Skip to content Skip to main navigation Skip to footer

Tag: ilahi kitaplar ve nesh

Tevrat, Zebur ve İncil evrensel kitaplar mıydı?

Yüce Allah Kur’an’da dinini “fıtrat” olarak tanımlamış, şöyle buyurmuştur:

“Yüzünü dosdoğru bu dine, Allah’ın fıtratına (doğal düzenine) çevir. İnsanlarda oluşturduğu fıtrat da aynıdır. Allah’ın yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. Doğru din budur, ama çoğu insan bunu bilmez.” (Rûm, 30/30)

Fıtrat, tüm canlılarda geçerli olan doğal yasaları ifade eder. İnsan fıtratı da hiçbir zaman ve coğrafyada değişiklik göstermez. Yüce Allah da insanları uyarsınlar diye gönderdiği tüm nebîlerine aynı fıtrat dinini, yani İslam’ı indirmiştir. İlgili ayetler şöyledir:

Allah katında din, İslam’dır. Kendilerine kitap verilenler, bu ilim geldikten sonra, sırf birbirlerine hakimiyet kurma çabaları yüzünden ihtilaf çıkarırlar. Kim Allah’ın ayetlerini görmezlikten gelirse, Allah onun hesabını hızlı görür.” (Âl-i İmrân, 3/19)

“Allah yolunda hakkıyla mücadele edin. Size fırsat veren O’dur. Bu dinde size bir güçlük yüklememiştir. Babanız İbrahim’in şeriatına uyun. Allah size daha önce ‘Müslüman’ adını verdi. Bu kitapta da o adı verdi ki elçimiz size örnek olsun. Siz de insanlara örnek olasınız. Namazı tam kılın, zekâtı verin ve Allah’a sıkı sarılın. O sizin en yakınınızdır; ne iyi dost ve ne iyi yardımcıdır.” (Hac, 22/78)

Kur’an’dan önceki kitaplar da aynı temel ilkeleri insanlara öğretmek için indirilmiştir. Mesela Allah’tan başkasına kulluk etmemek, haksız yere cana kıymamak, zina etmemek, hırsızlık yapmamak, faiz ve rüşvete bulaşmamak, ölçü ve tartıda adaletli olmak, yetimlerin hakkını gözetmek, muhtaçlara yardım etmek, insanlara iyi davranmak ve her türlü kötü davranışlardan kaçınmak gibi ilkeler tüm ilahi kitaplarda yer almaktadır. Ayrıca ibadetlerle ilgili hususlar da fıtrî birer gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır: Namaz, abdest, oruç, zekat, kurban vb. ibadetler tüm ilahi kitaplarda yer almaktadır. Bu açıdan bakıldığında Kur’an aslında Arapça bir Tevrat, Tevrat da İbranice bir Kur’an’dır!

Kitaplar arasında sadece “nesh” ilişkisine bağlı olarak bazı farklılıklar mevcuttur. Nesh, Yüce Allah’ın bir kitaptaki bir hükmü, başka bir kitapta daha kolay bir hükümle değiştirmesi anlamına gelir. Ancak bu tarz değişimler kitapların evrenselliğine etki etmez. Mesela zamanında Tevrat’a uyanlar abdest alırken ayaklarını yıkıyorlardı. Ancak Yüce Allah, Kur’an’da bu hükmü kolaylaştırdı ve “ayak bileği kemiklerinize kadar ayaklarınızı mesh edin” (Mâide, 5/6) ayetini indirdi. Ayağı yıkamak veya mesh etmek bu kitapların mesajının evrenselliğiyle alakalı değildir. Bu kolaylık Yüce Allah’ın Son Nebî’yi göndererek kulları üzerindeki nimetini tamamlaması içindir. Zira Allah Teâla söz konusu abdest ayetinde kolaylaştırıcı hükmünü indirdikten sonra şu noktaya dikkatlerimizi çekmiştir:

“(…) Allah, size güçlük çıkarmak istemez. Onun isteği sizi arındırmak ve size olan nimetini tamamlamaktır. Belki görevlerinizi yerine getirirsiniz.” (Mâide, 5/6)

Sonuç olarak evrensellik bakımından Kur’an ile önceki ilahi kitaplar arasında herhangi bir fark yoktur. Fakat Son Nebî Muhammed Aleyhisselâm’ın gönderilmesi ve O’na Kur’an’ın indirilmesiyle birlikte önceki kitaplar daha hayırlısı ile nesh edilmiş ve tek evrensel ilahi kitap Kur’an-ı Kerim olmuştur.

Hazırlayan: Vedat Yılmaz

Allah’ın elçileri hep aynı şeyleri mi tebliğ etmişlerdir?

Dînî anlayış ve uygulamaya dair her şeyin Miladi 610 yılından itiba­ren, kendisine nübüvvet verilmesiyle birlikte Muhammed (s.a.v.) ile başladığına dair kanaat gelenekte oldukça yaygındır. Bu kabul, üm­met içinde, öncesini tamamen karanlık ilan etme temayülü oluştur­muş, akla hayale gelmeyecek pek çok kötü huy ve uygulama Mekke toplumunun siciline kaydedilmiştir. Öncesini tamamen yok ya da kirli sayıp, her şeyin yeni baştan 610 yılından itibaren başladığına dair oluşturulan bu algının, dini “anlama” ve “uygulama” alanında olumsuz sonuçları olmuştur.

Oysa pek çok ayette, şeriatta süreklilik ve bütünlük olduğuna dikkat çekil­miştir. Çeşitli ayetlerde bildirildiği üzere, Muhammed (s.a.v.), gönderilen ilk nebî değildi. Mesela şu ayette, onun rasullerin ilki olmadığı, bizzat kendi ifadelerine nispet edilerek şöyle bildirilir:

“De ki; ben rasullerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben apaçık bir uyarıcıyım.” (Ahkâf 46/9)

Rasûlullah ile ondan önceki nebîlere, dinde şeriat kılınan hususlar arasındaki müşterekliğe vurgu yapan şu ayette de önemlidir:

“Allah, Nuh’a buyurduğunu sizin için bu dinin şeriatı yapmıştır. Sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Mûsâ’ya ve İsa’ya emrettiğimiz şudur: Dini ayakta tutun, o konuda ayrılığa düşmeyin!” (Şûrâ 42/13)

Diğer başka ayetlerde de çeşitli yönlerden temas edildiği gibi, yukarıdaki âyette, Rasûlullah’a dinde şeriat kılınanların, önceki nebîlere şeriat kılınanlarla taşıdığı müşterekliğe vurgu yapılır.

Allah’ın dininde zamana ve mekana göre değişmeyen, hep sabit kalan bir öz bulunur. Namaz kılmak ve zekat vermek de bu özün parçasıdır. Kur’an’ın pek çok ayeti, namaz ve zekatın tüm ümmetlere farz kılındığını göstermektedir. Bu durum çeşitli vesilelerle klasik kaynaklarda da ifade edilmekle birlikte, son şeriatla ilgili olarak her şeyin Miladi 610 yılında başladığına dair algı, bu haki­kati gölgede bırakmış, söz konusu dönemde Mekke ve çevresinde, namaz başta olmak üzere, ibadetlerin uygu­lanmasına ilişkin herhangi bir malumata sahip olunmadığı düşüncesi, Kur’an’ın tek başına yeterli olmadığını, Kur’an-Sünnet arasında tah­sîs, takyîd, nesih ve teşrî ilişkisi olabileceğini kabul edenlerin yegane delili olmuştur. Kur’an-Sünnet ilişkisine dair hiçbir tartışma ve ça­lışma olmasın ki, “Sünnet olmasaydı namazı nasıl kılardık?” şeklin­deki Kur’an’î ve tarihi gerçeklerden uzak ezber cümle hatırlatılmamış olsun!

Her ilâhî kitap, kendinden önceki ilahi kitapları büyük oranda misliyle neshederek tasdik ettiği için, daha hayırlısı ile nesih olmadığı müddetçe nebîler, kendilerinden önceki şeriata uymakla yükümlüydüler. Nitekim Rasûlullah’a da şu emredilmişti:

“… Bunlar Allah’ın yola gelmiş saydığı kimselerdir; sen de onların yoluna uy …” (En’âm 6/90)

Yukarıdaki ayetin öncesinde; 83. ayetten 86. âyete kadar nebîlerden onsekizinin ismi (İbrahim, İshak, Yakub, Nuh, Davud, Süleyman, Eyyüb, Yusuf, Musa, Harun, Zekeriyya, Yahya, İsa, İlyas, İsmail, Elyesa’, Yunus, Lut) sayılmakta, 87. âyette ismi zikredilen bu nebîlerin atalarından, oğul ve torunlarından, kardeş ve yeğenlerinden olmak üzere ismi zikredilmeyen tüm nebîlere de atıfta bulunulmakta, 89. âyette tüm bunlara kitap, hikmet ve nübüvvet verildiği bildirilmekte, ardından da 90. âyette, Rasûlullah’a, bunların yoluna uyması emredilmektedir.

Ehl-i Kitab’a yönelik âyetlerde, Rasûlullah’a vahyedilenlerin önceki kitaplarda da olduğuna dikkat çekilmesi, Ehl-i Kitab’tan, kendi kitaplarının gereğini yerine getirmelerinin istenmesi, Rasûlullah’ın kendisinin ve kendisine indirilenin “musaddık = tasdik eden, onaylayan” olduğuna vurgu yapılması önemlidir. Nitekim İsa (a.s.)’ın söylediği rivayet edilen şu söz de bu durumla örtüşmektedir:

“Kutsal Yasa’yı ya da peygamberlerin sözlerini geçersiz kılmak için geldiğimi sanmayın. Ben geçersiz kılmaya değil, tamamlamaya geldim.” (Matta 5/17)

Hakkında yeni bir hüküm gelmediği sürece, Rasûlullah’a, önceki şeriatın hükümlerine tâbî olmasının emredilmesi, şeriattaki bütünlüğü ortaya koymaktadır. Kur’an, önceki ilâhî kitapları büyük oranda tasdik ederek misliyle; az bir kısmını da daha hayırlısıyla neshetmiştir. Durum böyle olunca Kur’an’ın muhtevası, indirildiği zaman ve coğrafyada yaşayan insanlar için tümüyle yeni ve bilinmedik şeylerden oluşmuyordu. Kur’an, bilinenleri hatırlatıyor (tezkîr), gizlenenleri ve ihtilaf edilenleri ortaya koyup açıklıyor (tebyîn), önceki ilahi kitaplarda bulunan hükümlerin büyük bir kısmını onaylayıp (tasdîk) bir kısmını da insanlar için daha hayırlısıyla değiştiriyordu (nesih).

KAYNAK: Fatih Orum, Tasdik Tebyin ve Nesih, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 14 vd.