerisinde, Allah kelamı olmayan bölümlerin olduğunu da haber veriyor. Bunun bir örneği şudur:
“Tuttular, Süleyman’ın iktidarı aleyhine şeytanların okudukları şeye uydular. Süleyman kâfir olmadı; ama insanlara o büyülü sözleri öğreten şeytanlar kâfir oldular …” (Bakara, 2/102)
Süleyman’ın iktidarı konusunda şeytanların okudukları iftiralar bugün elimizdeki Tevrat’ın içerisinde şöyle yer almaktadır:
“Süleyman yaşlandıkça, karıları onu başka ilahların ardınca yürümek üzere saptırdılar. Böylece Süleyman bütün yüreğini Tanrısı RAB’be adayan babası Davut gibi yaşamadı. Saydalılar’ın tanrıçası Aştoret’e ve Ammonlular’ın iğrenç ilahı Molek’e taptı. Böylece Rabbin gözünde kötü olanı yaptı, Rabbin yolunda yürüyen babası Davut gibi tam anlamıyla Rabbi izlemedi … İsrail’in Tanrısı Rab, kendisine iki kez görünüp, “Başka ilahlara tapma!” demesine karşın, Süleyman Rabbin yolundan saptı ve O’nun buyruğuna uymadı. Bu yüzden Rab Süleyman’a öfkelenerek, “Seninle yaptığım antlaşmaya ve kurallarıma bilerek uymadığın için krallığı elinden alacağım ve görevlilerinden birine vereceğim” dedi.” (1. Krallar, 11:4-11)
Tevrat nüshalarının içerisine sokulan bu gibi ifadeler, Tevrat’ın ortadan kaldırıldığı anlamına gelmez. Bir torba pirincin içine bir avuç taş atmakla pirinçler yok olmaz. Neyin pirinç, neyin taş olduğunu herkes ayırt edebilir. Doğru elek kullanıldığı takdirde taşları ayıklamak da mümkündür.
HAZIRLAYAN: Vedat Yılmaz
Benzer bir soru-cevap için lütfen aşağıdaki linki de tıklayınız:
www.fetva.net/yazili-fetvalar/tevrat-tahrif-edilmis-midir-edilmemis-midir.html