Bu gibi terimler usul-ü fıkıh ilminin oluşması ile meydana gelmiştir. Kur’an’da veya sünnette yer alan hükümlerin yukarıda sayılanlardan hangi sınıfa gireceğini belirlemek herkesin değil, âlimlerin işidir. Bu tasnifi yapacak kadar bilgisi olmayanlar bu gibi konularda bilenlere/âlimlere tâbi olmak durumundadırlar.
Fıkıh Usulü
Zaman aşımı konusunda daha önce yazdığımız bir yazı şöyledir:
Şahsi dava açılmasının gerekli olduğu durumlarda, zaman aşımı söz konusu değildir. Ancak devlet bu konuda bir süre koyabilir ((Ali Haydar, IV/692; Bir örnek olmak üzere bkz. İst. Bab Mah. 2/11 vr. 29-b.)). Tamamen kamu aleyhine işlendiği kabul edilen suçlarda davaya bakılabilmesi için, özürsüz olarak aradan uzun bir süre geçmemiş olması şarttır. Bu gibi suçlarda dava açmak her müslümanın görevidir. Bunlar bir haramın işlenmesine sebep olan davranışlarla, had cezasının gerektiren suçlardır:
(1) Bir yasağın (haramın) çiğnenmesine sebep olan suçlar
Büyük bir günahın işlendiğine şahit olanların, asgari beş gün içerisinde mahkemeye başvurmaları gerekir. Eğer özürsüz olarak bu süreyi geçirirlerse, bilahare yapacakları başvuru ve şahitlik kabul edilmez. Mesela: Evli olmadıklarını bildikleri bir erkekle kadının, karı-koca gibi yaşadığına tanık olanlar, özürsüz olarak beş gün içerisinde mahkemeye başvurup şikâyette bulunmazlarsa, bundan sonraki başvuru ve şahitlikleri kabul edilmez ((Ankaravi, I/406)). Bu, davaya bakılmaması değil, şahitliğin kabul edilmemesi anlamındadır. Çünkü şahitler bu davranışlarıyla bir kötülüğün devamına razı olduklarını göstermişlerdir. Böyle büyük bir günahın işlenmesine göz yumanın şahitliği kabul edilmez.
(2) Had cezasını gerektiren suçlar
Bunlar, yalnız Allah hakkı olarak kabul edilen zina, içki yol kesme ve hırsızlık suçlarıdır. Bu gibi hadiselere şahit olanlar şahitlik yapmakla, hadiseyi örtbas etmek arasında muhayyerdirler. Eğer hadiseyi gizlemeyeceklerse, süresi içerisinde mahkemeye başvurmaları gerekir. Bir kişinin evvela hadiseyi örtbas etmesi, sonra mahkemeye başvurup şahitlik yapmaya kalkışması, içindeki bir kötülüğün, kin ve düşmanlığın kendisini tahrik ettiğini gösterir. Bu davranışıyla şahit, itham altına girdiğinden, onun bu konudaki ihbar ve şahitliği kabul edilmez ((Kâsânî, VII/46; Molla Hüsrev, II/85)).
Eğer gecikme, açık bir özre dayanıyorsa, başvuru kabul edilerek davaya bakılır. Mesela: Sanık, hâkimi bulunmayan bir yerde olup onu hâkim huzuruna götürmek gecikmeye sebep olmuşsa, bu bir özür sayılır ve davaya bakılır.
Ebu Hanife, gecikme konusunda bir zaman belirtmemiş, bunu hâkimlerin takdirine bırakmıştır. Çünkü gecikme, bir özre dayalı olabilir. Özürler farklı ölçülerde değerlendirilirler. Dolayısıyla, bunun bir zamanla sınırlandırılması imkânsızdır. Konunun, hâkimin görüşüne bırakılması gerekir.
Ebu Yusuf ve Muhammed, olay vukuundan itibaren meydana gelecek bir aylık gecikmenin, davaya bakılmasına engel olduğunu söylemişlerdir ((Kâsânî, VII/47)). Uygulamada, bir aylık gecikme esas alınmıştır ((Ankaravî, I/406))
Hırsızlık suçunda sanık, bütünüyle Allah hakkı (kamu hukuku) kabul edilen hırsızlık suçundan ve bir kul hakkı (özel hukuk) kabul edilen malın, sahibine ödettirilmesinden sorumludur. Zaman aşımı, sanığa hırsızlıktan dolayı el kesme cezasının verilmesine engel olur. Ancak malın tazmin edilmesi için hukuk davasının açılması, zaman aşımından etkilenmez.
İffetli ve namuslu bir kimseye zina iftirasında bulunmak (kazif), had cezasını gerektiren bir suçtur. Bunda Allah hakkı fazla olmakla birlikte, iftiraya uğrayan kişinin hakkı da söz konusu olduğu için böyle bir davaya bakılması, mağdurun şikâyetine bağlıdır. Şikâyetin gecikmesi, davaya bakılmasına engel değildir ((Kâsânî, VII/47; el-Haskefî II/158; Molla Hüsrev, II/85)).
KAYNAK: Abdulaziz Bayındır, İslam Muhakeme Hukuku Osmanlı Devri Uygulaması, İSAV Yayınları, İstanbul, 1986, s: 134-135.
Bir hukuk terimi olarak iyi ile kötüyü, kâr ile zararı ayırt etmeye yarayan zihnî melekeler açısından yeterli kimseyi ifade eden kavram âkil veya akıl sahibi kavramıdır.
Akıl ve temyiz kabiliyeti arızalanınca, kişinin dinî yükümlülükleri kalkar. Burada dikkat edilecek husus, tasarruf sırasında, iyi ile kötüyü ayırt etme kabiliyetinin mevcut olup olmadığıdır. Çünkü bazı akıl hastalıkları temyiz kudretini devamlı surette kaldırırken, bazı hastalıkların temyiz gücünü kaldırması sürekli değildir. Hasta aklı başında iken yaptığı iş ve tasarruflardan sorumludur. Meselâ, saralıların iki sara nöbeti arasındaki zamanda aklı başındadır. Yahut uykuda gezenler, diğer zamanlarda temyiz kudretine sahiptirler.
(KAYNAK: Hamdi Döndüren’in Diyanet ve Şamil İslam Ansiklopedileri’ndeki “Âkıl” ve “Akıl Hastalığı” maddeleri)
Bu konuda, İslam Muhakeme Hukuku adlı kitabımızın 153-154. sayfalarında şu ifadeler yer almaktadır:
Fasık bir kişinin şahitliği kabul edilmez. Davranışlarında dinin koyduğu sınırları aşan bir müslümana fasık isim verilmiştir. Çünkü haram olduğuna inandığı halde dinini bir yasağını işlemekten kaçınmayan, haram olduğuna inandığı halde yalancı şahitlikten de sakınmayabilir. Allah Teâlâ, fasık bir kişinin verdiği haberin hemen kabul edilmemesini emretmiş ve şöyle buyurmuştur:
«Ey iman edenler! Bir fasık size bir haber getirirse onun iç yüzünü araştırın; yoksa bilmeden bir gruba fenalık edersiniz de sonra ettiğinize pişman olursunuz». (Hucurât, 49/6)
Böyle bir kişinin haberinin hemen kabul edilmemesinin emredilmesi, onun şahitliğini kabul etmeye engeldir. Haberin iç yüzünün araştırılmasının istenmesi, sözüne güvenilemeyeceğini göstermektedir. Bu konuda bütün mezhepler ittifak halindedirler.
Fasık oldukları için, bir hâkim tarafından şehadetleri reddolunan kişiler, o konuda başka hâkim huzurunda şahitlikte bulunamazlar. İkinci hâkim bunların şahitliklerini kabul edip hüküm verse hükmü geçerli olmaz. Ve bir hâkim, fasıklıklarından dolayı reddettiği şahitleri aynı konuda tekrar dinleyemez
Hangi davranışların kişiyi fasık yapacağı hususu münakaşalıdır. Kaynaklar konuya geniş yer vermişlerdir. Bu cümleden olarak rakkas (dansçı) ve maskara gibi namus ve haysiyeti zedeleyen davranışlara alışmış olanlar, oyun ve eğlence ile vakit geçirenler yahut oyuna dalıp namazlarını kazaya bırakanlar, kadınlaşan erkekler (muhannes, eşcinsel), içkiye alışmış olanlar ve faiz yiyenlerle, umumi ahlaka aykırı davranışlarda bulunanların şahitlikleri kabul edilmez.
Bu gibi kişiler tevbe edip durumlarını düzelttikleri taktirde şahitlikleri kabul edilir. Ancak yalancılıkla tanınıp şöhret bulmuş bir kimse tevbe etse dahi şahitliği hiçbir zaman kabul edilmez. Çünkü bu kişinin tevbesinde samimi olup-olmadığı bilinemez.
Ebu Yusuf’a göre, fasık bir kişi insanlar arasında nüfuz sahibi ve haysiyetli biri ise şahitliği kabul edilir. Çünkü yaptığı şahitlikte yalan şüphesi olmaz. İtibarlı bir kişi olduğu için, hiç kimse ona ücretle şahitlik yaptırmaya cesaret edemez. Haysiyetinden dolayı da hiçbir menfaat beklemeden yalan söylemekten sakınır. Ebu Yusuf’un bu görüşü taraftar bulamamıştır. (Abdulaziz Bayındır, İslam Muhakeme Hukuku-Osmanlı Devri Uygulaması, İSAV Yay., İstanbul, 1986. s: 153-154)
Allah’ın bizlerden yapmamızı istediği davranışlar iki kısma ayrılır:
Birinci kısım: Eğer Allah kesin bağlayıcı bir üslupla bizlerden bir şey isterse buna VACİP denir. Dini literatürde vacip – Hanefiler hariç- fakihlerin çoğuna göre kesin bir delille ve kesin bir surette yapılması istenen dini yükümlülüğü ifade eder. Hanefiler ise bunu FARZ ve VACİP seklinde iki kademede ele alırlar.
İkinci kısım: MENDUPLAR. Teşvik edilen, yapılması kesin olmayan bir tarzda istenen, yani farz veya vacip olmayan davranışlardır. Bunlar da sünnet ve müstehablardır.
Allah’ın bizlerden yapmamamızı istediği davranışlar da başlıca iki kısma ayrılır:
Birinci kısım: HARAMLAR. Allah’ın kesin ve bağlayıcı bir dille yapmamamızı emrettiği davranışlardır.
İkinci Kısım: MEKRUHLAR. Allah’ın kesin ve bağlayıcı olmayan bir dille yapmamamızı emrettiği davranışlardır.
Yapılması dinin bir emri olan, kesin olarak gerekli olan herhangi bir göreve farz denir. Allah Teâlâ, “Namazı dosdoğru kılınız, zekatı veriniz.” (Bakara, 2/43) diye emrettiği için şartlarına uygun olarak namaz kılmak ve zekât vermek bütün Müslümanlara farzdır. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem “Namazı benden gördüğünüz gibi kılınız.” (Buharî, Ezan, 18) “Mallarının kırkta birini, her kırk dirhemden bir dirhemi zekât olarak getiriniz.” (İbn Mâce, Zekât, 4) diye emretmiştir. Bu sebeple namazı Peygamberimizden gördüğümüz gibi kılmamız ve mallarımızın kırkta birini zekât olarak vermemiz bizim için farzdır.
Hanefî mezhebi dışındaki mezheplerde ayrıca bir “vacip” kavramı yoktur, farz ile vacip aynı anlamdadır. Hanefî mezhebi, kesinlik derecesine ulaşmamış bir delil ile sabit olan şeyi vacip kapsamına sokar. Diğer mezhepler ise Hanefî mezhebinin vacip saydığı şeylerin bir kısmını farz, bir kısmını da sünnet sayarlar. Mesela namazda ta’dil-i erkân yani kıyam, rükû, sücûd gibi her rüknünü rahat bir şekilde yerine getirmek, bu esnada organların hareketsiz ve sakin kalmasını sağlamak Ebu Hanife’ye göre vacip, diğer mezheplere göre farzdır. Diğer taraftan Hanefî mezhebinde vacip olan vitir ve bayram namazları Şafiî mezhebinde sünnettir.
Farzlar, farz-ı ayn ve farz-ı kifâye kısımlarına ayrıldığı gibi farz-ı kat’î (ya da farz-ı itikadî ve amelî) ve farz-ı zannî (ya da farz-ı amelî) kısımlarına da ayrılır.
Farz-ı ayn, mükelleflerden her birinin yapması gerekli olan farzdır. Beş vakitte namaz kılmak, oruç tutmak, şeriata uygun olarak yapılmış sözleşmelere bağlı kalmak gibi.
Farz-ı kifâye, mükelleflerden bir kısmının yapmasıyla diğerlerinden sorumluluğun kalktığı farzdır. Bunlar, İslâm’ın topluma yüklediği görevlerdir. Farz-ı kifâye olan bir görev, mükelleflerden bir kısmı tarafından yerine getirildikten sonra diğerleri sorumluluktan kurtulurlar. Bu görevi hiç kimse yapmazsa mükelleflerden her biri bundan sorumlu olurlar. Cenaze namazının kılınması, cihad, yargı (kaza) ve fetva işlerinin yerine getirilmesi, dini ilimlerde ve toplumun ihtiyaç duyduğu diğer bilim dallarında yetişmiş elemanların bir kısım sanat ve meslek erbabının bulunması ve düşmana karşı hazırlıklı olma gibi görevler birer farz-ı kifâyedir. Bu görevleri yerine getirenler bunun sevabını alırlar.
Farz-ı kat’î, şer’i bir delilin açık ve kesin ifadesiyle sabit olan, yani ya Kur’an-ı Kerim’in ya da Peygamberimize ait olduğu kesin olarak sabit olmuş bir hadis-i şerifin açık ifadesiyle belirlenmiş olan farzdır. Namaz, zekât ve cihad gibi. Farzın bu çeşidini inkâr etmek kişinin dinden çıkıp kâfir olmasına sebep olur. Hem itikad yani inanma bakımından hem de amel, yani işlenmesi bakımından farz olduğu için buna farz-ı itikadî ve farz-ı amelî de denir.
Farz-ı zannî, müçtehitlerce kat’î bir delile yakın derecede kuvvetli görülen zannî bir delil ile sabit olan farzdır. Bu, itikad yani inanma bakımından farz-ı kat’î gibi değildir. İnkâr eden kâfir olmaz. Fakat amel yani işlenmesi bakımından farz-ı kat’î gibidir, bu sebeple farz-ı amelî adını alır. Bir ictihad sonucu ortaya çıkması bakımından farz-ı ictihadî adını da alır. Farz-ı kat’îde mezhepler arasında hiç bir ihtilaf görülemez. Ama farz-ı zannî mezheplerin ihtilaf ettikleri sahadadır. Mesela, abdestle ilgili ayet-i kerimde “… ve başınızı meshediniz. …” (Maide 5/6) buyrulduğundan abdest alırken başın meshedilmesi bir farz-ı kat’îdir. Bu konuda mezheplerden hiç birinin ihtilafı yoktur. Çünkü abdest alırken başın mesh edilmesi ayet-i kerimenin açık ifadesiyle emredilmiştir. Ancak ayette başın ne kadarının mesh edilmesi gerektiği belirtilmemiştir. Bu sebeple müçtehidler, yaptıkları araştırma ve incelemeler sonucu kendilerince kat’î bir delile yakın derecede kuvvetli olan zannî bir delil ile başın ne kadarını mesh etmenin farz olduğuna dair içtihatlar yapmışlardır. Malikî mezhebine mensup hukukçulardan Ebubekr İbnü’l-Arabî (468/543 h. /1076/1148 m.) Ahkâm’ül-Kur’an adlı eserinde (Darü İhyâ’il-Kütübi’l-Arabiyye, 1376/1957, C. II, s.568 vd.) konuyla ilgili 11 ayrı görüş tespit etmiş ve bunların tartışmasını yapmıştır. Şafiî mezhebine göre saçın bir tek teli veya başın küçücük bir kısmı da olsa adına mesh denebilecek herhangi bir işlemle başın mesh edilmesi yeterlidir. Malikî ve Hanbelîlere göre başın tamamının mesh edilmesi farzdır. Hanefî mezhebine göre ise farz olan, başın dörtte birinin mesh edilmesidir. Tamamının mesh edilmesi ise sünnettir.
Sözlükte ‘düğümü çözmek’, ‘bir şeyin serbest ve helal olması’, anlamlarına gelen ‘hall’ (الحل) mastarından türeyen helal kelimesi, ‘yapılması dinen serbest olan şey’ anlamına gelir.
Allah Teâlâ bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
“Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O’dur…” (Bakara, 2/29)
Bu ayet, yeryüzünde bulunan her şeyin insanlara mubah olduğunu göstermektedir. Ama bunların zararlı ve pis olanlarıyla başkasının hakkı olmuş şeyler Kur’an-ı Kerim’deki diğer ayetlerle haram kılınmıştır. İnsanların canı ile ırz ve namusu da haram kılınan şeylerdendir. Hayatın devamı için şart olan can, mal, ırz ve namus güvenliği sağlandıktan sonra “Eşyada aslolan ibâhadır, haram olduğuna dair bir delil bulunmayan şey mubah kabul edilir.” sözü İslam hukukunun temel prensiplerinden olmuştur. Demek ki, aksine bir hüküm bulunmayan her şey mubah ve helal sayılır.
Buna göre bir kimse, evine gittiği bir zat tarafından kendisine sunulan bir yiyeceği yiyebilir. “Acaba bunu helalinden kazanmış mıdır; acaba bunun bedelini sahibine vermiş midir; yoksa bunu gasb mı etmiştir?” diye araştırması gerekmez.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Helal bellidir, haram da bellidir. Bu ikisi arasında şüpheli şeyler vardır ki, birçok kimse onu bilmez. Şüpheli şeylerden sakınan, dinini ve ırzını korumuş olur. Onları işleyen, bir korunun yakınında hayvanını güden bir çoban gibidir; yasak bölgeye düşebilir.” (Buhari, İman 39, Büyû’ 2; Müslim, Müsâkât 107-108)
Hadis-i şerif şöyle açıklanabilir:
Eşya üç kısımdır:
1- Helal olduğu açıkça belli olan ve bu hususta kapalı bir yanı bulunmayan şeyler: Ekmek, meyve, su, konuşma, yürüme gibi.
2- Haram olduğu açıkça belli olanlar: Sarhoş edici içkiler, domuz eti, ölü hayvan eti, kumar, zina ve yalancılık gibi.
3- Kendilerinde kapalılık bulunan, helal mi yoksa haram mı olduğu açıkça belli olmayan şeyler. Bunlar, bazı yönleriyle helal, bazı yönleriyle haram olarak değerlendirilebilecek özellikte şeylerdir. Hem helal olduklarına hem de haram olduklarına dair delil getirilebilir. İnsanların çoğu bu gibi şeyleri gereği gibi değerlendirip bir karara varamazlar. Bu konudaki kararı ancak müçtehitler verebilir. Bu sahada bulunan bir şeyi müçtehidin biri helal sayarken diğeri haram sayabilir. İçtihat yapabilecek seviyede olmayanların bu sahada bulunan şeylerden sakınmaları bir takva gereğidir. Hadis-i şerifte tavsiye edilen budur. Müçtehitlerden birinin kararına uyarak hareket etmek de mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ, “Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorunuz.” (Enbiya 21/7) buyurmuştur.
Haram, yapılması dinî bakımdan yasaklanan herhangi bir şeydir. İçki içmek, kumar oynamak, zina yapmak, başkasının malını haksız yere yemek gibi.
Haram olan şeylere muharremât denir. Haramı işlemeyenler sevap, işleyenler de günah kazanırlar. Bazı durumlarda bunun dünyevi cezası da vardır. Örneğin zina edene 100 değnek vurulur, hırsızın eli kesilir.
Haramlar liaynihî haram, ligayrihî haram kısımlarına ayrıldığı gibi haram-ı kat’î ve haram-ı zannî kısımlarına da ayrılırlar.
Liaynihî haram, yapısında bulunan bir kötülük ve zarardan dolayı yasaklanmış olan şeye denir. Ölü hayvan eti yemek, şarap içmek, kumar oynamak, zina etmek, hırsızlık yapmak ve haksız yere adam öldürmek gibi.
Bunları hiçbir mükellef işleyemez. Bu yolla hiçbir hukukî sonuç elde edilemez. Bir sözleşmeye konu olmuşlarsa sözleşme geçersiz sayılır. Ölü hayvan etinin ve şarabın alım satımı yapılamaz. Kumar ve hırsızlık yoluyla elde edilen mallar mevcutsa aynen, yoksa bedelinin sahibine geri verilmesi gerekir. Zina ile ne nesep ne de miras sabit olur. Zaruri durumlarda liaynihî haram kapsamına giren şeylerden bir kısmı yapılabilir. Açlıktan helak olacağından korkanlar ölü hayvan etini yiyebilirler. Boğazına tıkanmış bir şeyi gidermek için içecek başka bir şey bulamayanlar şarap içerek onu giderebilirler. Ancak bunlar, zaruret miktarıyla sınırlı olarak yapılabilirler.
Ligayrihî haram, yapısında haramlık bulunmayan; fakat başka bir sebepten dolayı haram olan şeye denir. Başkasının malını haksız yere yemek ve Cuma namazı vaktinde ezan okunurken alışveriş yapmak gibi. Başkasına ait olan bir elmayı yememizin haram olması o elmanın yapısından değil, elma sahibinin onu yememiz için bize izin vermemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Cuma vaktinde ezan okunurken yapılan alışveriş, başka zamanlarda yapılan alışverişlerden farklı bir yapıya sahip olduğu için haram değildir. Haram olması, Allah Teâlâ’nın o saatte alım satımı yasaklamış olmasından dolayıdır.
Haram-ı kat’î, şer’î bir delilin açık ve kesin ifadesiyle sabit olan yani ya Kur’an-ı Kerim’in bir ayetinin açık ifadesiyle ya da Peygamberimize ait olduğu kesin olarak sabit olmuş bir hadis-i şerifin açık ifadesiyle belirlenmiş olan haram. İçki içmek, zina yapmak, anaya babaya asi olmak, kadınların aralarında ebedi evlenme yasağı olmayan erkekler karşısında mahrem yerlerini açmaları gibi. Haramın bu çeşidini inkâr etmek kişinin dinden çıkıp kâfir olmasına sebep olur.
Haram-ı zannî, müçtehidlerce kat’î bir delile yakın derecede kuvvetli görülen zannî bir delil ile sabit olan haram. Haramın bu çeşidi itikad yani inanma bakımından haram-ı kat’î gibi değildir. Dolayısıyla bunu inkâr eden kâfir olmaz. Fakat amel yani işlenmemesi bakımından haram-ı kat’î gibidir. Haram-ı kat’îde mezhepler arasında hiçbir ihtilaf görülemez. Fakat haram-ı zannî mezheplerin ihtilaf ettikleri sahaya girer. Bir mezhep herhangi bir şeyi bu sahaya soktuğu için haram saydığı halde diğer bir mezhep aynı şeyi helal sayabilir. Mesela Hanefî mezhebi kat’î bir delile yakın derecede kuvvetli gördüğü zannî bir delile dayanarak balık şeklinde olmayan deniz ürünlerinin yenmesini haram saymıştır. Fakat Malikî mezhebi ile Şafiî mezhebi konu ile ilgili ayet-i kerime ve hadis-i şerifin genel ifadesine bağlı kalarak bütün deniz ürünlerini helal saymışlardır. Böylece mesela karidesin yenmesi Hanefî mezhebinde haram olduğu halde Şafiî ve Malikî mezheplerinde helaldir. Fakat domuz etinin yenmesi ayet-i kerimenin açık ifadesiyle yasaklandığı için bu konuda hiçbir mezhebin farklı bir görüşü yoktur.
Ehliyet, sözlükte “elverişlilik” demektir. Ehliyet, fıkıh usulü terminolojisinde ikiye ayrılır:
1. Vücûb Ehliyeti: Haklara sahip olabilme ve borçlar altına girebilme demektir. Bu nevin ehliyetin temelini, hayatta olma özelliği teşkil eder. Onun için vücûb ehliyetine, hayatının başlangıç anından sona erme anına kadar her insan sahiptir. Yaşa, aklî melekelere ve benzeri başka özelliklere bakılmaksızın, vücûb ehliyetinin her insan için zarûrî olarak varlığı kabul edilir.
2. Edâ Ehliyeti: Kişinin hukûken muteber sayılacak tarzda fiiller ortaya koyabilmesi demektir. Bu nevî ehliyetin temelini ise, vücûb ehliyetinde olduğu gibi hayatta olma özelliği değil; temyîz kudretinin var olması teşkil eder. Şu halde anne karnındaki cenin için ve temyîz çağına -ki yedi yaştır- ulaşmamış küçük için edâ ehliyetinden söz edilmez.
Ehliyeti daraltan veya ortadan kaldıran durumlar şunlardır:
Cünûn (Akıl Hastalığı): Kişinin aklını ve temyîz kudretini yok eden durumdur. Bu durumun vücûb ehliyeti üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Fakat edâ ehliyetini ortadan kaldırır. Bu kişilere ibâdet vacip değildir. Bunların hiçbir hukûkî tasarrufu geçerlilik kazanmaz.
Bunun dışında ehliyeti daraltan veya ortadan kaldıran durumlar; ateh (akıl zayıflığı), sefeh (harcamalarda tedbirsizlik), sükr (sarhoşluk) ve ikrâh (bir kimseyi tehdit etmek suretiyle hukûken yapmakla mükellef olmadığı bir işi yapmaya zorlamak)’tır. (Zekiyyuddîn Şa’bân, İslam Hukuk İlminin Esasları, Usûlü’l-Fıkh, Terc: İbrahim Kafi Dönmez, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1996, s: 295-306.)
Ağır kronik psikiyatrik ve ruh hastası kimseler, eğer bu durumlarını bir nöbet şeklinde yaşıyorlarsa bu nöbet esnasında edâ ehliyetinden yoksun olurlar. Sâir zamanlarda ise diğer insanlar gibi tam ehliyet sahibidirler. Fakat her zaman bu durumda iseler edâ ehliyetinden yoksun sayılırlar.
İctihad kelimesinin sözlük anlamı, güçlüğe katlanmak ve çaba sarfetmektir. Terim anlamı ise, bir fıkıh bilgininin, şer’î bir hükmü delilinden çıkarmak için çaba sarfetmesi ve bu hususta bütün gücünü kullanmasıdır. Burada delil, İslam hukukunun temel kaynakları olan Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem’in sünnetidir.
İctihad yapan alime müctehid, ictihada konu olan şer’î hükme de müctehidün fîh denir. İslam hukukunun bütün konularında ictihad yapabilecek olan fıkıh bilginine müctehid-i mutlak, yalnızca bazı konularda ictihad yapabilecek olanına müctehid-i mukayyed denir. İctihad yapabilecek seviyeye ulaşmamış fıkıh bilginlerine de mukallid denir. Çünkü bunların çalışmaları, bir başka müctehidin görüşlerini anlama, kavrama ve ona göre fetva vermekle sınırlıdır. Genellikle bir mezhebe bağlı olurlar ve eserlerinde o mezhebin hükümlerini, meselelerini ve rivayetlerini toplarlar. Kendilerine has bir metodla (usul-i fıkıh) ictihad yapacak olan bir müctehidin Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerifleri iyi bilmesi gerekir. Fıkıhla ilgili ayetlerin yani ahkâm ayetlerinin dil ve şeriat açısından anlamını iyi bilmeli, hâs, âmm, mücmel, müfesser, nâsih, mensûh gibi Kur’an bilgilerine vâkıf olmalıdır. Ahkâm hadislerinin anlamını dil ve şeriat açısından iyi bilmesi yanında bunların bize kadar nasıl rivayet edildiğini de iyi bilmelidir.
İctihadda kıyasın çok önemli bir yeri vardır. Yanlış kıyaslar yapmamak için müctehidin kıyası iyi bilmesi icabeder. İmam Ebu Hanife (öl. 150/767), İmam Şafiî (öl. 204/819), İmam Mâlik (öl. 179/795) ve İmam Ahmed b. Hanbel (öl. 241/855) bütün bu şartları kendilerinde toplamış olan alimlerdi. Mutlak müctehidler yalnız bu dört zatla sınırlı değildir. Bunların dışında çok sayıda mutlak müctehid olmakla beraber bu dört zat bugüne kadar taraftar buldukları için bunların görüşleri kendi delil ve metodlarını benimseyen çok sayıda fıkıh bilgininin katkısıyla bir mezhep haline gelmiş olup varlıklarını sürdürmektedirler.
İctihad, fıkıh bilgininin bir konu ile ilgili olarak İslam hukukunun temel kaynakları üzerinde derinlemesine yaptığı çalışmalar sonucu elde ettiği kesin görüş ve kanaatidir. Vardığı sonucun hatalı olması ihtimalinden dolayı buna zann-ı gâlip denir. Bu yüzden hiç bir müctehid, kendi ictihadının tam doğru ve diğer ictihadların yanlış olduğunu kesin bir şekilde iddia edemez.
Şeriatın temel kaynakları olan Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde her hukuki olayla ilgili detaylı açıklama yoktur. Ama bunları tâbi olabileceği genel kurallar ve mutlak ifadeler yer almıştır. İşte müctehidler bu genel kurallar ve mutlak ifadelere dayanarak, karşılaştıkları ya da tasarladıkları hukuki olayların şer’î hükümlerini ortaya koymuşlardır.
Muaz b. Cebel (öl. 18/629) radiyallahu anh’ın rivayetine göre Hz. Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem onu Yemen’e gönderdiğinde şöyle buyurmuştu:
– Ne ile hükmedeceksin ya Muaz!
– Allah Teâlâ’nın kitabında olanla.
– Eğer onu Allah Teâlâ’nın kitabında bulamazsan?
– Resulüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in hükmettiğiyle hükmederim.
– Onu Resulüllah’ın hükmettiğinde de bulamazsan?
– Re’yimle ictihad ederim.
Bunun üzerine Resulüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Resulünün memurunu başarılı kılan Allah’a hamdolsun.” (Ebu Davud, K. Akdeye Bab 11; Şemsüddin es-Serahsî, el-Mebsut, C. XVI, s.76)
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in Muaz (r. a.)’a aradığı hükmü Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde bulamaması halinde ne yapacağını sorması, bu iki kaynağın her olayın açık hükmünü ortaya koymadığını göstermektedir. Hadisin devamında da bu konuda yapılması gerekenin ictihad olduğu belirtilmektedir. Abdullah b. Ömer (r. anhüma)’nın rivayetine göre Resulüllah sallallahu aleyhi ve sellem bir gün Amr İbn’ül-As’a (r. a.):
– Şu iki kişi arasında kadılık yap, buyurdu.
Amr İbn’ül-As:
– Sen buradayken ben kadılık yapabilir miyim? dedi.
Resulüllah sallallahu aleyhi ve sellem:
– Evet, dedi.
– Neye göre hükmedeyim? diye sordu.
– İctihadına göre, eğer ictihad yapar doğruyu bulursan on sevap, yok eğer hata edersen bir sevap kazanırsın, buyurdu. (Şemsüddin es-Serahsî, el-Mebsut, Mısır C. XVI, s.76)
Hz. Peygamberin, hata eden müctehidin dahi sevap kazanacağını belirtmesi İslam alimleri için cesaret verici bir şeydir. Böylece durmadan değişen olaylar karşısında yeni yeni ictihadlar yapma hususunda bir çekingenlik söz konusu olmayacaktır.