Siyaset
Belirttiğiniz anlama gelen bir rivayet, kaynaklarda aşağıdaki metinle geçmektedir:
إِذَا أَرَادَ اللَّهُ بِالأَمِيرِ خَيْرًا جَعَلَ لَهُ وَزِيرَ صِدْقٍ إِنْ نَسِىَ ذَكَّرَهُ وَإِنْ ذَكَرَ أَعَانَهُ وَإِذَا أَرَادَ اللَّهُ بِهِ غَيْرَ ذَلِكَ جَعَلَ لَهُ وَزِيرَ سُوءٍ إِنْ نَسِىَ لَمْ يُذَكِّرْهُ وَإِنْ ذَكَرَ لَمْ يُعِنْهُ
Aişe validemiz, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Allah bir başkan/yönetici hakkında hayır dilediği zaman ona doğru (konuşan ve doğru iş yapan) bir yardımcı verir. Eğer o (başkan yapılması gereken bir işi) unutursa (bu yardımcı, unutulan işi) ona hatırlatır. Eğer başkan bu işi kendisi hatırlarsa (o zaman da bu yardımcı o işin yapılması hususunda) başkana yardımcı olur.
Eğer Allah onun hakkında başka bir şey dilemişse ona kötü (huylu) bir yardımcı verir. Eğer (yapılması gereken bir işi) unutursa (vezir bu işi) ona hatırlatmaz. Eğer (başkan bu işi kendiliğinden) hatırlarsa (o zaman da bu yardımcı o işin yapılmasında) ona yardımcı olmaz.” (Ebû Dâvûd, Harac, 4; Nesâî, Bey’at, 33; Ahmed b. Hanbel, 6/70)
İslam sadece Araplara değil herhangi bir ayrım gözetilmeksizin tüm insanlığa gönderilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
“Biz seni bütün insanlara müjde verici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bunu bilmiyorlar.” (Sebe, 34/28). (İlgili diğer ayetler için de bkz: Ahzâb 33/40; Enbiyâ 21/107)
İslam’da hangi ırk ve dilden olursa olsun bütün Müslümanlar kardeş olarak kabul edildiği gibi (Hucurat, 49/10), milliyetçilik ve kavmiyetçiliğin temelini teşkil eden soy üstünlüğü iddialarının tamamı da reddedilmiştir. (Bakınız. Tekasür, 102/1-8).
Dolayısıyla İslam’ın Araplaşması veya Türkleşmesi diye bir şey söz konusu değildir.
Kur’an’ın Arapça olması, Arap olmayan Müslüman milletlerin Araplaşacağı anlamına gelmediği gibi insanların dinlerini dahi iyi öğrenmek için Arapça öğrenmelerinin de Araplaşmakla herhangi bir ilgisi yoktur.
Kişinin etnik kökeni ve dili, kendi tercihi değil, Allah’ın takdiridir. Kişinin kendine ait olan, kendi yaptığıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“İnsanın kendi yaptığından başkası kendinin değildir.” (Necm, 53/39)
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.” (Hucurât, 49/10)
“Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizle tanışasınız. Kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır.” (Hucurât, 49/13)
Nebîmizin de şunları söylediği rivayet edilmiştir:
“İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.” (Müslim, İman, 22 (54/93); Ahmed b.Hanbel, 2/391)
“…(Kavmiyetçilik) asabiyet duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken yahut asabiyet davası güderken körü körüne açılmış bir bayrak/amaç altında ölen kimsenin ölümü cahiliye ölümüdür.” (Müslim, İmâre, 57; Nesâî, Tahrîm, 28; İbn Mâce, Fiten 7).
Bütün bu ayet ve hadisler, ırkçılığın/etnik ayrımcılığın dinimizde yeri olmadığını açıkça göstermektedir.
Biraz daha geniş bilgi için lütfen aşağıdaki linkleri tıklayınız:
www.fetva.net/yazili-fetvalar/ne-mutlu-turkum-diyene-dayatmaciligini-degerlendirirmisiniz.html
Yaptığınız uyarılar ve samimi tenkitler için teşekkür ederiz.
Kitaba bir bütünlük içinde bakarsanız endişesini duyduğunuz hususların açıkça ifade edildiğini görürsünüz. Kitabın 52 ve 53. paragrafları şöyledir:
52: “Din hürriyeti önemlidir. İnanç bir kalp işi olduğu için inanç hürriyetini tanımak veya tanımamak fazla bir anlam taşımaz. Ama din hürriyeti çok önemlidir. Din deyince, o dinin bütün emir ve yasakları anlaşılır. Bunun daha açık ifadesi, inandığı gibi yaşama hürriyetidir.
İslam, insana inandığı gibi yaşama imkânı sağlar ve inançlara baskı ve hakareti yasaklar. Osmanlının, meyhane açmayı ve domuz yetiştirmeyi Müslüman kesime yasaklayıp gayrimüslimlere serbest bırakması bu yüzdendir.
Bu anlayış, İspanya’dan kaçan Yahudilere kucak açmamıza ve onlara tarihlerinin en mutlu dönemini yaşatmamıza sebep olmuştur. Yahudiler bunun hatırasına 500. Yıl Vakfı’nı kurmuşlardır.”
53. “Ama artık eski hoşgörü ortamı yoktur. Çünkü etkili mevkilerde bulunan ateistler ve dine uzak kimseler, hoşgörülü olamamaktadırlar. Bunlar, çeşitli sebeplerle Müslüman görünme ihtiyacı da duydukları için problem karmaşık hale gelmektedir. 1946’dan beri kurulan siyasi partiler, daha çok oy alabilmek için halkın dinî duygularına hitap etme konusunda adeta yarışmışlardır. Bunların içinde samimi olanlar olduğu gibi dinî duyguları istismar edenler de olmuştur.
Anayasanın 24. maddesine göre ‘Kimse .. her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.’
Din istismarının adı ikiyüzlülük ve münafıklıktır. İkiyüzlü ile gerçek dindarı ayırmak zordur. Hele insanlara dinleri konusunda problem çıkarılırsa ikiyüzlüler için bulunmaz bir fırsat doğar. Bu defa gerçek dindarlar din istismarcılığı ile suçlanırlar. Bu da her şeyi altüst eder. Türkiye’de yaşanan budur. Bir de her türlü dinî görüntüye, laiklik adına karşı çıkan, dinî eğitime darbe vurup insanları dinlerinden uzaklaştırmayı çağdaşlık sayanların, kendilerine duyulan tepkileri azaltmak için zaman zaman çıkıp dine saygılı olduklarını, fakat din istismarına karşı olduklarını söylemeleri yok mu, işte bu tavır, daha büyük tepki toplamakta ve dindarlara, alaya alındıkları duygusunu vermektedir.”
Sözlükte ‘yakalamak’, ‘kuşatmak’, ‘sarmak’, ‘bağlamak’ anlamındaki asb (usûb) kökünden türeyen ve ‘kendi soyuna yardım etmek, körü körüne bağlanmak’ manasına gelen taassup, genelde asabiyetle eş anlamlı kabul edilir.
Başlangıçta “kabile taassubu” anlamında kullanılan asabiyet, zamanla daha geniş bir etnik ve siyasal içerik kazanırken Batı dillerinde “fanatizm” Türkçe’de “bağnazlık” kelimesiyle karşılanan taassup din, düşünce, siyaset, milliyet gibi birçok alanda koyu bir muhafazakârlığı, değişik anlayışları aşağılayıp yok etme eğilimini, farklılıklara karşı katı bir hoşgörüsüzlüğü ifade eden bir terim haline gelmiştir. (Konuyla ilgili ayrıntı için bakınız: Mustafa Çağrıcı, “Taassup”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c: 9, s: 285-286)
Aşağıdaki linklerde konuyla ilgili daha geniş bilgiler bulunmaktadır. Okumanızı tavsiye ederiz:
www.suleymaniyevakfi.org/dusunce-platformu/taassub.html
www.fetva.net/yazili-fetvalar/ne-mutlu-turkum-diyene-dayatmaciligini-degerlendirirmisiniz.html
Sorunuzu iki başlık altında ele alarak cevaplandırmaya çalışalım:
1. Televizyonlardan izlediğimiz görüntülere göre Kaddafi’ye yapılanlar, işkencedir. Dinimizce, ölümü hak etmiş olsa bile işkence ile adam öldürmek asla caiz değildir.
“Hz. Peygamber haklı cezalandırmada bile yüze vurulmasını kınamış (Müslim, Birr, 113), Müslüman-gayri müslim, hür-köle veya suçlu-suçsuz ayırımı yapmaksızın insanlara ve savaş şartlarında azılı düşmanlara bile işkence yapılmasını, haklı cezalandırmada ölçüyü kaçırıp işkence boyutuna vardırılmasını uygun bulmamıştır ve şöyle buyurmuştur:
“Dünyada insanlara işkence edenlere Allah da âhirette ceza verir.” (Müslim, Birr, 117-119; Ebû Dâvûd, İmâre, 32)
Kur’an’a göre (Muhammed 47/4) savaş esirleri öldürülemez, karşılıklı veya karşılıksız serbest bırakılırlar. Serbest bırakılıncaya kadar esirlere iyi davranmak ve onlara yemek yedirmek de iyi kulların örnek davranışı olarak övülmüştür. Hz. Peygamber de çeşitli talimat, tavsiye ve uygulamalarıyla esirlere iyi davranılması, onlara eziyet ve işkence edilmemesi gerektiği üzerinde ısrarla durmuş, kendisinden bilgi almak maksadıyla bile olsa esirin dövülmesini, işkenceye mâruz bırakılmasını uygun görmemiş, hatta esirlerin dağıtımında annelerle çocuklarının birbirinden ayrı düşürülmesini yasaklamıştır.
Yine Resûlullah’ın, azılı düşmanlarından biri esir alındığında ona işkence yapılmasını isteyenlere, “Ben ona işkence yapmam. Peygamber bile olsam Allah beni de aynı şekilde cezalandırır.” cevabını vermesi düşmanın öldürülmesiyle ilgili olarak “Öldürme konusunda insanların en çekingeni, müminlerdir.” demesi onun bütün canlılara karşı gösterdiği merhametin bir parçası olduğu kadar Müslümanlar için de temel bir insanî ilke anlamı taşır.” (Şamil Dağcı, “İşkence”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c: 23, s: 430.)
2. Muhammed Suresinin 4. ayetinde Allah Teala şöyle buyurmuştur:
“(Savaşta) Kâfirlerle karşılaştığınız zaman, onları yere serinceye kadar boyunlarını vurun. Sonra (esirlerin) bağını sıkı tutun. Daha sonra da onları karşılıklı veya karşılıksız serbest bırakın. O savaş, ağırlıklarını bırakıncaya kadar böyle yapın…” (Muhammed, 47/4)
Bu ayete göre savaş meydanında ve savaş henüz devam ederken ele geçirilen “kâfirler” öldürülmelidir. Savaş bittikten sonra alınan esirler ise ya fidye karşılığı ya da tamamen karşılıksız olarak serbest bırakılmalıdırlar.
Yukarıdaki ayette yer alan hükümlerin Kaddafi’ye uygulanması gerektiği söylenemez. Zira o, her ne kadar yanlış davranışlar içinde bulunmuş olsa da bir Müslümandı ve savaş meydanında ele geçirilmiş değildi. Dolayısıyla öldürülme veya esir alınma hükümleri ona tatbik edilemezdi.
Kaddafi’yi ele geçiren muhalifler, onu yargılayabilirlerdi. Yargılama neticesinde daha önce adam öldürdüğü kesinleşseydi öldürdüğü kişi veya kişilerin ailelerinin talebine göre kısas veya diyet ödeme cezasına çarptırılır, suçsuz bulunması halinde de serbest bırakılırdı. Dinimize göre yapılması gereken buydu.
Yahya Şenol
Allah Teâlâ, insanoğlunu üstün bir varlık olarak yaratmış ve onun haksız yere öldürülmesini kesin olarak yasaklamıştır. O, şöyle buyurmuştur:
“Haklı sebeple olması dışında Allah’ın dokunulmaz kıldığı cana kıymayın.” (En’âm, 6/151; İsra, 17/33)
“Onlar, haklı sebeple olması dışında Allah’ın dokunulmaz kıldığı cana kıymazlar…” (Furkan, 25/68)
Dokunulmaz kılınan, insanın bizzat kendisidir ve bu konuda mü’min-kâfir ayrımı yoktur. Her insan, doğuştan bu dokunulmazlığa sahiptir.
Yukarıdaki ayetlerde yer alan “haklı sebep”, Kur’an’ın belirtmiş olduğu sebeplerdir. Bunlar ise üçtür:
1. Kısas: Allah Teâlâ, “Ey iman edenler! Adam öldürmelerde kısas size farz kılındı: Hüre hür, köleye köle, kadına kadın…” (Bakara, 2/178) buyurarak haksız yere adam öldürenlerin öldürülmeleri gerektiğini bildirmiştir.
2. Savaş: Allah Teâlâ, birçok ayette Müslümanlara savaş açanlarla savaşmayı farz kılmıştır. (Bkz: Bakara, 2/190, 244; Tevbe, 9/36) Bu, savaş meydanlarında düşmanların öldürülmesinin “haklı bir sebebe dayanan adam öldürme” olduğunu göstermektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Savaşta kâfirlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun…” (Muhammed, 47/4)
3. Terör ve yol kesme suçu: Bununla ilgili olarak da şöyle buyurulmuştur:
“Allah’a ve elçisine karşı savaşan ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası, öldürülmeleri veya asılmaları yahut ellerinin ve ayaklarının çapraz olarak kesilmesi ya da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu, dünyada uğrayacakları rezilliktir. Ahirette ise onları büyük bir azap beklemektedir.
Ele geçirmenizden önce tevbe ederlerse başka. Bilin ki Allah bağışlar ve ikramda bulunur. ” (Mâide, 5/33-34)
Allah Teâlâ’nın dokunulmaz kıldığı canlara ancak bu üç haklı sebeple dokunulabileceği, bunun dışında şüphe ve ihtimallere dayanarak hiç kimsenin öldürülemeyeceği, gayet açık bir şekilde görülmektedir.
Bize düşen, bu konuda kimin doğru, kimin yanlış yaptığını söylemek ve insanları buna göre yargılamak değil, Kitap ve Sünnet’te tarif edilen doğruları saklamadan, gizlemeden, olduğu gibi söylemektir. Anamız, babamız ve ecdadımız da olsa insanları amellerine göre yargılayacak olan, sadece Allah Teâlâ’dır. Bu gibi konularda fetvalar veren, kitaplar yazan âlimler ve bu fetvaları uygulayan sultanlar, halifeler ölmüşlerdir. Bizler onları mü’min bildiğimiz için bağışlanmaları için arkalarından hayır dualar etmeliyiz. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Onlardan sonra gelenler: «Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma. Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin» derler.” (Haşr, 59/10)
Yahya Şenol
NOT: Bununla ilgili görüntülü cevabımızı aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz:
www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/devletin-bekasi-icin-kardes-katlinin-kurana-gore-hukmu-nedir.html