Kur’an okuyan herkes onu anlar. Fakat bu herkesin bilgisi, görgüsü, kültürü ve kapasitesi ile sınırlıdır. Bir çiftçi veya bir çoban da Kur’an’ı anlayabilir; bir doktor, bir fizikçi bir mühendis de. Ama bunların anlayabilecekleri birbirinden farklı olacaktır.
Kur’an’ı anlamak başka, ondan hüküm çıkarmak başkadır. Her müslüman Kur’an’ı anlamakla mükelleftir fakat Kur’an’dan hüküm çıkarmakla mükellef değildir. Bu, âlimlerin işidir. Âlimler de kendi kafalarına göre değil belli metotlara göre Kur’an’ı tefsir eder, ondan hüküm çıkarmaya çalışırlar.
Kur’an’ı açıklamada Kur’an’ın gösterdiği metotlar vardır. Bu metodun bir uzmanlar ekibi tarafından uygulanması gerekir. Bu ekibi oluşturanlar Kur’an’ın açıklamalarına ulaşabilirler. Bu metodu görmek için sitemizde yayımlanan bir çalışmaya aşağıdaki adresten ulaşabilirsiniz:
www.suleymaniyevakfi.org/arastirmalar/kurani-aciklamada-usul.html
Blog
Kur’an okuyan herkes onu anlar. Fakat bu herkesin bilgisi, görgüsü, kültürü ve kapasitesi ile sınırlıdır. Bir çiftçi veya bir çoban da Kur’an’ı anlayabilir; bir doktor, bir fizikçi bir mühendis de. Ama bunların anlayabilecekleri birbirinden farklı olacaktır.
Kur’an’ı anlamak başka, ondan hüküm çıkarmak başkadır. Her müslüman Kur’an’ı anlamakla mükelleftir fakat Kur’an’dan hüküm çıkarmakla mükellef değildir. Bu, âlimler topluluğunun işidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Bu, bilen bir kavim için, âyetleri Arapça okuyuş olarak açıklanmış bir kitaptır.” (Fussilet, 41/3)
Kavim; erkekler topluluğu demektir ama Kur’ân genelinde erkek ve kadınlardan oluşan toplum anlamında kullanılmıştır (Bkz: Ragıb el-İsfahânî, Müfredât, قوم mad). Kur’ân’ın Arapça olması, bunların içinde Arap dilini iyi bilenlerin olmasını gerektirir. Al-i İmran 7. âyette belirtildiği gibi bunlar sıradan uzmanlar değil; “er-râsihûne fi’l-ilm” yani ilimde derinleşmiş, sağlam bir yer edinmiş ve bazı kesin sonuçlara ulaşmış kimselerdir. İşte Kur’ân’ın içinde var olan açıklamalara, böyle bir topluluk ulaşabilir. Bu, toprağın içinde var olan madenlere ulaşmak gibi bir şeydir.
Kur’an’ın açıklamalarına ulaşmada Kur’an’ın gösterdiği yöntem vardır. Onu görmek için sitemizde yayımlanan bir çalışmaya aşağıdaki adresten ulaşabilirsiniz:
www.suleymaniyevakfi.org/arastirmalar/kurani-aciklamada-usul.html
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Araf suresinin 204. ayetinin tefsirinde şunları söylemektedir.
“Akıllı olmayandan ve cansız varlıklardan sadır olan seslere kırâat denilemeyeceği gibi, aks-i sadadan, yani sesin yankılanmasından meydana gelen işe de kırâat denilemez. Bunun içindir ki, fakihler bir kırâatin yankılanmasından hasıl olan yankının kırâat ve tilâvet sayılamayacağını ve bundan dolayı tilâvet secdesi lazım gelmeyeceğini beyan etmişlerdir. Bir kitabı sessiz olarak okumaya kırâat denilemeyeceği gibi, çalan veya çınlayan yankı yapan bir sesi dinlemek de kırâat dinlemek demek değildir. Şu halde Kur’ân okuyan bir okuyucunun sesini aksettiren bir cihazdan gelen sese de kırâat denilemez. Bu gibi sesler bir kırâat değil, bir kırâatin yankısı ve yansımasıdır, bunlara dinleme ve susma emrinin hükmü terettüp etmez. Yani dinlenilmesi ve susulması vacip olan Kur’ân, cihazda çalınan Kur’ân değil, bir insan tarafından okunan Kur’ân’dır.
Kur’an’ı okumak da dinlemek de ibadettir. Fakat ikisi de okunan Kur’an’ın anlaşılmasına bağlıdır. Anlaşılmadan salt okumanın veya dinlemenin kişiye yararlı olacağını gösteren hiçbir delil bulunmamaktadır. Zira Allah Teâlâ birçok ayette Kur’an’ın anlaşılması ve yaşanması için nâzil olduğunu haber vermiştir. Kur’an’ı okumakta veya dinlemekte amaç bu olmalıdır. Durum böyle olunca bizzat okumanın anlamaya daha yakın olduğu bir gerçektir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Bunlar Kur’an üzerinde akıl yormazlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi vardır?” (Muhammed, 47/24)
“And olsun ki, biz Kur’an’ı, üzerinde düşünülsün diye kolaylaştırdık; ama hani düşünen?” (Kamer, 54/17, 22, 32 ve 40)
Müslümanlar Kur’an üzerinde düşünmeyi asırlarca unuttular. Kur’an üzerinde akıl yorma gereği unutulunca o, ulaşılamaz, erişilemez bir kutsal sayıldı ve onu anlayamayacağımız şeklinde bir kanaat oluştu. Sonra eskilerin her şeyi hallettiği savunuldu ve yeniliklere kapılar kapandı. Nihayet Kur’an, sevap kazanmak için okunan bir kitap haline dönüştü.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Bu Kur’an, gerçekten en doğruya ve en sağlama ulaştırır.” (İsrâ, 17/9)
Kur’an, gerçekten en doğru ve en sağlam olana ulaştırır. Fakat o, anlamak için değil de sadece sevap olsun diye okunursa onunla bir yere ulaşılamaz. Böyle bir şey, tıpkı kaliteli bir balın, sırf görüntüsü ve kokusu ile yetinmeye benzer. Yenmeyen balın vücuda ne faydası olur! Müslümanlar asırlardır böyle yapmışlar ve Kur’an ile yeterince beslenememişlerdir. Geleneksel kültür kalıpları ile hurafeler iç içe girmiş, halkı hurafeler sarmıştır.
Kur’an okumada asıl maksat onu okumuş olmak değil; onu anlamak, düşünmek ve ona göre davranmaktır.
Abdullah İbn Mes’ûd şöyle demiştir: “Kur’an, ona uyulsun diye indirildi; ama insanlar tuttu, onu okumayı ibadet saydılar.”
Abdullah İbn Ömer de şöyle demiştir: “Biz Kur’an’dan evvel imanı elde etmeye çalıştığımız uzun bir dönem yaşadık. Kur’an sûre sûre nazil oluyordu. Bu sûrelerin helal ve haramını, emir ve yasaklarını öğrenirdik. Şimdi ise imandan evvel Kur’an’a yapışan, Fatiha sûresinden başlayarak sonuna kadar okuyan; fakat Kur’an’ın emri nedir, yasağı nedir ve neyin yanında durmak gerekir; katiyyen bilmeyen, okuduğu Kur’an ayetlerini çürük hurmalar gibi sağa-sola serpen nice kişiler görüyorum.”
Konu ile ilgili olarak sitemizde bulunan KUR’AN’I NASIL OKUMALIYIZ? başlıklı yazıyı okumanızı da tavsiye ederiz. Yazının linki aşağıdadır:
www.suleymaniyevakfi.org/arastirmalar/kurani-nasil-okumaliyiz.html
Kur’an, halkın diliyle inmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara iyice açıklasın.” (İbrahim, 14/4)
Halk dilinde arş, “saltanat koltuğu”, arşa istiva da “yönetimin başına geçme” anlamındadır. Türkçede de bu anlamda, “padişah tahta oturdu”, “falan kişi cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu”, gibi ifadeler kullanılır. Bunların anlamı, o kişinin o makama gelmesidir. Allah Arşa istiva etti, sözü de aynıdır. Kâinatın yönetiminin Allah’ın elinde olduğunu ifade eder.
Konuyla ilgili daha geniş bilgi için lütfen aşağıdaki linkleri de tıklayınız:
Cenab-ı Allah’ın arşa istiva etmesi ne manaya geliyor?
Kur’an’da mecaz olup olmadığına dair biraz daha bilgi verir misiniz?
Şu ayetten bahsediyor olmalısınız:
“Rabbinin hangi nimetinden şüpheye düşersiniz?”. فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكَ تَتَمَارَى (Necm 53/55)
Ayet, Allah’ın nimetleri konusunda şüpheye düşülemeyeceğini göstermektedir.
Şüphe iki türlüdür: Biri, bir araştırma sırasında ortaya çıkan şüphedir ki, kişiyi gerçeğe ulaştırır. Diğeri de gerçek belli olduktan sonra onu kabul etmeyip kendini şüpheye zorlamaktır. İşte bu, kâfirin halidir. Bununla ilgili ayetlerden bir kısmı şöyledir:
“Kendilerine o açık ayetler geldikten sonra ayrı düşen ve ihtilaf çıkaranlar gibi olmayın. Böylelerinin payına düşen büyük bir azaptır. O gün nice yüzler ak çıkar, nice yüzler de kararır. Yüzleri kararanlara şöyle denir: “Siz inandıktan sonra kâfir mi oldunuz? Öyleyse kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Yüzleri ak çıkanlar ise Allah’ın ikramı içinde olacaklardır. Onlar o ikramı sürekli göreceklerdir. İşte bunlar Allah’ın ayetleridir, bunları sana bütün gerçekliği ile okuyoruz. Allah hiç kimseye bir haksızlık yapılmasını istemez.” (Al-i İmran 3/105-108)
Lütfen aşağıdaki linki de tıklayınız:
www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/zaman-zaman-allahin-varligindan-suphe-duymak-vesvese-midir.html
İlgili ayet şöyledir:
“Allah kendine ortak koşulmasını bağışlamaz, ondan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa derin bir sapıklığa düşmüş olur.” (Nisa, 4/116)
Bu ayet, tevbe etmeyenlerle ilgilidir. Tevbe edip kendini düzeltmiş olanların günahları affedileceği gibi sevaba da çevrilecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Rahman’ın kulları… Allah ile beraber başka bir tanrıyı yardıma çağırmazlar. Haklı bir sebep yoksa Allahın dokunulmaz kıldığı canı öldürmezler; zina etmezler. Kim bunları yaparsa günaha girer. Kıyâmet günü onun azâbı katlanır ve orada itibarsız olarak sürekli kalır. Ancak tevbe eden, inanan ve iyi iş yapan başka. Allah onların kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allah bağışlar, ikram eder.” (Furkan 25/68-70)
“Allah ile beraber başka bir tanrıyı yardıma çağırmazlar” ifadesi, şirke düşmezler demek olduğundan ayetin devamı şirkten tevbeyi de içermektedir.
Şu âyet de yukarıdaki anlamı teyit etmektedir.
“De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Zümer, 39/53)
Zikir, kafaya yerleştirilip kullanıma hazır tutulan bilgidir. Onu akla ve dile getirmeye de zikir denir. (Ragıb el-İsfahânî, Müfredât, ذ كر mad.)
Kafalara yerleşip kullanıma hazır tutulacak asıl bilgi, Allah’ın Kitabında olandır. Bu sebeple ilâhî kitapların ortak adı Zikir’dir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
أَلَا بِذِكْرِ اللَّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ.
“Bilin ki, kalplerin yatışıp rahatlaması Allah’ın zikri ile olur.” (Ra’d, 13/28)
Bunlar, Allah’ın indirdiği kitaplardır. Bir de Allah’ın yarattığı kitap, yani varlıklar âlemi vardır. Orada gözlemlenen şeyler de birer âyettir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
سَنُرِيهِمْ آَيَاتِنَا فِي الْآَفَاقِ وَفِي أَنْفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ.
“Biz onlara âyetlerimizi, hem çevrelerinde hem de kendi içlerinde göstereceğiz; sonunda onun gerçek olduğu onlar açısından iyice anlaşılacaktır.” (Fussilet, 41/53)
Varlıklar âleminden elde edilen doğru bilgiler de zikirdir. Bunlarla Allah’ın kitabı arasında tam bir uyum bulunur.
Allah’ın elçileri insanları tezekküre çağırmışlardır. Tezekkür, insanların zihninde var olan bilgiyi harekete geçirme yani hatırlatmadır. Resûllerin görevi ise tezkîr, yani hatırlatmadır (Ğaşiye 88/21). İbrahim aleyhisselam, puta tapanlara “tezekkür etmez misiniz?” (En’âm 6/80) derken “çevrenizden edindiğiniz bilgilerle benim sözlerimi karşılaştırıp yaptığınız yanlışı görmez misiniz?” demiş olmaktadır. Bu, onları iç muhasebesi yapmaya çağırmadır.
Bu sebeple zikir, “evrensel niteliği olan doğru bilgi” demektir. Allah’ın kitabı bu vasıftadır.
Besmelenin bu şekilde tercüme edilmeye başlanması Batı’nın tesiri iledir. Besmele bu şekilde tercüme edilemez. Çünkü hiç kimse Allah adına iş yapamaz, buna kimsenin yetkisi yoktur. Allah’ın adıyla iş yapmak başkadır, Allah adına iş yapmak başka! İkisi aynı şeyler değildir. Besmele’nin bizce en doğru tercümesi şöyledir: “İyiliği sonsuz, ikramı bol Allah’ın adıyla.” Bununla ilgili olarak Kur’an Işığında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar kitabımızın ilgili bölümünü aşağıya alıntılıyoruz:
“Besmele diye bilinen “Bismillahirrahmanirrahim“, Türkçeye farklı şekillerde tercüme edilmiştir. Fark, Rahmân ve Rahîm kelimelerinden kaynaklanmaktadır. Bunlar rahmet kökünden türetilmiştir. Rahmet, iyilik ve ikramı gerektiren incelik anlamınadır. Ama bazen yalnız incelik, bazen de yalnız iyilik ve ikram anlamında kullanılır. Allah’ın özelliği olarak kullanılınca sadece iyilik ve ikram anlamı kast edilir. (Ragıb el-İsfahânî, Müfredât, رحم mad.)
Rahmân, “rahmeti her şeyi kuşatan” demektir. Bu özellik Allah’tan başkasında olmaz. Rahîm ise “rahmeti bol” demektir. Rahmet bolluğu Allah’ın dışındaki varlıklarda da olabilir. Bu sebeple rahîm sıfatı Kur’ân’da Peygamberimiz için de kullanılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Size kendi içinizden bir elçi geldi. Sizi sıkıntıya sokan her şey onu da sıkar. O size pek düşkündür. Müminlere karşı çok şefkatli ve rahimdîr.” (Tevbe 9/128)
“Rahmân“ı Türkçeye “iyiliği sonsuz” diye çevirdik. Çünkü Allah’tan başka kimsenin iyiliği sonsuz olamaz. “Rahim“i de “ikramı bol” diye çevirdik. Çünkü bu özellik insanlarda da olabilir. Sonunda Besmelenin Türkçe tercümesi şöyle oldu:
“İyiliği sonsuz, ikramı bol Allah’ın adıyla”
Bize göre bu tercüme en doğru tercümedir.” (Abdulaziz Bayındır, Kur’an Işığında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar, Süleymaniye Vakfı Yayınları, 2. Bs., İstanbul, 2007, s: 33-34)
www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/iyiligi-sonsuz-olan-allahin-ikrami-da-sonsuz-olmaz-mi.html
Resûlullâh’a (sallallahu aleyhi ve sellem) Kur’an ayetleri, Cebrail Aleyhisselâm tarafından uyku halinde iken getirilmemiştir. Allah Teâlâ, rüyada her insana açık veya simgeler halinde bazı şeyler gösterebilir. Nitekim Yusuf sûresi’nde hem Yusuf Aleyhisselâmın hem onunla hapiste olan iki kişinin ve hem de kralın rüyası yer alır. Ama Allah, Elçilerine vahyi bu şekilde göndermez. Allah Teâlâ, vahiy gönderme biçimini şöyle bildirir:
“Bütün gizli bilgileri (gaybı) bilen O’dur. O, gaybını kimseye açmaz;
Uygun bulduğu bir elçi olursa başka. Onun da önüne ve arkasına gözcüler diker.
O elçi bilsin ki Rabbi tarafından gönderilenleri, melekler ona tam olarak ulaştırmış, o da onlarda olanın hepsini almış ve her şeyi tek tek kavramıştır.” (Cin, 72/26-28)
Bazı tefsirlerde En’âm sûresinin inişi ile ilgili Enes b. Malik’ten gelen şöyle bir rivayetten söz edilir:
“Allah’ın Elçisi dedi ki: Kur’ân’dan En’âm sûresinin dışında bir sûre bana toptan inmedi. Şeytanlar bu sûre için toplandıkları kadar hiçbir sure için toplanmamışlardı. Bu sûre bana, Cebrail ile birlikte elli bin melekle gönderildi. Bunu kuşatmışlar, bir düğün debdebesiyle getirdiler.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İst. 1936, c. 2, s. 1861-1862)
Elçinin, kendine gelenin melek olduğuna ve söylediği söze şeytan vesvesesi karışmadığına güvenmesi gerekir. Vahiy esnasında elçinin etrafına melekler dizilmesi bundandır. Çünkü Allah’ın elçilerine şeytan da gelebilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Senden önce gönderdiğimiz bir tek nebî ve elçi yoktur ki, bir şeyi arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna vesvese karıştırmış olmasın. Allah şeytanın karıştırdığını giderir, sonra Allah kendi ayetlerini pekiştirir. Allah bilendir, hakîmdir.” (Hacc 22/52)
Kur’an âyetlerinin Resûlullâh’a Cebrail tarafından getirildiğini şu âyetlerden açık bir şekilde anlayabiliriz:
“Kur’ân değerli bir elçinin sözüdür,
Güçlü; arşın sahibi yanında itibarlı,
Orada kendisine saygı gören, güvenilir elçinin (Cebrail’in sözüdür).” (Tekvîr, 81/19-21)
Balina ve yunuslar deniz memelileri sınıfı içinde yer alırlar. Bunların birçoğu karaya çıkarak ölür. Nitekim basında bu konudaki haberler sık sık duyulur. Arama motorlarına “balina intiharları”, “karaya vuran balinalar” gibi kelimeleri aratırsanız birçok fotoğraf görebilirsiniz.
Yunus Aleyhisselâmı yutan balık, balina veya yunus balığı olmalıdır. Demek ki balık, Yunus Aleyhisselâmı dışarı atmasaydı o, balığın midesinde ölecek (Sâffât, 37/143-144), ikisi birlikte denizden dışarı atılacaklar (Kalem, 68/49) ve balığın karnı Yunus Aleyhisselâmın kabri olacaktı. İki ayet birlikte düşünülünce çıkan sonuç budur.
Allah Teala, Tevbe suresinde şöyle buyurmaktadır:
“Gökleri ve yeri yarattığı gün, Allah’ın Kitabında olan şudur: Allah katında ayların sayısı on ikidir; bunlardan dördü haram aylardır. İşte doğru hesap budur. Öyleyse siz bu aylarda kendinizi kötü duruma düşürmeyin. O müşrikler nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekûn savaşın. Bilin ki, Allah korunanlarla beraberdir.” (Tevbe, 9/36)
Bu ayete göre dünya yaratıldığı andan beri 1 yıl, 12 aydan oluşmaktadır. Dolayısıyla Nuh aleyhisselamın yaşadığı zaman 950 ay değil, ayette açık bir şekilde belirtildiği gibi 950 yıldır. Bizi Sümerler ile ilgili bilgi değil; Allah’ın sözleri bağlar.
Bununla ilgili görüntülü cevabımızı aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz:
www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/hz-nuh-gercekten-de-950-seneden-fazla-mi-yasamistir.html
Kur’an’daki Zülkarneyn’in, Büyük İskender, Himyerli Ebû Karib Sammar, Merzubân b. Merdubâ el-Yunânî, eş-Şa’b b. Yezen el-Himyerî ve Hermes, hatta bir melek olduğu rivayet edilmiştir. Zülkarneyn’in Büyük İskender olduğuna dair İslami kaynaklarda oldukça yaygın rivayetler vardır.
Kur’an’da söz konusu edilen Zülkarneyn, gerek özellikleri ve gerekse fethettiği bölgelerin özellikleri sebebiyle çivi yazılı tabletlerde benzer ifadelerle anılan ve iki boynuzlu miğferi ile kabartma resimleri bulunan Akad kralı Naram-Sin, Akad kralı Sargon’un oğlu veya torunudur. 2230-2174 yılları arasında 56 yıl veya 2254-2218 yılları arasında 37 yıl hüküm sürmüş, imparatorluğun sınırlarını dört yönde genişleterek Mezopotamya, İran’ın batı kısımları (Kuzistan), Arabistan’ın kuzey yarısı (veya tamamı), Mısır, Filistin, Lübnan, Suriye, Güney ve Güneydoğu Anadolu, Kıbrıs ve Bahreyn’i fethetmiştir. Naram-Sin’in çok üzün müddet hüküm sürmesi, çok ülkeyi fethetmesi yanında diğer bir önemli özelliği de putperest mabetleri yıkarak, tanrı heykellerini parçalamasıdır. Bu da, Zülkarneyn’in Kur’an’da belirtilen muvahhid oluşuna uymaktadır.
İbn Kesir, Kur’an’da zikredilen Zülkarneyn’in İskender olduğunu düşünenlerin büyük hata işlediklerini belirtir. Ona göre Zülkarneyn, salih bir melik (kral), aynı zamanda nebidir. Hâlbuki İskender müşriktir.
Zülkarneyn’in peygamber mi yoksa veli mi olduğu tartışmalıdır. Hz. Ali, Zülkarneyn’in salih bir kul olduğunu, Allah’ı sevdiğini ve Allah tarafından sevildiğini ifade etmiştir. (Ömer Faruk Harman, “Zülkarneyn (Hz.)”, İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İlmi Müşavir: İbrahim Kafi Dönmez, İfav Yay. İstanbul, 1997, c: 4, s: 598-599)
Konu ile ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Siz güvenlik zaafına düşmüşken bile Allah, Bedir’de yardımıyla sizi zafere ulaştırdı. Öyleyse Allah’tan çekinerek kendinizi koruyun ki O’na karşı görevinizi yerine getiresiniz.
O gün müminlere şöyle diyordun: Allah’ın, inen üç bin melekle yardım etmesi size yetmez mi?
Yeter tabii. Ama koruma tedbirlerinizi alarak sabırlı davranırsanız onlar da bu hırsla üzerinize gelirlerse Rabbiniz size, onların peşlerini bırakmayan beş bin melekle destek verecektir.
Allah bu desteği, sadece bir zafer müjdesi olsun ve kalpleriniz yatışsın diye verir. Yoksa zafer, yalnızca Allah katındandır. O üstündür, doğru kararlar verir.” (Âl-i İmrân, 3/123-126)
“O gün Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da ‘Bir biri ardınca bin melek ile size destek veriyorum’ diye cevap vermişti.
Allah bunu size, sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz yatışsın diye yapmıştı. Yoksa zafer, sadece Allah katındandır. Allah güçlüdür, doğru kararlar verir.
O gün güven içinde sizi uykuya daldırmış, sizi arındırmak, sizden şeytanın pisliğini gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve ayaklarınızı yere sağlam bastırmak için üzerinize gökten yağmur yağdırmıştı.
O gün meleklere de şunu vahyediyordu: Ben sizinle beraberim, kâfirlerin yüreklerine korku salacağım. Siz de müminleri cesaretlendirin. Öyleyse (ey müminler!) onların boyunlarının üstüne ve parmak uçlarına vurun!” (Enfâl, 8/9-12)
Yukarıdaki ayetlerden net bir şekilde anlaşıldığına göre Allah Teâlâ melekleri, kâfirleri öldürsünler diye değil; müminler için müjde olsun ve kalpleri yatışsın diye göndermiştir. Bedir savaşında müşriklerin sayısı binden azdı. Gelen bin melek onların boyunlarına ve parmak uçlarına vursaydı hiçbir müşrik ayakta kalamazdı. Bu sebeple ayetteki “boyunlarının üstüne ve parmak uçlarına vurun” emri meleklere değil, Müslümanlara verilmiştir. Dolayısıyla melekler, mücahitler gibi elde kılıçla savaşmamış; fakat yanlarında bulunmaları sebebiyle müminlere moral, müjde ve güven sağlamışlardır.
Öncelikle ayetin doğru mealini görelim:
“Ey inanıp güvenenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşmanlık edenler olur; onlara karşı dikkatli olun. Ancak kusurlarını görmez, yeni bir sayfa açar ve yaptıkları yanlışları örterseniz bilin ki Allah da sizin yanlışlarınızı örter ve ikramda bulunur.” (Teğâbun, 64/14)
Görüldüğü gibi ayette herkesin eşinin ve çocuklarının düşman olduklarından bahsedilmemektedir. Zira Allah’ın insanlara kendi cinsinden eşler yaratmasının sebebi, birbirlerine düşmanlık etmeleri değil; sevgi, şefkat ve merhamet dairesi çerçevesinde birlikte yaşayabilmeleridir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Yanlarında rahatlayasınız/huzur bulasınız diye size, kendi türünüzden eşler yaratması da Allah’ın ayetlerindendir. Aranıza sevgi ve merhamet de koymuştur. Bunda, düşünen bir topluluk için ayetler vardır.” (Rûm, 30/21)
Bir başka ayette de Allah eşlerin, çocuk ve torunların birer nimet olduklarını bildirmiştir:
“Size kendinizden eşler var eden, eşlerinizden de çocuklar ve torunlar var eden, size temiz rızıklar veren Allah’tır. Şimdi onlar, bâtıla mı inanıyorlar ve Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar?” (Nahl, 16/72)
Teğâbun sûresinin 14. ayeti, insanların bazen can evinden de vurulabileceğini, buna hazırlıklı olunması ve bu muhtemel durum karşısında nasıl davranılması gerektiğini bildirmektedir.
Kur’an’da hayatın birçok alanında imtihan gerçekleşeceğinden sıklıkla bahsedilir. İmtihan çeşitleri, örnekleri ile birlikte verilir. Teğâbun sûresi 15. ayet ile Enfâl sûresi 28. ayette mal ve evladın da birer imtihan aracı oldukları bildirilmiştir. Yani kişi bunlara karşı takınacağı tavırlar sayesinde ya imtihanı geçecek ya da başarısız olacaktır. Dünya bir imtihan yeri ve insan da imtihan için burada olduğuna göre kendi hazırlamadığı; fakat içinde bulduğu şartları en iyi şekilde değerlendirmek zorundadır.
Kişinin eşi veya çocukları kendi dini inancını paylaşmıyor ve hatta karşı çıkıyor, düşmanlık yapıyor olabilirler. Bu durumda kişiye düşen, ayette kendisine tavsiye edilen davranışları sergilemesidir. Allah Teâlâ bununla ilgili somut örnekler de vermiştir. Mesela birkaç ayette Nûh ve Lût nebîlerin kendilerine düşman olan, ihanet eden eşlerinden (Bkz: Tahrîm, 66/10) bahsedilmektedir. O ayetlerde açık bir şekilde görüleceği gibi kendileri Allah’ın nebîleri oldukları halde eşleri kendilerine düşman olmuş; ama onlar bu duruma sabredip imtihanlarını başarıyla vermişlerdir. Özellikle de Nûh Aleyhisselamın hayatı bu konuda mü’minlere en büyük örnektir. Kendisinin nebîlik süresi ile ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Nuh’u kendi halkına elçi gönderdik. Aralarında dokuzyüz elli yıl kaldı. Nihayet yanlışlar içinde oldukları bir sırada o tufan, onları alıp götürdü.” (Ankebût, 29/14)
Bu ayetin açık beyanıyla Nuh Aleyhisselam bin yıldan elli yıl eksik bir süre yani tam 950 yıl elçilik yapmıştır. Kendisine inananların sayısı hakkında on iki, seksen vs. gibi farklı rakamlar verilmektedir. Dikkatimizi çeken nokta şudur: 950 sene her türlü zorluklara, baskılara, zulümlere kısacası her türlü olumsuzluklara karşı mücadele vermiş bir nebî, en büyük darbeyi eşinden yemiştir! Tahrîm sûresinin 10. ayetinde belirtildiği gibi eşi kendisine ihanet etmiş ve cehennemliklerden olmuştur.
Sonuç olarak başta Teğâbun sûresinin 14. ayeti olmak üzere konuyla ilgili ayetler, mü’minlerin eş ve çocuklarının düşmanlıkları dâhil her türlü olumsuz şarta hazırlıklı olmaları konusunda uyarılarda bulunmakta ve böyle bir durumda nasıl davranması gerektiğini bildirmektedir.
Yahya Şenol
NOT: Nuh Aleyhisselamın kaç sene yaşadığı ile alakalı bir soru-cevap için lütfen aşağıdaki linki tıklayınız:
www.fetva.net/yazili-fetvalar/nuh-aleyhisselam-gercekte-kac-yil-yasamistir.html
Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın birçok yerde “biz” zamirini kullanması büyüklüğünü ifade içindir. Bu, Arap dilinin bir özelliğidir. Bu şekil bir kullanım, az da olsa Türkçede de vardır. Bir kişi, bir iş başarınca “ben yaptım” yerine “biz yaptık” diyebilir. Bu ifadeden işi yapanların birden çok kişi olduğu sonucu çıkmaz.
Konuyla ilgili görüntülü cevabı izlemek için de lütfen aşağıdaki linki yıklayınız:
Ayetler şöyledir:
“Seni sıkıntıya sokarak sana vahyettiğimiz şeyden, az kalsın uzaklaştıracak gibi oldular. O zaman seni elbette dost edinirlerdi.
Seni dik tutmasaydık, onlara meyledecek gibi olmuştun.” (İsrâ 17/73-74)
Sizin zihninize, “Seni dik tutmasaydık” diye meal verdiğimiz (وَلَوْلاَ أَن ثَبَّتْنَاكَ) ifadesi takılmış olmalıdır. Bu ilhamı Allah, her insana yapar. İlgili ayetler şöyledir:
“(Nefse) yaptığının kötü veya iyi olduğunu ilham edene yemin olsun ki,
Kendini geliştiren umduğunu elde eder.
Kendini pis işlere sokan da kaybeder.” (Şems 91/8-10)
Nefse isyankârlığı ve takvası ilham ediliyor.
Kötü işe yönelen biri, hem o işi yapmadan önce hem de sonra bir huzursuzluk duyar. Buna iç sıkıntısı veya vicdan azabı denir. İşte bu Allah’ın ilhamı, yani kişiyi uyarmasıdır.
Yusuf aleyhisselamı Züleyha’dan uzaklaştıran burhan da Allah’ın bu ilhamıdır. Yusuf suresinin 24. âyetinde şöyle buyruluyor:
“And olsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhanını görmeseydi o da kadına meyledecekti…”
Yanlış bir iş karşısında insan önce irkilir, sonra ya vazgeçer ya da o işe dalar. İşte insanı irkilten, Allah Teâlâ’nın ilhamıdır. O işi yaptıktan sonra da iç sıkıntısı vererek kişiyi tevbeye teşvik eder.
Bu irkilmenin Müslüman olmayan insanlarda da olduğunu aşağıdaki âyetlerden anlayabiliriz. Önce âyetlerin inişine sebep olan olaya bakalım.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme eziyet eden Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ebu Süfyan, Velîd b. Muğîre, Nadr b. Hars, Ümeyye b. Halef ve As b. Vail bir araya geldi ve dediler ki, “Hac zamanında Arap heyetleri gelip bize Muhammed hakkında soru soruyorlar, her birimiz bir başka cevap veriyoruz. Birimiz deli, diğerimiz kâhin, bir başkamız da şairdir diyor. Cevapların farklı olmasından dolayı Araplar, bunların hepsinin yanlış olduğu sonucunu çıkarıyor. Gelin, Muhammed’e bir tek isim vermek üzere anlaşalım.”
Birisi dedi ki, “O şairdir.” Velid b. Muğîre; “Ben Ubeyd b. el-Ebras ve Ümeyye b. Ebî’s-Salt’ın şiirlerini dinledim, bunun sözü onlarınkine benzemiyor.” dedi.
Bir başkası dedi ki, “O kâhindir.” Velid, “Kâhin kime derler?” diye sordu. “Bazen doğru bazen de yalan söyleyen kimsedir.” dediler. Velid dedi ki, “Muhammed asla yalan söylememiştir.”
Biri de “O delidir.” dedi. Velid, “Deli kime derler?” diye sordu. “İnsanları korkutan kişiye.” dediler. Velid, “Şimdiye kadar Muhammed’le kimse korkutulmamıştır.” dedi.
Sonra Velid kalktı, evine gitti. Herkes, Velid b. Muğîre din değiştirdi, dedi. Ebu Cehil hemen onun yanına gitti ve dedi ki, “Senin neyin var? İşte Kureyş, sana yardım topladı. Onlar senin ihtiyaç içine düşüp dinini değiştirdiğin kanaatindeler.” Velid dedi ki, “benim ona ihtiyacım yok, ama Muhammed hakkında düşündüm; o sihirbazdır, diyorum. Çünkü sihirbaz, baba ile oğulun, kardeş ile kardeşin, karı ile kocanın arasını ayırır.”
Sonra ona sihirbaz lakabı takmak için anlaştılar. Çıkıp Mekke‘de yüksek sesle bağırdılar. Halk toplu haldeydi, dediler ki; “Muhammed gerçekten sihirbazdır.” Bu söz halk arasında yankılandı. Bu Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve selleme çok ağır geldi. Evine döndü ve üzerini elbisesiyle örttü. Bunun üzerine Müddessir suresi indi (Fahrüddin er-Razî, c. VIII, s.347).
Velid b. Muğîre’nin bu kararı verirken iç sıkıntısı çektiği ve zorlandığı görülüyor. Çünkü büyük bir isyan içindeydi. Aşağıdaki âyetler bunu ortaya koyuyor.
“O bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası ne biçim ölçme biçmeydi o öyle.
Vah kahrolasıca vah, ne biçim ölçme biçmeydi o öyle.
Sonra bir bakındı.
Sonra kaşlarını çattı ve surat astı.
Sonra ardına döndü ve büyüklük tasladı.
Hemen şöyle dedi: “Bu olsa olsa üstün bir sihir olabilir.
Bu olsa olsa bir insan sözü olabilir.” (Müddessir 74/18-25)
Bu yüzden kâfirler hep kuşku içinde olurlar. “Kurdukları binalar, kalpleri parçalanıncaya kadar, içlerinde bir kuşku olarak kalmaya devam eder. ” (Tevbe 9/110) Bu kuşku, Allah’ın onlara olan merhametindendir. Kimilerinin bu sayede akılları başlarına gelir ve girdikleri yanlış yoldan vazgeçerler.
İşte Nebîmizin dik durmasını sağlayan, Allah’ın ona yaptığı ilhamdır.
Yaptığımız araştırmada Kur’an okuduktan sonra sadakallâhu’l-azîm demek gerektiği ile alakalı sahih veya zayıf herhangi bir hadise, sahabe ve tabiin uygulamasına kaynaklarda rastlayamadık.
Fakat Kur’an tilavetinden sonra Sâffât suresinin son 3 ayetini (Sübhâne rabbike rabbi’l-izzeti…) okumak konusunda İbn Hacer’in Netâicu’l-Efkâr adlı kitabında tabiinin ileri gelen ulemasından Şa’bî’nin, Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh’tan bir rivayetine yer verilmektedir. Hadis ilmince mürsel (senedinden bir sahabi düşen hadis) olan bu zayıf rivayete göre bir kişi bulunduğu yerden/meclisten kalkarken son olarak bu ayetleri okursa kendisine büyük ecirler verileceği vaat edilmektedir. (İbn Hacer, Netâicu’l-Efkâr, 2/306)
Kur’an okumak bir ibadettir. İbadet ise niyetsiz olmaz. Niyetin yeri kalptir. Oraya kimse baskı yapamaz. Dolayısıyla hiç bir ibadet zorla yaptırılamaz. Kişilere Allah’ın ayetleri güzelce tebliğ edilir ve onlara uymaları daima tavsiye edilir. Bunun dışında yapılabilecek bir şey yoktur.
Helak kelimesinin sözlük anlamları için de “ölmek” de vardır. Mesela aşağıdaki ayette, kelime bu anlamda kullanılmıştır:
“Senden fetva istiyorlar, de ki; kelâle konusundaki fetvayı size Allah veriyor. Bir kimse çocuğu yokken helâk olur (heleke), bir kız kardeşi olursa bıraktığının yarısı onun olur. …” (Nisa 4/176)
Aynı kelime Mü’min suresinin 34. ayetinde Yusuf aleyhisselam için de kullanılmıştır:
“Andolsun ki, (Musa’dan) önce Yusuf da size açık deliller getirmişti ve onun size getirdiği şeyler hakkında şüphe edip durmuştunuz. Nihayet o ölünce (heleke) «Allah ondan sonra peygamber göndermez» dediniz. İşte Allah o aşırı giden şüphecileri böyle saptırır.”
Ayetlerden bu kelimenin bir peygamber için de kullanılabileceği görülmektedir.