Skip to content Skip to main navigation Skip to footer

Tag: Tasdik Tebyin ve Nesih

Nesih kelimesi Kur’an’da hangi anlamlarda kullanılmıştır?

Nesih kelimesi Kur’an’da üçü fiil, biri isim olmak üzere dört yerde geçmektedir. Fiil olarak geçtiği yerlerden ikisinde sülâsî, birinde de istif’âl kalıbında kullanılır. Sülâsî kalıptaki iki kullanımından birinde “bir şeyin ortadan kaldırılıp yerine o şeyin aynısının ya da ondan daha hayırlısının geçmesi”, diğerinde de “bir şeyin ortadan kaldırılıp yerine bir başka şeyin geçmesi” anlamı vardır. Şöyle ki:

Bakara sûresinin 106. ayetinde, ayetin neshinden ya da unutturulmasından ve yerine ya aynısının ya da daha hayırlısının getirilmesinden (مَا نَنْسَخْ مِنْ آيَةٍ أَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَا أَوْ مِثْلِهَا); Hac sûresinin 52. ayetinde de şeytanların, resûl ve nebîlerin içlerine attıkları vesveselerden ve Allah’ın bunları ortadan kaldırdığından (أَلْقَى الشَّيْطَانُ فِي أُمْنِيَّتِهِ فَيَنْسَخُ اللَّهُ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ ثُمَّ يُحْكِمُ اللَّهُ آيَاتِهِ) bahsedilir.

Yukarıdaki iki kullanımdan hareketle, bu fiilin anlamının “bir şeyi kaldırma ve yerine bir şey koyma” olmak üzere birbirinden ayrılamayan iki yönü olduğu söylenebilir. Ayrıca kaldırılanın yerine geçen şeyin öncekinden farklı olabileceği gibi yine kendisinin de olabileceği sonucuna ulaşılabilir. İkinci durumda söz konusu olan kaldırmanın, “esasında öncesinin aynısı olan sonraki nüshanın öncekinin yerine geçmesi” anlamında olduğu ortadadır. Bakara sûresinin 106. ayetinde geçen “أَوْ مِثْلِهَا” ifadesi bunu gösterir. Kaldı ki, kelimenin sözlük anlamı içerisinde “bir kitabın aynısının çoğaltılmasının” olması da bunu destekler.

Kelimenin Kur’an’da fiil olarak geçtiği üçüncü yer Câsiye sûresinin 29. ayetidir. Fiil burada “insanların yaptıklarının kayda geçirilmesi” (إِنَّا كُنَّا نَسْتَنْسِخُ مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ) anlamındadır. Ancak ayette insanların yapıp ettiklerinin bu fiil ile ifade edilmesinin sebebi, bu kayıtların sürekli güncelleniyor olmasıdır. Yani yazılanlar sürekli değişmekte, neshe uğramakta, böylelikle istinsah gerçekleşmektedir.

Kelimenin Kur’an’da geçtiği dördüncü yer, A’râf sûresinin 154. ayetidir. Ayette, Musa (a.s.)’ın, buzağı heykelini kutsal edinerek şirke bulaşmaları sebebiyle kavmine olan kızgınlığı gittikten sona vahiylerin yazılı olduğu levhaları aldığı (وَلَمَّا سَكَتَ عَنْ مُوسَى الْغَضَبُ أَخَذَ الْأَلْوَاحَ) bildirilmekte, ardından da “وَفِي نُسْخَتِهَا هُدًى وَرَحْمَةٌ لِلَّذِينَ هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ = O levhaların bir nüshasında şu vardı: Yola gelme ve ikram, Rablerinden korkanların hakkıdır. denilmektedir. Ayetin metninde geçen “nüsha” kelimesiyle kastedilen şayet Musa (a.s.)’ın aldığı levhalar(dan bir kısmı) ise, bu durumda bunlar için nüsha kelimesinin kullanılması, diğer nebilere olduğu gibi Musa (a.s.)’a da verilenlerin nihayetinde Musa (a.s.)’dan önceki nebilere verilenlerin bir nüshası olması sebebiyle olabilir. Ayette geçen nüsha ile kastedilen, Musa (a.s.)’a verilenlerden çoğaltılan nüshalar da olabilir.

Nesih kelimesinin gerek Arap dilindeki gerek ayet ve rivayetlerdeki kullanım alanları dikkate alındığında, kelimeye “beyân” anlamının verilmesi mümkün gözükmemektedir. Öte yandan Kur’an’daki, beyan kavramının çerçevesine nesih girmemektedir. Çünkü Kur’an’da tebyîn, zaten var olan şeylerin ortaya konması anlamında kullanılır.

KAYNAK: Fatih Orum, Tasdik Tebyin ve Nesih, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 286-287.

Allah’ın elçileri hep aynı şeyleri mi tebliğ etmişlerdir?

Dînî anlayış ve uygulamaya dair her şeyin Miladi 610 yılından itiba­ren, kendisine nübüvvet verilmesiyle birlikte Muhammed (s.a.v.) ile başladığına dair kanaat gelenekte oldukça yaygındır. Bu kabul, üm­met içinde, öncesini tamamen karanlık ilan etme temayülü oluştur­muş, akla hayale gelmeyecek pek çok kötü huy ve uygulama Mekke toplumunun siciline kaydedilmiştir. Öncesini tamamen yok ya da kirli sayıp, her şeyin yeni baştan 610 yılından itibaren başladığına dair oluşturulan bu algının, dini “anlama” ve “uygulama” alanında olumsuz sonuçları olmuştur.

Oysa pek çok ayette, şeriatta süreklilik ve bütünlük olduğuna dikkat çekil­miştir. Çeşitli ayetlerde bildirildiği üzere, Muhammed (s.a.v.), gönderilen ilk nebî değildi. Mesela şu ayette, onun rasullerin ilki olmadığı, bizzat kendi ifadelerine nispet edilerek şöyle bildirilir:

“De ki; ben rasullerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben apaçık bir uyarıcıyım.” (Ahkâf 46/9)

Rasûlullah ile ondan önceki nebîlere, dinde şeriat kılınan hususlar arasındaki müşterekliğe vurgu yapan şu ayette de önemlidir:

“Allah, Nuh’a buyurduğunu sizin için bu dinin şeriatı yapmıştır. Sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Mûsâ’ya ve İsa’ya emrettiğimiz şudur: Dini ayakta tutun, o konuda ayrılığa düşmeyin!” (Şûrâ 42/13)

Diğer başka ayetlerde de çeşitli yönlerden temas edildiği gibi, yukarıdaki âyette, Rasûlullah’a dinde şeriat kılınanların, önceki nebîlere şeriat kılınanlarla taşıdığı müşterekliğe vurgu yapılır.

Allah’ın dininde zamana ve mekana göre değişmeyen, hep sabit kalan bir öz bulunur. Namaz kılmak ve zekat vermek de bu özün parçasıdır. Kur’an’ın pek çok ayeti, namaz ve zekatın tüm ümmetlere farz kılındığını göstermektedir. Bu durum çeşitli vesilelerle klasik kaynaklarda da ifade edilmekle birlikte, son şeriatla ilgili olarak her şeyin Miladi 610 yılında başladığına dair algı, bu haki­kati gölgede bırakmış, söz konusu dönemde Mekke ve çevresinde, namaz başta olmak üzere, ibadetlerin uygu­lanmasına ilişkin herhangi bir malumata sahip olunmadığı düşüncesi, Kur’an’ın tek başına yeterli olmadığını, Kur’an-Sünnet arasında tah­sîs, takyîd, nesih ve teşrî ilişkisi olabileceğini kabul edenlerin yegane delili olmuştur. Kur’an-Sünnet ilişkisine dair hiçbir tartışma ve ça­lışma olmasın ki, “Sünnet olmasaydı namazı nasıl kılardık?” şeklin­deki Kur’an’î ve tarihi gerçeklerden uzak ezber cümle hatırlatılmamış olsun!

Her ilâhî kitap, kendinden önceki ilahi kitapları büyük oranda misliyle neshederek tasdik ettiği için, daha hayırlısı ile nesih olmadığı müddetçe nebîler, kendilerinden önceki şeriata uymakla yükümlüydüler. Nitekim Rasûlullah’a da şu emredilmişti:

“… Bunlar Allah’ın yola gelmiş saydığı kimselerdir; sen de onların yoluna uy …” (En’âm 6/90)

Yukarıdaki ayetin öncesinde; 83. ayetten 86. âyete kadar nebîlerden onsekizinin ismi (İbrahim, İshak, Yakub, Nuh, Davud, Süleyman, Eyyüb, Yusuf, Musa, Harun, Zekeriyya, Yahya, İsa, İlyas, İsmail, Elyesa’, Yunus, Lut) sayılmakta, 87. âyette ismi zikredilen bu nebîlerin atalarından, oğul ve torunlarından, kardeş ve yeğenlerinden olmak üzere ismi zikredilmeyen tüm nebîlere de atıfta bulunulmakta, 89. âyette tüm bunlara kitap, hikmet ve nübüvvet verildiği bildirilmekte, ardından da 90. âyette, Rasûlullah’a, bunların yoluna uyması emredilmektedir.

Ehl-i Kitab’a yönelik âyetlerde, Rasûlullah’a vahyedilenlerin önceki kitaplarda da olduğuna dikkat çekilmesi, Ehl-i Kitab’tan, kendi kitaplarının gereğini yerine getirmelerinin istenmesi, Rasûlullah’ın kendisinin ve kendisine indirilenin “musaddık = tasdik eden, onaylayan” olduğuna vurgu yapılması önemlidir. Nitekim İsa (a.s.)’ın söylediği rivayet edilen şu söz de bu durumla örtüşmektedir:

“Kutsal Yasa’yı ya da peygamberlerin sözlerini geçersiz kılmak için geldiğimi sanmayın. Ben geçersiz kılmaya değil, tamamlamaya geldim.” (Matta 5/17)

Hakkında yeni bir hüküm gelmediği sürece, Rasûlullah’a, önceki şeriatın hükümlerine tâbî olmasının emredilmesi, şeriattaki bütünlüğü ortaya koymaktadır. Kur’an, önceki ilâhî kitapları büyük oranda tasdik ederek misliyle; az bir kısmını da daha hayırlısıyla neshetmiştir. Durum böyle olunca Kur’an’ın muhtevası, indirildiği zaman ve coğrafyada yaşayan insanlar için tümüyle yeni ve bilinmedik şeylerden oluşmuyordu. Kur’an, bilinenleri hatırlatıyor (tezkîr), gizlenenleri ve ihtilaf edilenleri ortaya koyup açıklıyor (tebyîn), önceki ilahi kitaplarda bulunan hükümlerin büyük bir kısmını onaylayıp (tasdîk) bir kısmını da insanlar için daha hayırlısıyla değiştiriyordu (nesih).

KAYNAK: Fatih Orum, Tasdik Tebyin ve Nesih, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 14 vd.