Skip to content Skip to main navigation Skip to footer

Fıkıh Usulü

Nesih kelimesi Kur’an’da hangi anlamlarda kullanılmıştır?

Nesih kelimesi Kur’an’da üçü fiil, biri isim olmak üzere dört yerde geçmektedir. Fiil olarak geçtiği yerlerden ikisinde sülâsî, birinde de istif’âl kalıbında kullanılır. Sülâsî kalıptaki iki kullanımından birinde “bir şeyin ortadan kaldırılıp yerine o şeyin aynısının ya da ondan daha hayırlısının geçmesi”, diğerinde de “bir şeyin ortadan kaldırılıp yerine bir başka şeyin geçmesi” anlamı vardır. Şöyle ki:

Bakara sûresinin 106. ayetinde, ayetin neshinden ya da unutturulmasından ve yerine ya aynısının ya da daha hayırlısının getirilmesinden (مَا نَنْسَخْ مِنْ آيَةٍ أَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَا أَوْ مِثْلِهَا); Hac sûresinin 52. ayetinde de şeytanların, resûl ve nebîlerin içlerine attıkları vesveselerden ve Allah’ın bunları ortadan kaldırdığından (أَلْقَى الشَّيْطَانُ فِي أُمْنِيَّتِهِ فَيَنْسَخُ اللَّهُ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ ثُمَّ يُحْكِمُ اللَّهُ آيَاتِهِ) bahsedilir.

Yukarıdaki iki kullanımdan hareketle, bu fiilin anlamının “bir şeyi kaldırma ve yerine bir şey koyma” olmak üzere birbirinden ayrılamayan iki yönü olduğu söylenebilir. Ayrıca kaldırılanın yerine geçen şeyin öncekinden farklı olabileceği gibi yine kendisinin de olabileceği sonucuna ulaşılabilir. İkinci durumda söz konusu olan kaldırmanın, “esasında öncesinin aynısı olan sonraki nüshanın öncekinin yerine geçmesi” anlamında olduğu ortadadır. Bakara sûresinin 106. ayetinde geçen “أَوْ مِثْلِهَا” ifadesi bunu gösterir. Kaldı ki, kelimenin sözlük anlamı içerisinde “bir kitabın aynısının çoğaltılmasının” olması da bunu destekler.

Kelimenin Kur’an’da fiil olarak geçtiği üçüncü yer Câsiye sûresinin 29. ayetidir. Fiil burada “insanların yaptıklarının kayda geçirilmesi” (إِنَّا كُنَّا نَسْتَنْسِخُ مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ) anlamındadır. Ancak ayette insanların yapıp ettiklerinin bu fiil ile ifade edilmesinin sebebi, bu kayıtların sürekli güncelleniyor olmasıdır. Yani yazılanlar sürekli değişmekte, neshe uğramakta, böylelikle istinsah gerçekleşmektedir.

Kelimenin Kur’an’da geçtiği dördüncü yer, A’râf sûresinin 154. ayetidir. Ayette, Musa (a.s.)’ın, buzağı heykelini kutsal edinerek şirke bulaşmaları sebebiyle kavmine olan kızgınlığı gittikten sona vahiylerin yazılı olduğu levhaları aldığı (وَلَمَّا سَكَتَ عَنْ مُوسَى الْغَضَبُ أَخَذَ الْأَلْوَاحَ) bildirilmekte, ardından da “وَفِي نُسْخَتِهَا هُدًى وَرَحْمَةٌ لِلَّذِينَ هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ = O levhaların bir nüshasında şu vardı: Yola gelme ve ikram, Rablerinden korkanların hakkıdır. denilmektedir. Ayetin metninde geçen “nüsha” kelimesiyle kastedilen şayet Musa (a.s.)’ın aldığı levhalar(dan bir kısmı) ise, bu durumda bunlar için nüsha kelimesinin kullanılması, diğer nebilere olduğu gibi Musa (a.s.)’a da verilenlerin nihayetinde Musa (a.s.)’dan önceki nebilere verilenlerin bir nüshası olması sebebiyle olabilir. Ayette geçen nüsha ile kastedilen, Musa (a.s.)’a verilenlerden çoğaltılan nüshalar da olabilir.

Nesih kelimesinin gerek Arap dilindeki gerek ayet ve rivayetlerdeki kullanım alanları dikkate alındığında, kelimeye “beyân” anlamının verilmesi mümkün gözükmemektedir. Öte yandan Kur’an’daki, beyan kavramının çerçevesine nesih girmemektedir. Çünkü Kur’an’da tebyîn, zaten var olan şeylerin ortaya konması anlamında kullanılır.

KAYNAK: Fatih Orum, Tasdik Tebyin ve Nesih, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 286-287.

Dinimizde bazı şeyler yavaş yavaş mı haram kılınmıştır?

Şeriatlar arasında süreklilik ve bütünlük ilkesi, Kur’an’a bakış açısının yanı sıra bazı kavram ve söylemlerin de yeniden ele alınmasını gerekli kılmaktadır. Yeniden ele alınması gereken söylemlerden biri olan tedricilik, bazı hükümlerin birkaç aşamadan sonra nihai halini aldığı düşüncesidir. Bu bağlamda en bilindik örnek, sarhoş edici maddelerin kullanımının mesela içki içmenin haram kılınmasının birkaç aşamada gerçekleştiği iddiasıdır. Bu iddiaya göre; içki içmenin haram kılınma süreci önce Mekke’de inen Nahl sûresinin 67. ayetiyle içkinin güzel bir rızık olmadığına dikkat çekilerek başlamakta,  Medine’de inen Bakara sûresinin 219. ayetiyle zararının faydasından çok olduğuna dikkat çekilmekte, Nisâ sûresinin 43. ayetiyle kısmi yasaklama getirilmekte ve en nihayetinde Mâide sûresinin 90. ayetiyle haram kılma süreci tamamlanmaktadır. Benzer aşamaların faizin haram kılınma sürecinde de yaşandığı iddia edilmektedir. Nebilere vahyin indirilişinin zamana yayılması gerçeğinden hareketle, bir takım hükümlerde toplumun durumunu ve beklentilerini dikkate alarak herhangi bir konudaki son hükme belli aşamalar kat ederek varma düşüncesi, kulağa hoş gelse de şeriattaki bütünlük ve süreklilik ilkesiyle örtüşür gözükmemektedir.

Nebiler ve onlara verilen kitapların meşruiyeti büyük oranda tasdik ilişkisine dayanır. Kendinden öncesini tamamen yok sayan, geçersiz kılan bir nebîye insanların tabi olma yükümlülüğü yoktur. Dolayısıyla; yeni bir nebî gelene kadar önceki şeriatın gereklerini yerine getiren kimselerin, gelen nebîye tabi olduktan sonra şer’î ahkama dair hayatlarında köklü değişiklikler beklenemez. Mesela; Muhammed (a.s.)’a tabi olana kadar, zina etmeyen, faiz yemeyen, içki içmeyen bir Ehl-i kitabın, Muhammed (a.s.)’a tabi olduktan sonra, herhangi bir vahiy henüz inmediği gerekçesiyle bu konularda bir ara dönem yaşayıp tüm bu hususlarda serbest olduğu, yani isterse zina edip faiz yiyeceği, içki içip abdestsiz namaz kılabileceği düşünülebilir mi? Yeni bir nebîye tabi olanların, şer’î hükümler hususunda önceki şeriattan kopuk bir ara dönem yaşadıklarını düşünebilmek, bu insanların nebî olduğundan emin olmadıkları birine tabi olacak kadar büyük bir riski göze aldıklarını kabule etmek anlamına gelir ki samimi hiçbir mümin böyle bir şey yapmaz. Tabi olduğu şeriat uyarınca haram olduğu için içki içmeyen ama son nebîye tabi olduktan sonra kendisine içkinin haramlığı hususunda herhangi bir ayet inmediği söylendiği için içki içen bir mümin olabilir mi?

Benzer şeyi kendimiz için hayal etmeye çalışalım. Elimizdeki Kur’an, Muhammed (a.s.)’in son nebi olduğunu söylemeseydi ve tıpkı diğer ümmetlerde olduğu gibi bizi Kur’an’ı tasdik edecek bir nebî beklentisi içine soksaydı ve bir gün kendisinin nebî olduğuna inandığımız birine tabi olsaydık ve ona şunu sorsaydık:

“Ey Allahın elçisi! Bizler, elimizdeki Kur’an haram kıldığı için içki içmiyor, faiz yemiyoruz. Sana indirilen ayetler içinde bu ikisini haram kılan bir şey var mı?”

O da bu soruya şu cevabı verseydi:

“Hayır! Sözünü ettiğiniz konularda haram kılıcı bir ayet bana henüz vahyedilmiş değil. Ben size bunlar haram diyemem.”

Böyle bir nebîye hangimiz tabi olurduk? Kur’an haram kıldığı için dün sakındığımız şeyleri yeni bir nebîye tabi olduğumuz için bugün yapar mıydık? Kendimiz için hayal edemediğimizi başkaları için hayal edebiliyor olmamızın sebebi, her şeyin miladi 610 yılıyla başladığına dair oluşturulan algı olmalıdır. Miladi 610 yılından önce, herhangi bir konuda hüküm neyse hakkında yeni bir hüküm gelene kadar da hüküm o olmalıydı. Dolayısıyla, mesela içki ve faiz gibi konularda tedricilik iddiaları ve bu iddialara dair rivayetler tekrar düşünülmeli, gözden geçirilmelidir. Bir nebîye tabi olmanın en başta gelen gerekçesinden olan tasdik ilişkisini ortadan kaldıran bir kurgunun temeli, öncesi olmayan bir din algısına dayanmaktadır. Bunun sebebi de şeriatlar arasındaki bütünlük ve süreklilik ilkesinin göz ardı edilmesi olmalıdır. Bu yanlış düşüncenin zaman zaman günümüzde de etkileri görülmektedir. Bir takım hükümlerin tedricen tamamlandığı iddia edilerek bu ilkenin bazı konularda günümüzde de uygulanabileceği söylenmektedir.

KAYNAK: Fatih Orum, Tasdik Tebyin ve Nesih, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 20-22.

Şeriatlarda bütünlük ve süreklilik ilkesine dair aşağıdaki linkte bulunan soru-cevabı da gözden geçirmenizi tavsiye ederiz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/peygamberler-hep-ayni-seyleri-mi-teblig-etmislerdir.html

Allah’ın elçileri hep aynı şeyleri mi tebliğ etmişlerdir?

Dînî anlayış ve uygulamaya dair her şeyin Miladi 610 yılından itiba­ren, kendisine nübüvvet verilmesiyle birlikte Muhammed (s.a.v.) ile başladığına dair kanaat gelenekte oldukça yaygındır. Bu kabul, üm­met içinde, öncesini tamamen karanlık ilan etme temayülü oluştur­muş, akla hayale gelmeyecek pek çok kötü huy ve uygulama Mekke toplumunun siciline kaydedilmiştir. Öncesini tamamen yok ya da kirli sayıp, her şeyin yeni baştan 610 yılından itibaren başladığına dair oluşturulan bu algının, dini “anlama” ve “uygulama” alanında olumsuz sonuçları olmuştur.

Oysa pek çok ayette, şeriatta süreklilik ve bütünlük olduğuna dikkat çekil­miştir. Çeşitli ayetlerde bildirildiği üzere, Muhammed (s.a.v.), gönderilen ilk nebî değildi. Mesela şu ayette, onun rasullerin ilki olmadığı, bizzat kendi ifadelerine nispet edilerek şöyle bildirilir:

“De ki; ben rasullerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben apaçık bir uyarıcıyım.” (Ahkâf 46/9)

Rasûlullah ile ondan önceki nebîlere, dinde şeriat kılınan hususlar arasındaki müşterekliğe vurgu yapan şu ayette de önemlidir:

“Allah, Nuh’a buyurduğunu sizin için bu dinin şeriatı yapmıştır. Sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Mûsâ’ya ve İsa’ya emrettiğimiz şudur: Dini ayakta tutun, o konuda ayrılığa düşmeyin!” (Şûrâ 42/13)

Diğer başka ayetlerde de çeşitli yönlerden temas edildiği gibi, yukarıdaki âyette, Rasûlullah’a dinde şeriat kılınanların, önceki nebîlere şeriat kılınanlarla taşıdığı müşterekliğe vurgu yapılır.

Allah’ın dininde zamana ve mekana göre değişmeyen, hep sabit kalan bir öz bulunur. Namaz kılmak ve zekat vermek de bu özün parçasıdır. Kur’an’ın pek çok ayeti, namaz ve zekatın tüm ümmetlere farz kılındığını göstermektedir. Bu durum çeşitli vesilelerle klasik kaynaklarda da ifade edilmekle birlikte, son şeriatla ilgili olarak her şeyin Miladi 610 yılında başladığına dair algı, bu haki­kati gölgede bırakmış, söz konusu dönemde Mekke ve çevresinde, namaz başta olmak üzere, ibadetlerin uygu­lanmasına ilişkin herhangi bir malumata sahip olunmadığı düşüncesi, Kur’an’ın tek başına yeterli olmadığını, Kur’an-Sünnet arasında tah­sîs, takyîd, nesih ve teşrî ilişkisi olabileceğini kabul edenlerin yegane delili olmuştur. Kur’an-Sünnet ilişkisine dair hiçbir tartışma ve ça­lışma olmasın ki, “Sünnet olmasaydı namazı nasıl kılardık?” şeklin­deki Kur’an’î ve tarihi gerçeklerden uzak ezber cümle hatırlatılmamış olsun!

Her ilâhî kitap, kendinden önceki ilahi kitapları büyük oranda misliyle neshederek tasdik ettiği için, daha hayırlısı ile nesih olmadığı müddetçe nebîler, kendilerinden önceki şeriata uymakla yükümlüydüler. Nitekim Rasûlullah’a da şu emredilmişti:

“… Bunlar Allah’ın yola gelmiş saydığı kimselerdir; sen de onların yoluna uy …” (En’âm 6/90)

Yukarıdaki ayetin öncesinde; 83. ayetten 86. âyete kadar nebîlerden onsekizinin ismi (İbrahim, İshak, Yakub, Nuh, Davud, Süleyman, Eyyüb, Yusuf, Musa, Harun, Zekeriyya, Yahya, İsa, İlyas, İsmail, Elyesa’, Yunus, Lut) sayılmakta, 87. âyette ismi zikredilen bu nebîlerin atalarından, oğul ve torunlarından, kardeş ve yeğenlerinden olmak üzere ismi zikredilmeyen tüm nebîlere de atıfta bulunulmakta, 89. âyette tüm bunlara kitap, hikmet ve nübüvvet verildiği bildirilmekte, ardından da 90. âyette, Rasûlullah’a, bunların yoluna uyması emredilmektedir.

Ehl-i Kitab’a yönelik âyetlerde, Rasûlullah’a vahyedilenlerin önceki kitaplarda da olduğuna dikkat çekilmesi, Ehl-i Kitab’tan, kendi kitaplarının gereğini yerine getirmelerinin istenmesi, Rasûlullah’ın kendisinin ve kendisine indirilenin “musaddık = tasdik eden, onaylayan” olduğuna vurgu yapılması önemlidir. Nitekim İsa (a.s.)’ın söylediği rivayet edilen şu söz de bu durumla örtüşmektedir:

“Kutsal Yasa’yı ya da peygamberlerin sözlerini geçersiz kılmak için geldiğimi sanmayın. Ben geçersiz kılmaya değil, tamamlamaya geldim.” (Matta 5/17)

Hakkında yeni bir hüküm gelmediği sürece, Rasûlullah’a, önceki şeriatın hükümlerine tâbî olmasının emredilmesi, şeriattaki bütünlüğü ortaya koymaktadır. Kur’an, önceki ilâhî kitapları büyük oranda tasdik ederek misliyle; az bir kısmını da daha hayırlısıyla neshetmiştir. Durum böyle olunca Kur’an’ın muhtevası, indirildiği zaman ve coğrafyada yaşayan insanlar için tümüyle yeni ve bilinmedik şeylerden oluşmuyordu. Kur’an, bilinenleri hatırlatıyor (tezkîr), gizlenenleri ve ihtilaf edilenleri ortaya koyup açıklıyor (tebyîn), önceki ilahi kitaplarda bulunan hükümlerin büyük bir kısmını onaylayıp (tasdîk) bir kısmını da insanlar için daha hayırlısıyla değiştiriyordu (nesih).

KAYNAK: Fatih Orum, Tasdik Tebyin ve Nesih, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 14 vd.

Asr-ı saadette Kur’an’ı anlayabilmek için ekip çalışması yapılır mıydı?

Resûlullâh bizler için en güzel örnektir. O, hikmetin ortaya çıkartılması hususunda da bize örnektir. Onun, Mekke döneminde bir grup sahabi ile gece okumaları yaptığı ve bu okumalarda Kur’an’ı “tertîl” (anlam odaklı) üzere okumayı esas aldıkları Müzzemmil suresinin ilk ayetlerinde bildirilmektedir. Aynı surenin Medine indiği söylenen son ayetinde de bu durumun uzunca bir süre devam ettiği anlaşılmaktadır. Eğer durum böyle olmasaydı onun vefatından sonra bu işi bilen, öğrenen ve öğreten hiç kimse olmazdı! Oysa vakıa böyle değildir. Fakat Resûlullâh hayatta iken vahiy süreci devam ettiği için onun ve etrafındakilerin bir takım tespitlerinin zaman zaman vahiyle tashih edildiğini de görmekteyiz. İşte biz bu imkâna sahip değiliz. Bizim hatalarımızı düzeltecek olanlar, yine bizim gibi bu konularda hikmeti çıkartma gayretinde olanlardır.

Sünnet-hikmet ilişkisi konusunda geniş bilgi için aşağıdaki linkte bulunan yazıyı okumanızı tavsiye ederiz:

www.suleymaniyevakfi.org/kutsanan-gelenek-ve-kuran/kitap-ve-hikmet.html

Resulullah’ın Kur’an’ı tebyin etmesi, onu açıklaması demek değil midir?

Bahsettiğiniz eleştiriye daha önce sitemizde yer vermiştik:

www.suleymaniyevakfi.org/elestiriler/bayindir-dogru-mu-soyluyor.html

Kur’an Arapça bir kitaptır. Yüce Allah birçok yerde bu hususu vurgulamıştır. Dolayısıyla onu anlamak için Arap dilinin prensipleri de göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak, Kur’an’da geçen herhangi bir kavramın anlamını, öncelikle Kur’an’dan çıkartmaya çalışmalıyız. Örneğimizden hareket edersek Kur’an, tebyin kelimesini hangi anlamda kullanmıştır? Bunun için kelimenin tüm türevleriyle Kur’an’da geçtiği yerler tespit edilmeli, anlam çerçevesi belirlenmeye çalışılmalıdır. Bu, birinci aşamadır. İkinci aşamada, kavramın anlam bakımından irtibatı olan diğer kavramlar taranmalıdır. İlk kavramın, ilişkili kavramlarla irtibatı araştırılmalı, üzerinde çalışılan kavramın anlamına etki eden bir irtibatın olup olmadığı üzerinde durulmalıdır. Mesela tebyin kelimesinin anlam çerçevesinin belirlenmesinde, rasul, nebi, itaat, tebliğ, tafsil, tasrif, tasdik gibi pek çok kavramın tebyin kelimesi ile irtibatı ortaya konmalıdır. Tüm bunlar yapılırken, kullanımlarıyla Kur’an’ın da tasdik ettiği cihetle Arap dilinin prensipleri hep göz önünde bulundurulacaktır. Anlam çerçevesi belirmeye başladığında, mantık örgüsü içinde ve de Kur’an’ın bütünü dikkate alınarak üzerinde araştırma yapılan kavramın tanımı yapılmaya çalışılır. Ortaya çıkan tanımın sağlaması, tanımın geçtiği ayetlerle tekrar okunarak yapılır. Ortaya çıkan tanım, kavramın geçtiği ayetlerle örtüşüyorsa bu, başarılı bir tanımlama kabul edilebilir.

Görüleceği üzere, dili Arapça olan bir Kitabın herhangi bir kelimesine anlam vermek, sadece sözlüklere ya da Arap gramerine havale edilebilecek bir işlem değildir. Arap grameri ve sözlükler araçtır. Son söz mercii değildir.

Tebyin kelimesi, Kuran’da çeşitli türevleri ve ilgili diğer kavramlarla birlikte taranıp tahlil edildiğinde -Allah’a nisbetle- “açıklamak, ayrıntılı bir şekilde ortaya koymak” anlamına gelir. Allah ayetlerini açıklamış, detaylandırmış, sonuçta açık bir Kitap (kitab-ı mübin) ortaya çıkmıştır. Kelime peygamberler de dâhil insanlar için kullanıldığında ise, zaten açık olan kitabı, “olduğu gibi ortaya koymak” demektir. Yani Kur’an’ın zaten ihtiva ettiği açıklamaları ortaya koymak demektir. Bu yönüyle tebyin, peygamberlere ve diğer insanlara verilmiş bir görevdir. Bunun içindir ki insanlar için kullanıldığında “saklama” ve “gizleme” kelimelerinin zıddı olarak kullanılmıştır. Konunun detaylı şekilde açıklaması sitemizde tebyin başlığı altında vardır.

www.suleymaniyevakfi.org/kuran-arastirmalari/kurana-gore-resulullahin-tebyin-gorevinin-anlami.html

Rasulullah’ın sünnetine gelince: Bu, hikmetin çıkarımıdır. Kur’an’ın ihtiva ettiği açıklamaların, detayların, ahkâmın yani hikmetin, belli bir gayret sonucu ortaya çıkartılmasıdır. Rasulullah, hikmeti talim etmiştir. Yani çıkarmış ve yolunu insanlara öğretmiştir. Konuyla ilgili detaylı bilgi sitemizde Kitap ve Hikmet başlığı altında vardır.

www.suleymaniyevakfi.org/kutsanan-gelenek-ve-kuran/kitap-ve-hikmet.html

Dr. Fatih Orum

Herkes hikmete ulaşabilirse Allah’ın elçilerine ne gerek vardı?

Nebilerin, tebliğ görevleri yanında ilahi kitaptaki hükümleri çıkartma görevleri de vardır. Bu, oldukça zor bir iştir. Nebiler bunu hem uygular hem de insanlara öğretirler. Muhammed Aleyhisselâm da Kur’an’dan hüküm çıkartma işini yapmış ve bunu ashabına öğretmiştir. Bu yönüyle o, bize örnektir.

Şayet nebiler gönderilmeseydi insanlar hikmete ulaşma konusunda hızlı mesafe alamazlardı. Tabiatta da her şey var; ama bunları keşfetmek, bunları bir araya getirip teknoloji üretmek emek ister. Ayrıca bunu görev edinen ve bu konuda uzmanlaşan insanlar ister. Herkes kendi bilgisayarını kendi üretmeye kalksaydı ilerleme bu kadar hızlı olamazdı.

Sünnet-hikmet ilişkisi konusunda geniş bilgiye ulaşmak için aşağıdaki linkleri tıklayabilirsiniz:

www.suleymaniyevakfi.org/kutsanan-gelenek-ve-kuran/kitap-ve-hikmet.html

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/sunnet-hikmet-iliskisini-aciklar-misiniz.html

www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/hikmet-nedir-peygamber-olmayanlara-hikmet-verilir-mi.html

Hz. Peygamber’in Kur’an’ı açıklama görevi var mıdır, yok mudur?

Sözünü ettiğiniz faaliyet, Resulullah’ın hikmeti talim etmesidir. Bu, zaten Kuran’ın içinde olan hükümleri, belli bir metoda göre ortaya çıkarmaktır. Yani zaten var olanı açığa çıkarma işlemidir. Buna mecazen açıklama denebilir. Ancak gelenek, tebyini böyle anlamamaktadır. Onlar tebyini, Resulullah’ın açıklamaları olmadan anlaşılmasının mümkün olmadığı açıklamalar olarak anlamaktalar. Ve bu açıklamaların bir kısmının da Kuran dışı vahiyle ona bildirildiği söyleniyor. Bu ikisi farklı şeylerdir.

Geniş bilgi için lütfen aşağıdaki linkte bulunan yazımızı okuyun:

www.suleymaniyevakfi.org/kutsanan-gelenek-ve-kuran/kitap-ve-hikmet.html

Şizofren, paranoyak gibi hastaların sorumluluk durumu nedir?

Bir hukuk terimi olarak ‘iyi ile kötüyü, kâr ile zararı ayırt etmeye yarayan zihnî melekeler açısından yeterli kimseyi ifade eden kavram’, âkil veya akıl sahibi kavramıdır. Akıl ve temyiz kabiliyeti arızalanınca, kişinin dinî yükümlülükleri kalkar.

Allah Teala Kur’an-ı Kerim’de “Allah, kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez.” (Bakara, 2/286) buyurmaktadır.

Peygamberimizden nakledilen bir rivayet de şöyledir:

Üç kişiden sorumluluk kaldırılmıştır: Aklı olmayan deliden, uyanıncaya kadar uyuyan kimseden ve ergenlik çağına ulaşıncaya kadar çocuktan.” (Ebû Dâvud, Hudûd, 16; Tirmizî, Hudûd,2)

Akıl hastalıkları, temyiz gücünü tamamen veya kısmen kaldırmalarına; doğuştan, devamlı veya belirli sürelerle ortaya çıkmalarına göre farklılık taşımaktadırlar. Dolayısıyla her bir hastanın, hastalığının keyfiyetine göre akıl ve temyiz gücünü kaybedip kaybetmemesine göre hükümler de değişiklik gösterir.

Bu durumda olanların akıl ve temyiz gücünü tamamen ortadan kaldıran hastalıkları devam ettiği süre içinde yaptıkları tasarrufları geçerli değildir. Bu sırada işledikleri suçlardan dolayı kendilerine herhangi bir ceza uygulanmaz. Onlar uygulanacak her türlü bedeni cezadan muaftırlar. Çünkü onlar, bedeni cezaya ehil değildirler. Ancak başkalarına verdikleri maddi zararlar, kendi mallarından tazmin edilir.

(Kaynak: Mustafa Uzunpostalcı, “İslâm Hukukunda Ehliyeti Daraltan veya Ortadan Kaldıran Sebepler”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sayı: 9, yıl: 2007, sayfa: 67–100.)

Konuyla ilgili biraz daha geniş bilgi için lütfen aşağıdaki linkleri tıklayınız:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/akil-nedir-islam-ile-mukellef-olmak-icin-gereken-akil-miktari-nedir.html

www.fetva.net/yazili-fetvalar/eda-ehliyetini-ortadan-kaldiran-seyler-nelerdir.html

Hanefiler seferilik müddetini nasıl bir kıyasla belirlemişlerdir?

Hanefiler, hakkında herhangi bir nass, yani ayet veya hadis olmayan takdirat cinsinden konularda rey ile hüküm verilemeyeceğini söylerler. Mesela, “Zina etmese de bir kadını taciz edene, zina haddine kıyasla 50 sopa vurulmalıdır.” denemez. Bununla birlikte Hanefiler, alt ve üst sınırları belli olan takdirat cinsinden meselelerin alt ve üst sınırları arasındaki ölçülerde rey ile hüküm verilebileceğini söylerler. Mesela, buluğ çağına erme yaş sınırları 10-20 arasında ise, bu ikisi arasındaki ölçülerde kişilere göre rey ile hüküm verilebilmektedir. (Serahsî, Usûl, c: 2, s: 112-112)

Kadınların iki adet arasındaki asgari temizlik sürelerinin en az on beş gün olmasından hareketle seferilik süresinin de on beş gün olduğuna dair kıyas (el-Hidaye, c: 1, s: 81; Şerhu Fethi’l-Kadîr, c: 2, s: 35), esasında Hanefi kıyas anlayışına göre geçerli bir kıyas değildir. Böylesi bir kıyasla ibtidaen hüküm koymanın mümkün olmadığını el-Hidâye kitabını şerh eden Kemaleddin İbnü’l-Hümam dile getirmektedir. O, böylesi bir kıyasın ancak rivayetle sabit olan bir hükmü teyit edici (destekleyici) rolünün olabileceğinin altını çizmektedir. (Bkz: İbnü’l-Hümam, Şerhu Fethi’l-Kadîr, c: 2, s: 35)

Yani Hanefilere göre seferiliğin müddeti, kadınların temizlik günlerine kıyasla değil, bu konuda var olduğunu öne sürdükleri bir esere (rivayete /habere) göre belirlenmiş; kıyas ise bunu “destekleyici” ikinci bir delil olarak kullanılmıştır.

Dr. Fatih Orum

Kur’an’da yasaklanan şeylerin illetleri neye göre tespit edilir?

Sırf imtihan için olanlar dışında, Yüce Allah’ın emir ve yasaklarının sebepsiz olabileceği düşünülemez. Ancak illet ile hikmet birbirine karıştırılmamalıdır. Kur’ân’da hamr yani yenildiğinde, içildiğinde, kullanıldığında kişiyi sarhoş edici her şey yasaklanmıştır. İlleti, bizzat isminden anlaşılacağı gibi aklı örtmesi yani sarhoş etmesidir. Bu durumda, hamr, illeti Şâri’ (Allah Teala) tarafından belirlenmiş bir yasak olur ve bu yasağın kapsamına, sarhoş edici tüm maddeler girer.

Sarhoş edicilerin yasaklanmasının hikmeti ise bunların şeytan işi pislikler olması, insanların arasına düşmanlıklar sokması, Allah’ı anmaktan alıkoymasıdır.

Ribânın (faizin) illeti, borçtan gelir elde etmektir ve bu kapsamdaki tüm işlemler ribâdır. Yasağın hikmeti ise, sömürü düzeninin oluşması, ekonomik krizlere sebebiyet vermesi vb. dir.

Sorunuzun en önemli tarafı; yasakların illetlerinin çok iyi tespit edilmesinin gereğidir. Bu illet, mutlaka Kur’ân’dan tespit edilmelidir. Tespit edilen illetin kapsamına nelerin girdiği meselesi ictihadi bir konudur. Bu aşamada yapılacak hatalar affedilir. Ancak bizzat ictihatla illet tespiti kabul edilemez. Çünkü o bir hata değil, haddi aşmak olur.

Fıkıhta kıyas anlayışı ve değerlendirmesi konusunda kaleme aldığımız bir makaleyi aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz:

www.suleymaniyevakfi.org/arastirmalar/fikihta-kiyas-ve-degerlendirilmesi.html

Dr. Fatih Orum

Resûlullâh son ayet ininceye kadar Kur’an’la hüküm vermedi mi?

Tâhâ suresinin 114. ayetinde Yüce Allah, vahiy süreci tamamlanmadan önce Resûlullah’a, Kur’an’la hüküm verme konusunda acele etmemesi gerektiğini bildiriyor. Vahiy süreci ile kastedilen, bütün Kur’an’ın değil, o konu ile ilgili ayetlerin inişidir. Çünkü Kur’an, anlam kümelerinden oluşan bir kitaptır. Konuyla ilgili anlam kümeleri tamamlandıktan sonra hüküm verilir. Resûlullah’tan istenen buydu. Kıyâmet suresinin 16 – 19. ayetleri ile İsrâ suresinin 106. ayeti bu gözle değerlendirilmelidir.

Bazı ayetler, bir konuyu çok açık olarak anlatır. O açık hüküm hemen uygulanabilir. Ama o ayette tam olarak anlaşılamayan başka hükümler de olabilir. O hüküm, ancak ilgili âyet kümesi tamamlanınca netleşir. İşte Resûlullah’a emredilen, o oluşumu beklemesidir. Yoksa ondan Kur’an’ın son ayeti ininceye kadar yani 23 yıl boyunca hiç hüküm vermemesi istenmiş değildir.

Dr. Fatih Orum

Kur’an-ı Kerim’i anlamada ictihadi faaliyetlerin önemi nedir?

Hûd suresinin 1 ve 2. ayetleri mealen şöyledir:

“Elif, Lâm, Râ. Bu, ayetleri hakîm (doğru karar veren) ve habîr (her şeyden haberdar) olan Allah tarafından muhkem kılınmış ve de açıklanmış bir kitaptır. Böyle olması Allah’tan başkasına kulluk etmemeniz içindir. (De ki:) Ben de O’nun tarafından size uyarı yapan ve müjde veren biriyim.”

Görüldüğü üzere Kur’an’ı açıklamayı bizzat Yüce Allah üzerine almıştır. Kıyamet suresinin 16 ila 19. ayetlerini de aynı doğrultuda anlamak gerekir. Bize düşen, Allah’ın açıklamalarını tespit etme gayreti göstermektir. İctihad faaliyeti ancak bu aşamada söz konusu olabilir. Bu ön kabulden hareketle, Allah’ın açıklamalarına ulaşmak için gösterilen ictihadî faaliyet, insan olmamız sebebiyle hatalara açıktır ve bu mazur görülür. Yapılan ictihadî faaliyetlerde niyet, Allah’ın açıklamalarını tespit değil de Kur’ân’da olmadığı iddia edilen çözümlerin oluşturulması olursa pek çok şâri’ (kural koyan kişi, makam) ortaya çıkar ki bu durumda “indirilmiş” değil “oluşturulmuş” dinin dindarları oluruz.

Kur’an’ın açıklanması usulüne dair aşağıdaki linkte geniş bilgi vardır. Okumanızı tavsiye ederiz:

www.suleymaniyevakfi.org/arastirmalar/kurani-aciklamada-usul.html

Dr. Fatih Orum

Kur’ân’ın anlaşılmasında Arapça sözlüklere ne kadar güvenilir?

Kur’ân’ın açık bir kitap olması, açıklamayı Allah’ın yapması anlamındadır. Bize düşen ise açıklamaları tespit etme gayreti göstermektir. Bunu belli bir usul çerçevesinde yapmamız gerekir. Bu usule dair Kur’ân’da detaylı açıklamalar olduğunu görüyoruz.

www.suleymaniyevakfi.org/kuran-arastirmalari/kurani-aciklamada-usul.html

Muhkem ve müteşabih ayetleri mesânî prensibine göre anlam kümeleri oluşturacak şekilde bir araya getirmek bu usulün ana prensibini oluşturuyor. Ancak irtibat kurarken çeşitli kriterleri de dikkate almamızı bizzat Kur’ân emrediyor. İşte bunlardan biri de Arap dilidir.

Bir meselede çözüme gitmenin, yani o meseleyle ilgili anlam kümesini oluşturmanın yolu, anlam ve lafızda irtibat kurmayla olur. Lafız boyutuyla ilgilenirken o lafza Kur’ân’ın verdiği anlamların önemi çok büyüktür. Bu aşamada sözlükler de kullanılır. Ancak sözlükler salt delil olamaz. Sözlükler, insanların oluşturdukları ıstılahları ve belli bir görüşü ön plana çıkarma gayreti içinde de olabilir. Bu yönüyle sözlük alıntıları kontrol dâhilinde olmalı ve lafızlara anlam verirken Kur’ân’ın bütünlüğü dikkate alınmalıdır. Mesela

ما بال الحائض تقضي الصوم ولا تقضي الصَلاة ؟ فَقَالَتْ: أحَرُورِيَّةٌ أنْتِ؟ قلت لست بحرورية ولكني أسأل. قالت كان يصيـبنا ذلك فَنُؤْمَرُ بقَضَاءِ الصَّوْمِ وَلا نُؤمَرُ بِقَضَاءِ الصَّلاةِ.

hadisinde geçen “kaza” kelimesine, bir ibadeti vaktinden sonra yerine getirme anlamı veren sözlükler vardır. Hâlbuki kelimenin doğru anlamı, bir ibadeti vaktinde ve tam yapmaktır.

Dr. Fatih Orum

Mantık ilmi Kur’an’ı daha iyi anlama konusunda bize yardımcı olabilir mi?

Kur’ân-ı Kerim fıtrata, akla, tefekküre, insanın etrafında gelişen olayları tahlil etmeye sürekli vurgu yapar. Kitabın ayetlerinin, düşünen ve aklını kullananlar için açık bir şekilde ortaya konduğunu söyler ve muhataplarına görevler yükler. Tüm bunlar ön yargılardan, ön kabullerden, siyasi, kültürel, hissi duygulardan arınabilmiş salt akıl ilkeleriyle yani doğru düşünme yolları ile mümkün olur. Kitaptaki ve tabiattaki ayetleri insan ancak bu metotlarla kavrar, sonuçlara ulaşır ve uygular.  Kabullerini ve itirazlarını bu ilkeler doğrultusunda yapar. Buradan hareketle, her insanın doğuştan getirdiği doğru düşünme ilkelerini konu edinen mantık ilmi insan hayatının her aşamasında bilmesi ve uygulanması gereken kurallardır ve sorunuza cevaben Kur’an’ı daha iyi anlama konusunda bize yardımcı olur.

Dr. Fatih Orum

Nebîmizin devlet lideri olarak verdiği kararlar da bağlayıcı mıdır?

Allah’ın Resûlü, Allah’ın Elçisi demektir. O, Allah’tan aldığı ayetleri, onun elçisi olarak insanlara tebliğ ediyor, ulaştırıyordu. O aynı zamanda, her konuda o ayetlerden hüküm çıkarıyor, o hükümleri insanlara söylüyor ve uygulamaya koyuyordu. Bunun Kur’an’daki karşılığı hikmet yani doğru hükümdür. Hikmet’i öğretmek ve uygulamak da onun göreviydi. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Nitekim (iyiliklerimi tamamlayayım diye) içinizden size bir elçi gönderdim. O size ayetlerimizi okur, sizi geliştirir, size Kitab’ı ve hikmeti öğretir, size bilmediğinizi öğretir.” (Bakara, 2/151)

Nebîmiz Kur’an’dan hüküm çıkarırken yanılabilmiştir. Eşleriyle ilişkilerinde (Tahrîm, 66/1-6), esirlerle ilgili uygulamasında (Enfâl, 8/67-68), münafıklara izin vermesinde (Tevbe, 9/43) ve bazı Müslümanlara karşı tavırlarında (Abese, 80/1-10) birtakım yanlışlar olunca Cenâb-ı Allah’tan uyarılar almıştır. Böylece hataları düzeltilerek onun bir tanrı olmadığı da gösterilmiştir.

Kur’an, ona indirilen ayetleri barındıran ilahi kitaptır. Nebîmizin Kur’an’dan çıkardığı hikmetler de onun sünnetini oluşturur. Yaptığı hataların düzeltiliyor olması onun sünnetinin Allah Teâlâ tarafından onaylandığını gösterir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah ve Resûlü bir işi kesinleştirince artık inananmış bir erkeğin ve kadının, kendi işlerinde seçme hakkı kalmaz. Kim, Allah’a ve Resûlüne başkaldırırsa apaçık bir şekilde sapmış olur.” (Ahzâb, 33/36)

“ Hayır! Rabbine yemin olsun ki bunlar inanıp güvenmezler. Ama aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapar, sonra verdiğin kararı, içlerinde bir sıkıntı duymadan kabul eder ve tam olarak teslim olurlarsa o başka.” (Nisa, 4/65)

Sonuç olarak, onun karar ve uygulamaları, hangi konuda olursa olsun, Müslümanlar için bağlayıcıdır.

Dr. Fatih Orum

Lütfen aşağıdaki linki de tıklayınız:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/nebimizin-her-davranisi-bizim-icin-sunnet-midir.html

Harama götüren yollar da haram mıdır?

Zerâyi,  zerîa kelimesinin çoğuludur. Bir İslam Hukuk terimi olarak zerîa, şer’an yasaklanmış sonuca götüren vasıtayı ifade eder. Zerîa’nın seddi (kapatılması) ise bu tür yolların yasaklanması demektir. Buna göre sedd-i zerâyi, mefsedete götüren vasıtaların yasaklanması anlamına gelir. Mefsedet de şer’an yasaklanmış durumları ifade eder. (Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usûlü’l-Fıkh), Notlar Ekleyerek Tercüme Eden: İbrahim Kâfi Dönmez, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1996, s: 202.)

Bu, doğru bir hukuk prensibidir. Allah Teâlâ özellikle büyük günahları haram kılarken “onlara yaklaşmayın”, “onlardan uzak durun” buyurmuştur. Yaklaşmamak da ancak araya mesafe koymakla olur ki işte buna sedd-i  zerâyi’ denir. Bunun birkaç örneğini aşağıdaki linklerden okuyabilirsiniz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/ickiye-neden-kesin-olarak-haramdir-diyorsunuz.html

www.fetva.net/yazili-fetvalar/kimiz-icmek-caiz-midir.html

www.fetva.net/yazili-fetvalar/flort-zina-midir.html

www.fetva.net/yazili-fetvalar/iddaa-veya-ganyan-bayisi-olmanin-hukmu-nedir.html

Nebîmizin her davranışı bizim için sünnet midir?

Nebîmizin fiilleri üçe ayrılır:

1. Beşer yani insan olarak yaptığı davranışları. Nebîmizin bu tür fiilleri usûl-ü fıkıh ilminde “el-ef’âlu’l-cibilliyye” olarak bilinir. Yani onun yediği, içtiği, giydiği şeyler… Bunların hükmü ibâhadır. Yani kişi bunları yapıp yapmamakta serbesttir. Çünkü bunlar Allah’ın elçisinden bir insan olması sıfatıyla meydana gelmiştir. Fakat bir kişi “Ben Nebîmize benzemek için onun gibi olmak istiyorum” derse niyetindeki samimiyetinden dolayı Allah katında ecre nail olması beklenir.

www.fetva.net/yazili-fetvalar/baston-kullanmak-sunnet-midir-buna-dair-hadis-var-midir.html

2. Nebîmizin kendine has davranışları. Bunlar teheccüd namazının ona farz olması, dörtten fazla kadınla evlenmesi gibi şer’i bir delille belirtilmiş fiillerdir. Müslümanlar, onun bu fiillerini delil olarak alamazlar.

3. Nebîmizin örnek uygulamaları: Namaz kılışı, oruç tutuşu, haccedişi vs. fiillerine uymak şarttır. Zira o, bu gibi fiilleri kendi heva ve hevesiyle değil; Kur’an’dan çıkardığı hükümlere dayanarak yapmıştır.

Ayrıca aşağıdaki linki de tıklamanızı tavsiye ederiz:

www.fetva.net/yazili-fetvalar/nebimizin-devlet-lideri-olarak-verdigi-kararlar-da-baglayici-midir.html

Dokuz yaşında bir kız çocuğu adet görürse dinen mükellef olur mu?

Dinimizde ibadetlerle mükellef olma çağına ergenlik çağı denir. Bu çağ, kızların adet görmeleri, erkeklerin de ihtilam olmaları ile başlar.

www.fetva.net/yazili-fetvalar/ergenlik-cagi-hakkinda-bilgi-verir-misiniz.html

Bu açıdan adet görecek yaşa gelen bir kız, ilk defa adet görmeye başladığı andan itibaren namaz, oruç vs. dinin bütün emir ve yasaklarından sorumlu olur. Bu kız, âdeti bittikten hemen sonra namazlarını kılmaya başlamalıdır. Yaşının küçük olması ve hala çocuksu hareketlerde bulunması buna engel değildir.

Bu gibi durumlarda kızın ailesine ve özellikle de annesine çok büyük sorumluluk düşmektedir. Kızlarına bu yeni durumunu iyi bir şekilde izah etmeli, ona görevlerini bildirmelidir. Gerekirse uzmanlardan yararlanma yoluna da gidilmelidir.

www.fetva.net/yazili-fetvalar/bir-cocuga-namaz-kac-yasinda-iken-farz-olur.html